Temelli: Topluma umut verdik

Eş Genel Başkanımız Sezai Temelli'nin Yeni Özgür Politika'ya verdiği röportaj:

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eşbaşkanı Sezai Temelli ile 31 Mart yerel seçim sonuçlarını, sonuçların nasıl değerlendirilmesinin daha sağlıklı olduğunu, diğer yerel seçimlerden farkını, HDP’nin seçim kampanyasını ve açlık grevlerini konuştuk. Temelli, HDP’nin seçim stratejisinin ana hedefine ulaştığını, kayyumlara karşı dururken Batı’da da bu zihniyete karşı mücadele verdiklerini söyledi ve ekledi: “31 Mart yerel seçimlerine giderken alışılagelmiş bir yerel seçim anlayışıyla hareket edemezdik ve etmedik de. Büyük fotoğrafa baktık. Faşizmin kurumsallaşmasını durdurmalıydık. Bunu da ancak biz yapabilirdik ve biz yaptık.”

AKP-MHP hükümeti yerel seçim takvimi başlamadan önce idari ve yasal olarak neler yaptı; YSK’nın yetkileri ve yapısı, Seçim Kanunu’nda yaptığı değişikliklerin yansıması nasıl oldu? Devlet güçlerinin kayıtlı olmadıkları sandıklarda oy kullanabilmelerini sağlayan ‘142 belgesi’ uygulamasının neticeleri ne oldu?

AKP-MHP bloku, Erdoğan rejimi; her şeyden önce kendi meşruiyetini devam ettirebilmenin yolunu bir kitlesel destekte arıyor, bu çok doğal. Bütün faşist yönetimler, faşizmin kurumsallaşma mekanizmaları böyle bir kitlesel desteğe ihtiyaç duyar. Fakat Türkiye’de böyle bir kitlesel destek yok, böyle bir kitlesel destek suni olarak yaratılıyor. Bu da nasıl yaratılıyor? Seçim hileleriyle. Çok kompleks bir seçim hileleri düzeneği var Türkiye’de. Bunun birçok aparatı var. En baştan sıralamaya başlayalım, mesela bu hilenin içinde YSK var. Bir anayasal kurum olan YSK, seçimlerde seçim adaletini sağlamak dediğimiz bir meseleye sahip çıkacağı yerde iktidarın aparatı gibi çalışıyor.

En son örneği son seçimden vereyim; Muş’ta oylar sayılmıyorsa, Malazagirt’te oylar sayılmıyorsa bu durum YSK’nın ne kadar aparatlaştığının göstergesidir. Diğer taraftan devletin bütün kurum ve kuruluşları bu süreçte yine tam da söylediğimiz bu senaryoya uygun hareket ediyor. Mesela valiler, kampanyalarda il sorumlusu gibi çalıştılar. Adaylarla ev ziyareti yapabilecek kadar. Operasyonel bütün adımlarda valileri görebiliyoruz. Kaymakamlar, sosyal yardım adı altında seçmenlere ya rüşvet vererek ya da onları tehdit ederek kampanyaya dahil oldular. Emniyet güçleri, birkaç açıdan dahil oldular kampanyaya. Bir taraftan gözaltı operasyonları yaptılar, halka baskı uyguladılar ve tehdit ettiler; diğer taraftan ise AKP’nin “hareketli oy deposu” olarak tasarlanma işlevi gördüler.

Askeriye keza; askerler oradan oraya görevlendirilerek seçim mühendisliği çerçevesinde konumlandırıldılar. Bir garnizon etkisi açığa çıktı böylelikle, ki bunun en bariz örneği Şırnak’tır. 24 Haziran’a baktığımızda da Hakkâri ve Şırnak’ta birer vekilimiz çalınmıştı, bugün de Türkiye’nin pek çok yerinde belediyelerimiz çalındı. “142 Belgesi”ni buna katabiliriz, sandık taşımayı dahil edebiliriz, gerçek seçmenlerin silinip oy kaçırmayı söyleyebiliriz; yani alt alta koyduğumuzda çok zengin bir menüyle karşı karşıyayız. Bir hile menüsü, şaibe menüsü. Meşruiyeti kendiliğinden sağlayamayan bir iktidarın seçim hileleriyle ayakta kalma, tutunma çabasıdır bu. Ve belki de en net örneğini 16 Nisan Referandumu’nda gördük, bu menüyle anayasa değiştirildi. Türkiye böyle bir sisteme mahkûm edildi. 24 Haziran’da da gördük, seçimlerin ikinci tura kalması engellendi. Şimdi yine gördük. Ama tüm bunlara rağmen, bu kez sonucu istedikleri gibi tasarlayamadılar. HDP’nin kararlı mücadelesi ve seçim stratejisiyle bu oyun bozuldu diyebiliriz.

Türkiye’de ilk defa adaylarla ilgili istihbaratın gizli bilgileri (fişlemeleri) hükümet medyası tarafından ifşa edildi. MİT’in müdahil olmasıyla ilgili kamuoyunun bildiği bu kadar. Ötesi var mıydı? Seçim sürecinde partinize yönelik polis-asker-yargı kıskacını anlatabilir misiniz?

Bir kere bu fişleme başlı başlına zaten bir hukuksuzluk. Fişleme dediğimiz şey, bir istihbarat devletinin işleyişiyle açıklanabilir. Bunun da tarihteki örneği 12 Eylül’dür. 12 Eylül zihniyetiyle bir kez daha karşılaştık; fakat 12 Eylül’de bile fişledikleri insanları teşhir etmezlerdi. Geldiğimiz nokta, bu açıdan, 12 Eylül’den daha beter bir nokta. Hem fişlemeye devam ettiklerini anlıyoruz, insanların özel yaşamına müdahale edecek kadar, hukuku yasaları yok sayacak bir yerden saldıracak kadar. Ama bir de bunu medya aracılığıyla teşhir ettiler. İnsanları olmayacak şeylerle suçlayıp şaibe altında bıraktılar ya da seçim malzemesi haline getirmeye yönelik adımlar attılar. Kabul edilebilir bir şey değil, bunu yapanlar hakkında savcılar acilen harekete geçmeli; fakat öyle savcılar bulunmuyor ne yazık ki. Savcılar büyük bir sessizlik içinde ve suça karşı duyarsızlaşmış durumdalar. İktidarın talimatıyla sadece HDP’ye karşı davalarda etkin konumdalar. Gerçek suça karşı savcıların bu duyarsızlığı ülkeye yapılan en büyük kötülüklerden biri, çünkü adalet meselesini tümüyle yok sayan bir anlayış bu. Normal bir işleyişte, bu fişmelere “katkısı” olan herkes yargı önünde hesap verir.

Diğer taraftan fişleme meselesi kadar dikkate değer bir mevzuu da basının içinde bulunduğu durum. Gerçekten ülkede bir basın özgürlüğü kalmadı. Sadece basın özgürlüğünün ortadan kalkması, gazetecilerin tutuklanmasıyla da sınırlı değil; ötesinde artık basın haber veren, haber takip eden ya da haber peşinde olan bir organ değil; yine iktidarın talimatlarını yerine getiren aparata dönüşmüş durumdadır. Bunun da en bariz örneği benim konuşmamı alıp farklı bir şekilde yansıtan, yalan haber yapan CNN-Hürriyet örneğidir. Hürriyet Gazetesi bu yalan haberi yaptı, CNN ise yayınladı. Yalan olduğu ortaya çıktı ve bütün dünyada teşhir oldular, sadece Türkiye’de de değil. Yalan haberi düzeltmelerini istediğimizde haberi düzeltmesi gereken kişinin “ben” olduğum söylendi. Medyanın içine sürüklendiği yer maalesef budur.

Bir grup bağımsız gazeteci ve gazete onurlu, erdemli bir şekilde bu gidişata direniyor; özellikle basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve hukuk devleti adına, birçok özgürlük adına… Onları bir tarafta tutarsak şu an itibariyle bildiğimiz medyanın %90’nından fazlasını iktidar kontrol ediyor. Bazen şöyle sahnelerle karşılaşıyoruz: Bütün gazeteler o gün aynı manşeti atıyor, çünkü hepsi bir merkezden, Saray’dan yönetiliyor.

İlginç bir durum da televizyonlarda yaşanıyor aslında. Spikerler o denli baskı altında ve o denli koşullanmışlar ki ağızlarından bazı şeyleri kaçırıveriyorlar. “Siz bunu dediniz ama biz bunu kazandık,” gibi örnekler var. HDP’ye yönelik baktığınızda basın ve medyanın da bir kampanya yürüttüğünü görüyorsunuz. İktidarın güdümünde olan bu yayın kuruluşlarından birinde 1 dakika bile yer almadık. HDP’li kimse o kanallara çıkıp sözünü söyleyemedi, sadece eş başkanlar değil, sözcümüz de, vekilimiz de yer alamadı. Tamam, bu kısım da bir yere kadar medyanın teslimiyetiyle açıklanabilir. Daha felaketi var. O da bizim hakkımızda yalan haber yapılması ve HDP hakkında kara propaganda yürütülmesi. Yalan haberden daha da ötesi, kara propaganda. HDP’yi kötülemek, düşman olarak konumlandırmak, itibarsızlaştırmak gibi birçok meselede televizyonlar bayağı iştahlı programlar yapıyorlar; ama cevap hakkının bile kullanılmadığı bir süreçten geçiyoruz. Bu durum da bu kampanya döneminde iyice ayyuka çıktı. Ama tabii son 4 yıldır devam eden, örülen bir süreç bu süreç.

AKP-MHP iktidarı, seçim süreci boyunca sadece kendi resmi sınırları içinde kalmadı; Irak ve Suriye tarafındaki Kürtleri de hedef alıp ‘Türkiye’nin bekası’ hamasetiyle Türk ırkçılığı köpürttü, Türk halkını yeni rejiminin payandası yapmaya çalıştı. Bunu yaparken devlet olanaklarını boca etmekle yetinmedi, hiçbir insani, ahlaki ve hukuki normu da dikkat almadı. Sizce neden bunda ısrar etti ve uzun vadede Türkiye toplumunu daha fazla tahrif eder mi?

Kesinlikle eder. Her şeyden önce bu “beka meselesi”ni iyi anlamak gerekiyor. Biz hem kampanyamız süresince hem daha öncesinde ısrarla şunu vurguladık: Beka meselesi denilen “iktidarın beka meselesi”dir ve bu durum, Türkiye’ye çok büyük bir zarar vermektedir. Türkiye toplumunun geleceği, bir arada yaşama iradesini en etkin şekilde ortaya koyabileceği yoldadır, bu da demokratik cumhuriyettir. Eşit yurttaşlık temelinde bir anayasaya bir an önce kavuşarak, hukuk devletinin üstünlüğünü ortaya koyarak, kuvvetler ayrılığını hayata geçirerek, insan hakları konusunda tavizsiz bir yaklaşım sergileyerek, basın ve ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi alanlarda artık tüm geçmiş meseleleri telafi eden; ama geleceğe de umut veren adımların bir an önce atılması zaruri bir ihtiyaçtır. Toplumsal barış konusunda adım atmalıyız, siyasi tutsaklar konusunda adım atmalıyız, tecrit konusunda acilen adım atmalı ve mutlak tecriti bir an önce sonlandırmalıyız. İşte bütün bu adımları atmak, iktidarın beka sorununa açığa çıkarıyor. Çünkü bu iktidar, saydıklarımın tam tersinden besleniyor. Saydıklarımın tam tersinden beslenirken de şöyle bir meseleden hareket ediyor: Kürt meselesi ve Kürt düşmanlığı. Böylelikle Kürt meselesini çözümsüz bırakarak yol almaya çalışıyor, biz de diyoruz ki Kürt meselesi çözülmediği sürece Türkiye’nin hiçbir meselesi çözülmez.

Bütün bu meselelerin üst başlığı nedir? Demokrasi. Çoğulcu, lâik, demokratik bir cumhuriyet için herkesi mücadeleye bu yüzden davet ediyoruz. İşte iktidar da bunu, bu yüzden beka meselesi olarak görüyor. Ülke değil, toplum değil, en nihayetinde kendisi ve kendi beka sorunu bahsettiği. Kendisini iktidardan edecek, iktidardan uzaklaştıracak şeyin demokratik cumhuriyet talebi olduğunu biliyor. Ve bunu bildiği için de, bu durumu ifşa eden siyasete, yani HDP’ye sabah-akşam saldırıyor. Bu saldırıları anlıyoruz; fakat bu saldırılar bu ülkeye, toplumsal barışa, bir arada yaşama iradesine yapılacak en büyük düşmanlıktır. Esas düşmanlık buradadır. Toplumsal barışı inşa etme çabası içinde olmayan herkes bugün bu ülkeye kötülük yapmaktadır. Bunu aşmanın yolu da, HDP olarak bugün ortaya koyduğumuz siyasetten geçiyor. Türkiye’nin her yerinde demokrasi adına, barış adına bu mücadeleyi yükseltmeliyiz. Bu şekilde en temelde var olan ayrışmayı, “bölücülüğü”, yıkımı engelleyebiliriz.

Diğer taraftan baktığınızda beka sorunu diye topluma bunu dayatanlar bu ülkeyi büyük bir çöküşe sürüklüyorlar. Ekonomisiyle, siyasetiyle, toplumsal barışıyla, hukuk anlayışıyla ülkeyi içinden çıkılmaz bir yere sürüklüyorlar. Seçim meydanlarında sürekli bunu dile getirdik: Hayır, beka sorunu yok; ekonomi sorunu var, siyaset sorunu var, barış sorunu var, yani gerçek sorunlar var. Sokaktaki herkesin birebir hissettiği sorunlar var. Kürt meselesiyle doğrudan ilişkisi olmayan sorunların bile Kürt meselesiyle dolaylı olarak ne denli ilişkili olduğunu tam da şu an içinde yaşadığımız koşullarda görmek mümkün.

Kadın cinayetlerine baktığınızda da bunu görürsünüz. Neden kadın cinayetleriyle Kürt meselesini bu kadar kolay bağdaştırıyorsunuz diye sorarsanız da şöyle diyeyim. Kadın cinayetlerini görmemek, bu cinayetlere kör kalmak, kadına yönelik şiddete sessiz kalmak aslında başlı başına erkek egemen bir yönetimin, faşist bir yönetimin tezahürüdür. Bu iktidar da faşizmi meşrulaştırmaya çalıştırdığı için toplumun hücrelerine erkek egemen yaşamı aşılamanın peşinde. O yüzden kadınlara yönelik şiddet de burada, çocuğa yönelik şiddet de. Çünkü şiddeti olağanlaştıran bir anlayış var ve bu tutum her yerde karşınıza çıkıyor.

Başka bir sorunu ele alalım: Emeğe yönelik düşmanlık ve şiddet. Her gün işçi cinayetleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Emeğin baskılanması, sömürülmesi her şeyden önce emek alanının şiddete maruz kalmasıyla mümkün. Bunun en büyük örneğini de Üçüncü Havalimanı’nda bütün çıplaklığıyla gördük. Tüm bunları nasıl bu kadar kolay yapabiliyor? Kürt meselesini çözümsüz bırakarak bu alanlarda şiddetin olağanlaşmasına yol açıyor. Ne zaman insanlar bir hak arayışına kalksa, ne zaman ki en temel haklarda birlikte mücadeleye kalksa o düşman metaforuyla, toplumu bölen anlayışlı toplumun üzerine gidiyor, kamplaştırıyor,  kutuplaştırıyor ve buradan besleniyor. İşte biz bu beslenme damarını kesmeliyiz. Aksi halde Türkiye çok büyük bir felakete sürüklenecek ve o zaman artık işin içinden çıkacak formüller üretemeyecek hâle geleceğiz. Bunu engellemenin yolu, bugün bir arada bu anlayışa karşı birlikte mücadele etmektir. Ve biz HDP olarak tam da bunu yaptık kampanya boyunca. Böylelikle gerçek anlamda bir başarı sağladık diyebilirim.

İktidar seçim sürecinde DTK Eşbaşkanı Leyla Güven öncülüğünde devam eden açlık grevlerini, cezaevlerinden cenazeler çıkmasına rağmen görmezden geldi. Hükümetin bu tutumunun, seçim süreciyle ilgisi ne orandadır?

Biraz önce de söylediğimiz gibi şiddet meselesi, beka meselesi, iktidarın faşizmi kurumsallaştırma meselesi ve Kürt sorununu çözümsüz bırakma tutumu aslında bu soruya da yanıt veriyor. Kürt meselesi nasıl çözülür? Bittabi muhatabıyla çözülür. Bu mesele bugün çözümsüz kalıyorsa devletin izlemiş olduğu savaş politikaları nedeniyle çözümsüz kalıyor. Oysa demokratik zeminde, geçmişte çözümün mümkün olabileceğine dair Türkiye halklarının hafızası hâlâ taze, çok canlı. Bu canlı hafızaya dönüp baktığımızda, meselesinin muhatabıyla çözülür yanıtının fotoğrafını bile görürsünüz. Muhatap Sayın Öcalan’dır.

Çözüm sürecine dair net konuşmak gerekirse 2013-2015 arasında Türkiye’nin yaşadığı dönemi yeniden ele alıp, değerlendirip, o dönemde eksik bırakılan yerlerin bir an önce doldurulmasıyla mümkün olduğuna herkes kanaat getirecektir. Bir kere her şeyden önce, Sayın Öcalan’la görüşüldüğü sürece, yani “masa mesafesi” korunduğu sürece Türkiye umutluydu. Kalıcı bir barış için, çözüm için umutlanmıştı. Çünkü meselenin muhatabıyla görüşülüyordu. Bunun muhatabı biz değiliz, muhatap herhangi biri olamaz, herhangi bir kurum-kuruluş olamaz. Bugün Sayın Öcalan üzerinde mutlak tecrit vardır ve bırakın devleti, kimse görüşme olanağına sahip değil kendisiyle. Peki nasıl olacak? Böyle bir durumda, muhatabı yok sayarak sorun nasıl çözülecek? Devlet diyor ki ben masayı devirdim, masa mesafesi istemiyorum, top atışı mesafesi istiyorum, savaşmak istiyorum ve savaşıyorum. O kadar bombanın, topun, merminin arasında da demokratik siyasetin sesi duyulmuyor. Demokratik siyasetin sesinin duyulabilmesi için masanın kurulması ve yeniden masa mesafesine gelinmesi gerekiyor. Biz de bu yüzden ısrarla diyoruz ki, burada muhatap bellidir. Bunu başka bir figürle konuşup çözme şansınız yok ki, bu açık değil mi? Hayır diyor ama devlet, ben savaşla çözeceğim. Biz şimdi bir siyasi parti olarak, devletin bu politikasını eleştiriyoruz, buna muhalefet ediyoruz. Fakat devlet hiç mi aynaya bakmıyor, iktidar hiç mi kendini eleştirmiyor? Üzerine saatlerce konuşabileceğimiz bu mesele 40 yılı aşkın bir süredir sürüyor. Savaşta bunca ısrar sonucu gelinen yer neresidir? Maddi-manevi yaşananların bilançosunu devlet hiç mi çıkarmıyor, analizini yapmıyor? HDP söylüyor diye kulaklarını tıkamak, bizi düşmanlaştırmak yerine en azından artık iktidar da devlet de dönüp bu bilançoyu önüne koymalıdır. Savaş politikasındaki bu ısrar, hem meseleyi çözümsüz bırakıyor hem de Türkiye’nin diğer bütün meselelerini çok daha içinden çıkılmaz bir yere sürüklüyor. Bunu anlamak konusunda bu kadar acze düşmüşseniz, o zaman gerçekten bu iktidar için yolun sonuna gelinmiştir demektir.

Elbette 7 Haziran sonrası ve 22 Temmuz 2015 ile başlayan uzun bir süreden sonra bu seçime gelindi. Siz de bu seçim için tüm koşulara vakıf şekilde bir strateji belirlediniz ve gereğini yapmaya çalıştınız. Öncellikle seçim stratejinizi nasıl belirlediniz, bunun ittifaklarını nasıl oluşturdunuz ve hedefiniz neydi? Bu hedefe kilitlenirken buna uygun argüman geliştirme ve toplumla paylaşma konusunda zorluklar oldu mu?

Bütün bu gidişata baktığımızda, mesela 31 Mart seçimlerine gidilirken birkaç tane belediye başkanlığı kazanmak, belediye meclis üyeliği kazanmak olarak okunamaz. Bu her şeyden önce bizim “Ortak vatanda demokratik cumhuriyet” anlayışımızla çelişir. Çünkü ortak vatanda bir demokratik cumhuriyet mücadelemiz varsa bu her şeyden önce, bugünkü tekçi, anti-demokratik kurguyu, faşizmin kurumsallaşması dediğimiz yapılanmayı durdurmakla başlayabiliriz. 31 Mart yerel seçimlerine giderken alışılagelmiş bir yerel seçim anlayışıyla hareket edemezdik ve etmedik de. Büyük fotoğrafa baktık. Faşizmin kurumsallaşmasını durdurmalıydık. Bunu da ancak biz yapabilirdik ve biz yaptık. Dolayısıyla şimdi kalkıp, meseleyi herkesin belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği gibi olağan yerel yönetim seçimleri ölçeğinde tartması çok anlamlı değil.

Biz, AKP-MHP blokunu durdurduk mu? Evet. Yerellerden başlayarak bu hamleyi yapmamız Türkiye’yi demokrasi anlamında daha umutvari bir yere taşıdı mı? Evet. Şimdi demokrasi güçleri, toplumsal muhalefet daha özgüvenli mi? Evet. Tüm bu soruların yanıtı evet ise başlangıç stratejimiz amacına ulaşmıştır. Yeterli midir? Hayır. Daha katedecek yolumuz var. Ancak bu adımın atılması çok önemliydi. İnsanlar sandığa gitme umudunu, hevesini kaybetmişti. Bir şeyleri değiştirebiliriz umudunu tümüyle yitirmiş bir topluma, evet değiştirebiliriz dedik. Bir oy dünyayı değiştirir dedik ve sandığa gittik. Sandığa gitmeyenler var, bunların arasında AKP’liler de var, sandığı kaçırılanlar var, sandığa gidemeyenler var. Biz de amaçladığımız bazı belediyelerimizi kazanamadık, bunun birçok nedeni var. Ama asıl odaklandığımız yere baktık. Asıl odaklandığımız meselede de çok büyük bir adım attığımıza inanıyorum. Türkiye halkları hangi partiye oy vermiş olursa olsun, bugün veya geçmişte, farklı bir sabaha uyandığını hissediyor. Düne göre daha umudvar. Bir gidişata, bazılarının tanımlayamadığı, nereye gidiyoruz sorusuna ürkerek yaklaştığı bir meselede, bunu durdurabiliriz, yeniden sağlıklı bir hatta oturtabiliriz duygusu açığa çıkmıştır.

9 Nisan 2019