HDP grubu adına İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in Cumhurbaşkanlığı Bütçesi üzerine konuşması

26. Birleşim
11 Aralık 2014

Bu yasama döneminin son bütçe görüşmesi vesilesiyle, bu yasama döneminin başından beri bizlerden daha fazla sıkıntı, efor, emek sarf eden Meclis emekçisi bütün arkadaşlarımıza, bütün Meclis çalışanlarına teşekkürlerimizi ve bir parça mahcubiyetimizi beyan ediyorum. Kavas arkadaşlar başta olmak üzere, taşeronlaştırılan işçiler konusunda bütün grup başkan vekillerinin mutabakatı, rızası olmasına rağmen sorunlarının hâlen devam ediyor oluşunu da bu Meclisin bir üyesi olarak, kendimizin bir eksiği ve telafi edilmesi gereken bir eksiği olarak dileyerek, bunu belirterek konuşmama başlamak istiyorum.

Şimdi, bütçenin teknik yönleriyle ilgili, her siyasal partiden birçok arkadaşımız ayrıntılı değerlendirmeler yaptılar. Bir karakteri var bütçenin. Bu bütçe, yoksuldan yana, mazlumdan yana, ötekileştirilenlerden yana bir bütçe olma niteliği taşımıyor. Yönelimine baktığımız zaman da bu ülkede gelir dağılımındaki eşitsizliği, adaletsizliği ortadan kaldırmaya dönük bir niyet ve fotoğraf içermediğini de hep birlikte görüyoruz. Onun için, bunun aslında Hükûmet de farkında. Bir anlamda, bunu bir acziyet ya da zaruret bütçesi olarak değerlendirmek haksızlık olmaz. Hâldeki durum bu. Yatırımlara dönük hiçbir gelişme ya da irade söz konusu değil, spekülatif para hareketleriyle bu ekonomiyi ayakta tutmaya çalışan ve büyük risklere gibi bir kırılganlık içeriyor.

Dolayısıyla, özellikle çözüm süreci başladığından beri müzakere heyetinde yer alan bir arkadaşınız olarak biraz yüce Meclisi süreç hakkında bilgilendirmek istiyorum. Çünkü “süreç eşittir demokrasi” olarak ifade ediyoruz. Dolayısıyla, demokratikleşmeyen bir ülkenin bütçesinden de bunu beklemek akla aykırı.

Son gelişmelerde, özellikle bu kürsüye çıkan birçok arkadaşımız da 6-7 Ekim ve Kobani olaylarından başlatarak çözüm sürecine dönük eleştirilerini dile getiriyorlar. Ben size Kobani’den başlayarak kamu güvenliği anlayışına gelen noktaya dair birkaç değerlendirme söyleyeceğim. Müzakere süreci nedir, ne oluyor; bundan yakınan arkadaşlarımız var, onlara müzakere sürecinde neler oluyor, çözüm sürecinde neler oluyor onlara dair bilgi vermeye çalışacağım, bir de özerklik meselesini açıklamaya çalışacağım.

Şimdi, Kobani’de ne oldu da 6-7 Ekim gibi bir olayın içinde bulduk kendimizi? Kobani’de olan şuydu arkadaşlar: Bir halk, yapay sınırlarla ayrılmış akrabalarının, gözü önünde katliam tehdidi altında olduğunu gördü. Bunu biz, başta parti yetkili kurullarımız ve özellikle İmralı heyeti olarak defalarca devlet ve Hükûmet nezdinde yapıcı öneri ve uyarılarımızla birlikte aktarmaya çalıştık. Fakat, o katliamda akrabalarını kaybeden -bakın, halklar bahsinden de ele almıyorum- ya da orada çetelere karşı savaşan evladı olan aileler Kobani sınırına, Suruç’a yığıldılar. Kolluğun yaklaşımı şu oldu oraya biriken insanlara: Bilaistisna, jandarma ve emniyet güçleri her geleni gazladılar ve o alandan uzaklaştırmaya çalıştılar. Biz, Sayın İçişleri Bakanıyla orada bir ortak kriz merkezi kurma ve gelenlerin oradan sağlıklı haber almasını sağlama önerisini yaptık ve bu önerimiz bir miktar kabul de gördü. Fakat, daha bu öneri daha hayata geçmeden orada o kadar şedit uygulamalar gündeme geldi ki, halkta şu izlenim doğdu: “Burada bizim görmemizi istemedikleri şeyler yapıyorlar, burada gözden kaçırılmaya çalışılan bir şeyler oluyor.” Bu böyle olunca, biz uyarılarımızın dozunu can havliyle artırmaya başladık. Çünkü, mutabık kaldığımız ortaklaşma prosedürleri, yani bu işi sulh içinde, bu işi karşılıklı anlayış çerçevesinde ve insanların zarar görmeyeceği bir zeminde yürütme çabalarımız artık bir duvara çarpıp bize geri gelmeye başladı. Orada da kardeşlerimiz göz göre göre katlediliyordu; nasıl ki Gazze’de katlediliyorsa, nasıl ki Halep’te katlediliyorsa, nasıl ki dünyanın herhangi bir yerinde zalimler eliyle öldürülüyorsa, aynı dikkatle, aynı rikkatle halkımızı bu sorumluluğa sahip çıkmaya ve Hükûmetin de bu konuda dikkatini daha yoğun bir şekilde çekmeye çalıştık.

Hayatını kaybeden onlarca yurttaşımız oldu -hiçbir siyasal anlayış ayırmadan söylüyorum- hiçbirini kabullenmek mümkün değil, hiçbirine yanmamak mümkün değil fakat bütün kalbimle ve sürecin içinde birisi olarak söylüyorum ki bir insan, bir parlamenter, bir grup, bir parti bu işe ne kadar insani temelde yaklaşabilirse o kadar yaklaştık. Ondan sonra olanlar Hükûmette şöyle bir reflekse yol açtı: Tutturdular bu süreci kamu güvenliği gibi ne olduğu konusunda hiç kimsenin mutabık kalmadığı….

Yeni anayasa yazım komisyonundaydım ben, bizimle birlikte çalışan her partiden arkadaşlar vardı. Yeni anayasa yazım komisyonunun en çok tartıştığı meselelerden birisi -Sayın Kart da burada, bakıyorum başka arkadaşlarımız var mı- kamu güvenliği ve kamu düzeni nedir, neye benzer, sınırları nedir, içeriği nedir, nerelerde sınırlanabilir, bu. Temel haklar söz konusu olduğunda iktidarın temel haklara anayasal bazda yaklaşımı da hep şu refleksle sürüyordu: Bir hak veriliyor, sınırlama gerekçesi olarak kamu düzeni, kamu güvenliği, genel ahlak; bu üçü fennî gübre gibi bütün temel hak maddelerinin arasına serpiştiriliyordu. Bunun tartışmasıyla geçti bizim yeni anayasa çalışmamız.

Bugün, gelinen noktada kamu güvenliği için buraya getirilen yasalara baktığımızda, Hükûmetin bundan anladığı, ben “Kamu güvenliği konusunda farklı düşünüyoruz.” diye televizyonlarda da söyledim, bu farkı açmaya bir vesile olsun, meseleye bir asayiş meselesi olarak bakıyorlar. Asayiş meselesi olarak bakarsanız bu memlekette asayişi çerçeveleyen, asayişi düzenleyen gerek yasal düzenlemeler gerek kolluğun sayısı dünyanın bütün diğer ülkelerine rahmet okutacak bollukta. Dolayısıyla, demek ki bu bir asayiş meselesi değil, kamu güvenliği meselesi başka bir teori üzerinden tartışılmaya muhtaç. Ne geldi karşımıza? Ne anladıklarını biz de bilemiyoruz çünkü bir Başbakandan bu beklenmez yani kamu güvenliğini bir asayiş çerçevesine hapsetmesi beklenmez; bunun arkasındaki sosyal, kültürel, ekonomik ve bir dizi başka meselenin neşet ediş biçimi olarak bunu bu kavrayışla ele almadığınız zaman buradan bir yere varılması mümkün değil. Sorun doğru tanımlanmamış olur, çözüm diye de gele gele önümüze -sıkıyönetim yasaları demeyi çok isterdim- sıkıyönetim yasaları da değil darbe yasaları getiriliyor. Meseleye asayiş meselesi olarak bakarsanız geliştireceğiniz çözümün de böyle olması kaçınılmaz. Buradan sayın Hükûmet üyelerine ya da buradaki hazıruna, arkadaşlarımıza şunu belirtmek istiyorum: Bu Kürt’ün olağan şüpheli, makul bile değil, makbul şüpheli sayıldığı dönemleri biz çok yaşadık. Bu ülke, bu ülkenin egemenleri düşman icat etmeden yönetebilme hüner ve kabiliyetine ne sizin zamanınızda ne sizden önce hiçbir zaman sahip olamadılar. Bir zaman, mürteci bu düzenin karşıtıydı, düşmanıydı; bir zaman, komünistler bu düzenin düşmanıydı; bir gün geldi, “bölücüler” adı altında Kürtler bu ülkenin düşmanı oldu; bir gün geldi, sizin yıllarca birlikte bir iktidar paylaştığınız insanlar bu ülkenin düşmanı oldu; yarın siz olacaksınız çünkü bu bir çarkıdevran yani ilanihaye bir düşman icat etmek zorunda. Niye? Demokrasiye bir türlü güvenemiyor. Demokrasiye yaklaşımı, insan haklarına ya da ekonomiye ya da çalışma hayatına yaklaşımı gibi. Orayı dayıbaşlarıyla yönetiyorlar. Dayıbaşıyla yönetilen bir çalışma düzenini demokrasiye de getirip uyguluyorlar. “Birkaç tane dayıbaşı buluruz, bunu hallederiz.” diyorlar. Bu güvenlik yasasının hazırlanışının, içeriğinin bundan başka bir açıklaması yok. Peki ne oldu? Bu ülkede direnen, itiraz eden, hakkını talep eden insanlara baktığınızda bu düzenlemelerin sadece şu sonucu olmuş: Direnenleri çoğaltmış. Eğer siz Kürt halkının direnişini, itirazını güvenlik yasalarıyla, iç güvenlik paketleriyle gerileteceğinizi düşünüyorsanız bu büyük bir yanılgı olur. Sadece 92 Cizre Nevrozu’na bakın, bugün sizin getirdiğiniz o “makbul şüpheli” yaklaşımı var ya, o gün o askerin elindeydi. İnsanlar köşe, kuytu, bucak evlerinden alınıp gerekirse, infaz ediliyorlardı. Kürt olması olağan şüpheli, makbul şüpheli olmasına yetiyordu. Ne oldu? O gün 400 bin kişiydi, bugün 4,5 milyon oldu. Siz güvenlikle Kürt’e yaklaşamazsınız, yaklaşmamalısınız. Savaşa hazırlanarak barışa gidemezsiniz. Bu, eşyanın da, fıtratın da, aklınıza gelen bütün diğer insani ve demokratik şeylerin de yapısına ters.

Kolluk, yargı ve iktidar ilişkisi bu ülkede sadece… Herhangi bir siyasal partiden, ister iktidar ister muhalefet, herhangi bir vekilimiz şuraya gelip “Ben bu cumhuriyetin kurulduğu günden bugüne değin, şu yıl aralığında verdiği mahkeme kararlarının adaletinden mutmainim, kaniyim, adildir, tartışmaya muhtaç değildir.” derse, yok böyle bir şey. Toplumda adalet duygusu ortadan kalkmışsa, siz burada “Var.” diye diretemezsiniz. Bir şey tartışılıyorsa baş ağrısı gibidir yani varsa vardır, konuşulur; yoksa konuşulmaz. Siz hiçbir Batı ülkesinde, Batı demokrasisinde demokrasinin temel meselelerinin tartışma konusu olduğunu gördünüz mü? Burada günümüz bunlarla geçiyor. Niye? Bir sorun var demek ki.

Bu ülkede sorun -adaletsizlik duygusuyla- bir Fenerbahçeliyi çevirin “Adalet hakkında ne düşünüyorsunuz?” deyin. Sarf edeceği sözler adaletin hükmi şahsiyetinden yargılanmayı gerektirir. Bir Trabzonsporluyu çevirin -bakın, hiç siyasete girmiyorum- aynı şekilde konuşur. Beşiktaşlısı… Kimi unuttum? Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi.
Şırnakspor, Amedspor, bunlardan hangisini çevirseniz size böyle diyecek. Peki bir tane “Biz bu adaletten razıyız.” diyen bir futbol takımı bulabilir misiniz? Bulamazsınız.
Çalışanlara sorun. Taşeronlaştırdığınız ve dayıbaşının, olmayan vicdanına, merhametine teslim ettiğiniz insanlara sorun. Birisi “Bu adaletten ben razıyım, adil bir şey yürüyor.” diyebilir mi? Diyemez.

Emekçiler isyan hâlinde, itiraz hâlinde. Değişik inanç sahipleri isyan hâlinde. Alevilere sorun. Bugün, bu Hükûmet geldi geleli -inşallah Kürtlerin akıbeti benzemez- Alevi çalıştayı yapıyor. En az üç dört tanesine ben katıldım vekil olmadan önce. Hâlen çalıştayla… Kimse şu meselenin temel bir insan hakkı meselesi olduğu alfabesinden başlamak istemiyor. Eğer sizin demokrasiyle bir derdiniz varsa can acıtan ve can yakan bir şeydir. Değilse büyük bir özgüvenle yaklaşmanız gereken bir meseledir. Bu meselede siz “kamu güvenliği” dediğinizde bizim aklımıza hep kolluk, yargı ve iktidarın bu cumhuriyet tarihi boyunca sorunlu ilişkisi gelir. Şahit olarak da sizleri gösteriyorum. Sizler, dün türlü, çeşitli ithamlarla “paralel” dediğiniz insanlara, KCK sanıklarına, ondan sonra “Ya, biz yanılmışız, hani bunlara zulüm edilmiştir…” Ergenekon yargılamalarına böyle dediniz. Sonra, bir gün geldi, onları birlikte yargıladığınız insanları yargılamaya başlıyorsunuz. Ben bunların ayrı ayrı patolojisini yapacak değilim. Demek ki yargı meselesinde siz de ferah ferah bir noktada değilsiniz, onun için şahit olarak sizi tutuyorum. Dolayısıyla, yarın neden şikâyet edeceğiniz konusunda insanlara güven telkin edemiyorsunuz çünkü dün de bu cümlelerle itham ediyordunuz, bugün de. İkisinden birinde bir arıza olduğu muhakkak.

Güvenlik yasaları dediğinizde, bu ülke hep bununla idare edilmiş, emin olun buna. 27 Mayısta başlamış. Bugün getirdiğiniz güvenlik paketine bakın, daha o darbeyle Anayasa arasında geçen sürede 27 Mayısın hukuku neyse bugün getirdiğiniz o, 12 Martta neyse bugün o, 12 Eylülde neyse o, 28 Şubatta neyse o. Hukuk, kimsenin babasının keyfine göre eğip bükeceği bir şey değildir, evrensel kriterleri vardır, genel ilkeleri vardır. Bunlara yaslanmayı bir kez kabul ettiğinizde, bu ülkedeki tartışma alanlarının yüzde 80’inden tasarruf etmiş olacağız. Bu dirayeti, bu açık sözlülüğü ve bu özgüvenli yaklaşımı bir türlü geliştiremiyorsunuz. Onun için, bu da bir fayda getirmeyecektir, sadece sorunu ve direnenleri çoğaltmaya yarayacaktır, hem vallahi hem billahi. 27 Mayısı çıkın, tevellüdüm ona müsait değil, bu ülkenin diğer bütün darbe dönemlerini görmüş, bir kısmında da bedel ödemiş birisi olarak söylüyorum, iyi kötü merak eden, ortalama insandan daha fazla araştıran birisi olarak söylüyorum.

Gelelim özerklik meselesine. Öyle bir algı oluşturuldu ki “Müzakerede özerklik mi konuşuluyor…” Ne mâni? Bunun antagonisti ne yani karşıtı ne? Hâlihazırdaki merkeziyetçi tutum. Ben özellikle sosyal demokrat arkadaşlarımızın ya da belli kalemlerin buna gösterdiği tepkiyi hele hiç anlayamıyorum. Bugün artık yerel yönetimin güçlendirilmesi, bunun adı özerkliktir. Yerel yönetimin kendisi hakkında karar vermesi özerkliktir. Karar süreçlerine etkin olarak katılması özerkliktir, biz buna bir de demokratik olma vasfını eklemişiz. Fakat bu ülkede kanın sürmesini isteyen, barışa hazırlıklı olmayan herkes özerkliği bir bölünme paranoyasıyla eşit hâle getirdi, bunun üzerinden bir siyaset geliştirmeye çalışıyor.

Özerklik, tam tersine, bir hakkın, demokrasi ve ortak ve vatanın teminatı demektir. Bunu da belirtiyorum. Eğer özerk olsaydık, özerklikle yönetiliyor olsaydık ne Ermenek ne Soma’yı yaşamazdık.

Karar süreçlerine etkin katılmanın nesi var? Bu, bir ülkeyi niye bölsün? Oradaki, orada yaşayan halkların sosyal, kültürel bütün yönelimlerine, tercihlerine ve kökenlerine dair kendilerinin kendi bütçelerinden istediklerini yapmalarına ne mani? Eğer, Soma, Ermenek özerk olsaydı, Soma’yı söyleyeyim, oralarda o zeytin ağacını söktürtmezdi o insanlar. Ankara’dan oraya ahkâm kesmeye kalkınca bunlar oluyor. Onun için, sadece bu işi Kürt meselesi gibi ele almayın, eksik kavramış olursunuz. Bu, tam da bütün bu demokratik sorun alanlarının, demokrasimizde yaşanan sorun alanlarının çözümünün, biricik, bugüne kadar geliştirilmiş en yetkin yoludur. Üstelik, biz buna gizli saklı da demiyoruz; Anayasa teklifimizde var, bu, bizim parti programımızda var. İçinde bölünmeye hizmet edecek ya da bölünmeyi tetikleyecek bir tek cümle söyleyenin de alnını karışlarım. Bugün, buyursun, getirsin, desin: “Bakın, sizin tüzüğünüzde şu var. Bu, eğer çözümün zemini olursa buraya gider.” Onun için, artık söyleyeceğimiz sözleri de aman, süreç zarar görmesin diye özenle, kırk kantarda tartarak söylemek zorunda kalıyoruz. Müzakere böyle olmaz. Bütün diğer muhalefet partilerinden bu sürece katılarak katkı sunmalarını...

İster eleştiriyle... Parlamentoya getirdik, üye vermediniz. Ne oradan ahkâm kesiyorsun?
Çözüm Komisyonu yaptık, üye verdiniz mi? Kaldık biz AK PARTİ’yle baş başa.
Verdiniz mi üye? Çözüm Komisyonu yaptınız. Oradan öyle parmak sallamak kolay.
Şurada sana düzgün düzgün anlatıyorum. Sosyalist Enternasyonale üye değil misin? Git, bak bakalım şeyine...

Git bak, sizin Sosyalist Enternasyonal bağlamıyor mu sizi? “Parlamentoya getirin...” Aha, getirdik Parlamentoya. Çözüm Komisyonu orada. Adamı raydan çıkarıyorsunuz.
Üye vermediniz Sayın Gök, lütfen hatırlayın.
Teşekkür ederim.