Sancar: Seçim ittifakı tartışmalarının ötesinde güçlü bir demokrasi, özgürlük ve barış bloku hedefliyoruz

Eş Genel Başkanımız Mithat Sancar'ın Bir+Bir'e verdiği röportaj:

Kobanî ile dayanışma gösterilerinin altıncı yıldönümüne denk getirilen büyük HDP operasyonu, ardından sol muhalefete, Kürt basınına yeni operasyonlar ve HDP’nin kapatılmasının gündeme sürülmesi... Peki, hedef tahtasındaki HDP nasıl bir yol izlemeyi düşünüyor, muhalefet cephesine ne öneriyor? HDP eş genel başkanı Mithat Sancar’ı dinliyoruz.

HDP’ye yönelik son büyük operasyonun altı yıl önce, 6-8 Ekim 2014’teki IŞİD’in Kobanê işgali ve Türkiye’nin tutumunu protesto gösterilerinin yıldönümüne denk getirilmesi sizce özel bir mânâ taşıyor mu?

Mithat Sancar: Evet, iktidarın bu tarih, zamanlama sembolizmine dair söylenecek çok şey var. Bunu bir rastlantı olarak görmek saflık olur. Daha önce de buna benzer “denk getirmelere” tanık olduk. Belli olayları, belli hamleleri belirlenmiş tarihlere denk getirme yönünde bir plan var. 15 Temmuz’dan bu yana yoğunlaşan yeni rejimi yerleştirme politikasının bir parçası bu zamanlama sembolizmi. Yeni rejimin hukuki altyapısını 2017 anayasa değişikliğiyle büyük ölçüde sağladılar. Şimdi bunun kurumsal altyapısını, devleti ve bürokrasiyi yeniden dizayn ederek üniversitelerden güvenlik aygıtına kadar her alanda kurmaya çalışıyorlar. Fakat bu çabanın bir de psikolojik boyutu, hegemonyayla bağlantılı boyutları var. Bunun için de mitler üretmeye, efsaneler yaratmaya ve belirlenmiş tarihleri sembolize etmeye ihtiyaç duyuyorlar. Bu ihtiyacı karşılamak üzere de Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nı işlevselleştiriyorlar. HDP’ye yönelik bu siyasi operasyonun 6-8 Ekim’e bu bağlamda denk getirildiği kanaatindeyim. Elbette başka niyet ve hedefleri var, ama bu hedeflerini de zamanlama sembolizmiyle sabitlemek istiyorlar.

“Başka niyet ve hedefler”den kastınız ne?

Gözdağı, sindirme, kudret gösterisi, muktedir olduğuna dair bir şov söz konusu. İhtiyaç duyduğu seçmen alanını elde tutma veya kaçan desteği geri getirme gibi hesaplar da var. Ancak, bunun ötesine geçen bir fiziki güç ve çıplak iktidar konsolidasyonu hedefini de mutlaka eklememiz lâzım. Bunun çok daha uzun vadeli bir hedef olduğunu akıldan çıkarmayalım. Öte yandan, iktidar bütün toplumsal muhalefet kesimlerine karşı, her şeye kadir olduğu mesajını vermek, bunu yaparken de yeni, kurgulanmış bir toplumsal hafıza oluşturmak istiyor. Onun için de belli olayları yeni rejimin ihtiyaçlarına göre toplumsal hafızaya nakşetmeyi hedefliyorlar.

İletişim Başkanlığı’nı Nazilerin Propaganda Bakanlığı’na benzetenler var. Yeni iletişim teknolojileri ve iktidarın uygulamalarının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı tepki, yürütülen kara propagandayı etkisizleştirebilir mi?

Bu tür propaganda faaliyetlerinin nasıl yürütüldüğüne bağlı olarak sonuç değişebilir. Bu faaliyeti arkaik söylemlerle mi, manipüle edici, profesyonel iletişim taktikleriyle mi yürüttüğünüz belirleyicidir. Bu tür propaganda yöntemleri sadece Naziler için değil, bütün otoriter rejimler açısından vazgeçilmezdir. Yeni otoriter, popülist rejimler eski propaganda yöntemlerini çağa, çağın şartlarına ve gereklerine profesyonelce uyarlama çabasındalar. Bu propagandalarının manipülatif gücünün etkisiz olduğunu söylemek, karşınızdaki gücü küçümsemek ve ona karşı mücadele yöntemleri geliştirmeyi ihmal etmektir. Sonuçta sistematik bir zihin tahakküm süreci işletiliyor, beyinleri tahakküm altında tutma operasyonu yürütülüyor. Bu rejimin bugüne kadar bu yöntemin faydalarını görmediğini söyleyemeyiz.

Muhalefetin buna karşı yapabileceklerinin sınırı nedir?

Elbette bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, iktidarların propaganda yöntemlerinin istedikleri amaçlara mutlak bir biçimde hizmet etmesini engelliyor. Farklı kaynak, bilgi ve iletişim kaynaklarını muhalefet de kullanabiliyor. Nitekim, Türkiye dahil mevcut otoriter rejimlere baktığımızda, eski tip otoriter rejimlerin ulaştığı etki düzeyine ulaşamadıklarını görüyoruz. Hep bıçak sırtındalar. Evet, şimdilik çoğunlukla seçimleri kazanıyorlar, ama şartları lehlerine çevirmeye yönelik bütün müdahalelere rağmen kıl payı farkla kazanabiliyorlar. Dolayısıyla Orwell’ın 1984‘ünün, Zamyatin’in Biz distopyasının işleyebileceği zamanlarda değiliz. Bununla birlikte, iktidarın bürokratik aygıtlarının bunun için seferber edilen büyük çaplı imkânlarının, ağır baskı altında tutulan muhalefetinkiyle mukayese edilmesinin doğru olmadığını da unutmamalıyız. Ancak, ortada çok büyük bir haksızlık olduğu halde iktidarın kıl payı seçim kazanması gücünün sınırlarını gözler önüne seriyor. Artık otoriter iktidarların her şeyi mutlak biçimde kontrol edebilecekleri bir dünyada değiliz.

Bunca yoksulluğa, zulme, çürümüşlüğe, haksızlığa, hukuksuzluğa rağmen nasıl oluyor da iktidar hâlâ yüzde 30-40 dolaylarında destek bulabiliyor?

Çünkü alternatif programlar güçlü ve etkili bir biçimde kamuoyuna sunulamıyor. Elbette toplumsal muhalefet mücadeleden vazgeçmiyor. Kadın hareketinden hekimlere, barolara, çevre ve ekoloji hareketlerinden yeterince sistematik ve kapsamlı olmasa da emek alanına, yürütülen mücadeleler bunun başlıca örnekleri olarak gösterilebilir. Tabii ki HDP de tüm baskılara rağmen varlığını ve mücadelesini sürdürüyor. Fakat iktidarın bugüne kadar çok farklı yöntemlerle dengeleri bir şekilde lehine çevirmeyi becerdiğini biliyoruz. Muhalefetin sorunlara ve çözümlere büyük bir konsantrasyonla odaklanmasını ve bu yönde etkili olmasını engelleyecek iktidar manevralarının başında milliyetçilik, HDP ve Kürt sorunu üzerinden düşmanlaştırma, dış politikada militarizm geliyor. Bu yollarla, muhalefetin çok ciddi meselelerde en hafif tabirle nötrleşmesi, ama çoğu zaman da iktidarın gölgesinde durması sağlanabiliyor. Bu da iktidarın hegemonya üstünlüğünü birçok alanda diri tutmasına neden oluyor. İktidara karşı sert bir muhalefetin olduğunu düşündüğümüz pek çok anda, birdenbire bir dış politika meselesini gündeme getirip HDP dışındaki muhalefeti aynı dilin içine hapsedebiliyorlar. Böylece Kürt sorununa ve HDP’ye yaklaşım konusunda muhalefette büyük bir ürkeklik yaratılabiliyor.

CHP başta olmak üzere, muhalefetin HDP’ye yaklaşımı ürkeklikten mi, ideolojik motivasyonunun farklılığından mı kaynaklanıyor?

Elbette ideolojik meseleler de var. Güçlü bir biçimde yan yana gelememek sadece ürkeklikle açıklanamaz.

Bu sorun nasıl aşılabilir?

Yapısal sorunlar belli yöntemlerle, bunca yılın tecrübesi ışığında yürütülecek diyalogla, müzakereyle aşılabilir. Muhalefet partileri arasında pekâlâ şimdiye kadar olandan daha ileri bir diyalog geliştirilebilir. Fakat iktidar hamlelerinin şimdiye kadar muhalefetteki bu dönüşüm ihtimalini engellemekte başarılı olduğu görülüyor.

HDP’ye yapılan son operasyon üzerine Kemal Kılıçdaroğlu, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan dahil pek çok parti yöneticisi doğrudan sizi arayıp dayanışma mesajları verdi. Bu mesajları nasıl yorumluyorsunuz?

Sadece bahsini ettiğiniz liderler değil, sayısız eski-mevcut milletvekili, siyasetçi, aydın, yazar doğrudan arayıp destek mesajları verdi. Bunu bir kırılma işareti olarak yorumlayabiliriz. Çünkü bir kere, iktidarın ayrıştırıcı taktikleri çok fazla kullanması bir aşınma yarattı. İkincisi, hayat en iyi öğreticidir.

Hangi bağlamda?

Bize yönelik saldırılara sessiz kalmaları, diğer muhalefet güçlerini benzer saldırılardan kurtarmadığı gibi, iktidarın onlara da yönelme konusundaki iştahını iyice kabarttı. Elbette son operasyon üzerine bize yönelik dayanışma mesajı gönderenlerin her şeyi anladığını ve yaşanan kırılmanın çok net olduğunu söylemek için henüz erken. Yaygın bir dayanışma var ve muhalefet partilerinin bu yaptıklarını da önemli ve değerli buluyoruz. Öte yandan, bunlar yeterli mi sorusunun yanıtını bizim vermemiz doğru olmaz. Sonuçta her partinin kendi tabanı, ama bir de demokratik kamuoyu var. Dolayısıyla, partilerin kendi tabanlarıyla demokratik kamuoyu arasında bir yakınlaşma sağlandığı ölçüde bu tür mesajların hem güçleneceğini, etkili olacağını hem de kalıcılaşabileceğini düşünüyorum.

27 Temmuz’da, İzmir’de “HDP’siz olmaz, ama sadece HDP ile de olmaz” demiştiniz. HDP dışındakilerden kastınız CHP ve yeni sağ partiler mi?

Ben bu sözü daha önce de sarf etmiştim. “HDP’siz olmaz, ama sadece HDP ile de olmaz” sözümüz, toplumsal demokrasi ittifakı çağrısıdır. Ve önceliği seçime dönük değildir. Öncelikli muhatabı da ülkeyi özgürlük, demokrasi, barış gibi değerler üzerinden yeniden inşa etme hedefi olan tüm demokratik, toplumsal güçlerdir. Bu güçlerle birlikteliği sağlayabilirsek, önümüzdeki dönemin ittifak tartışmalarının sistem içi restorasyon çerçevesine hapsolmasını da engelleriz. Bizim sistem içi restorasyonla sınırlı bir politikamız kesinlikle yok. Aksine, güçlü bir özgürlük, demokrasi, barış gücü ortaya çıkarmayı hedefliyoruz. Seçimlerde ittifak meselesi elbette gündeme gelecektir. Bu meseleyi önemsiyoruz ve elbette ciddiyetle değerlendireceğiz. Ancak, bizim öncelikli hedefimiz seçime dönük ittifak tartışmalarının çok ötesine geçen güçlü bir demokrasi, özgürlük ve barış bloku oluşturmaktır. Anti-faşist bloku bunun içinde düşünmeliyiz. Bu yöndeki çağrımızın muhatapları bellidir aslında.

Kimler?

Tüm dışlananlar, bütün ezilenlerdir. Emekçilerdir, kimliklerinden dolayı baskı görenlerdir, inanç gruplarıdır, sol-sosyalist-demokratik güçlerdir. Biz böyle bir üçüncü yolu birlikte inşa etmeliyiz. Ve bu sadece bizimle olmaz, ama bizsiz de olmaz.

“Seçimlerde ittifak meselesi gündeme gelecektir” diyorsunuz. Bu ittifak tartışmalarını Millet İttifakı bileşenleriyle mi yapacaksınız?

Şu aşamada böyle bir tartışmaya girmeyi gerekli ve faydalı bulmuyoruz. Bizim öncelikli hedefimiz geleceği inşa etmeyi önüne hedef olarak koyan, güçlü bir birliktelik oluşturmaktır. Buna toplumsal demokrasi ittifakı da denebilir. Bunu oluşturabilirsek, o zaman çok daha sağlıklı, güçlü bir zeminde seçimlere dönük ittifak tartışmalarını da yürütebiliriz. Böylece sistemin restorasyonu tartışmalarının ötesine geçerek bir dönüşüm ve ilerleme programı gündeme getirebiliriz.

Muhataplarınızda “ne sadece bizimle ne de bizsiz” sözünüzün bir karşılığı var mı?

Şu anda tatminkâr düzeyde bir yankı, bir karşılık oluştuğunu söylersem abartmış olurum. Ama çok farklı çevrelerin de buna bir şekilde olumlu işaretler verdiğini söyleyebilirim. Bununla birlikte güçlü bir birlikteliğin hemen oluşmasını beklemek gerçekçi de değil. Biz çok zor bir dönemde, 1 Haziran 2020’de yeniden yola çıkarak çağrılar yaptık, ardından demokratik eylem programı oluşturduk. Şimdi buna yönelik olumlu değerlendirmelerin artmakta olduğunu memnuniyetle görüyoruz. Fakat, tekrar söylüyorum, sadece HDP ile olmaz. Bu çağrının çok daha geniş çevrelerde tartışılmasını teşvik edecek müdahalelere de ihtiyaç var. Bunun için inisiyatifler ortaya çıkmalı. Biz bir programı, bir hedefi ortaya koyuyoruz, ama usûl ve mekanizmalar konusunda somutlaşmaya ihtiyaç var. Öncelikle, demokratik eylem programımızın bir siyasal etki olarak daha görünür hale gelmesi gerekiyor. Böyle bir siyasal ruhun, etkinin oluşması için herkes çaba harcamalıdır. Pazarlığa ihtiyaç duyacak bir birliktelik çağrısı değil bizimki. Yan yana gelmenin biçimlerini, her bir öznenin bulunduğu yerden değerlendirmesi gerekiyor. Sonraki aşamada, yan yanalığı somutlaştırarak ilerlemek mümkün olur. Bunun için de çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Yakında bu yönde daha somut girişimlerimiz de olacak.

31 Mart seçimlerinde, Türkiye’nin batısında, pazarlık konusu yapmadan CHP adaylarının karşısına aday çıkarmadınız. Bu tutumu eleştirilenler de oldu. Önümüzdeki süreçte benzer bir ittifaklaşmanın HDP açısından “olmazsa olmaz”ları neler?

Ayrıntılı bir programı şimdiden ilan etmek doğru olmaz. 31 Mart’taki seçim stratejimiz tam da az önce belirttiğim siyasi etkiyi yarattı. Yani somut mekanizmalara ihtiyaç olmadan, belli kesimler arasındaki duvarların yıkılması tabanda sağlandı. İletişimi kuvvetlendirdi, etkileşimi hızlandırdı. Esas ilişkiler tabanda kuruldu.

Tavanda nasıl bir etkisi oldu?

31 Mart hamlemizin tavana sınırlı da olsa etkileri oldu, ama sonuç itibariyle toplamda bir siyasi etki yarattı. Ayrıca, iktidarın kaybetmesi psikolojisinin bozulmasını, muhalefetin ise umutlanmasını sağladı. Bu umudu büyüterek ilerlemek, açık tanımlamalarla tartışmak gerekiyor. Diğer yandan, seçime dönük ittifak tartışmalarına giderken bir onarım programı üzerinde mutabakat sağlama hedefini öne koyuyoruz.

Onarım programından kastınız ne?

Son beş yılda çok ağır tahribatlar, haksızlıklar yaşandı, zulümler yapıldı. OHAL sonrası kayyım rejimi ikinci dönemdir sürdürülüyor mesela. İhraçlar, keyfi yargılamalar, keyfi tutuklamalar hakeza. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ başta olmak üzere, binlerce siyasetçi, Osman Kavala, Ahmet Altan gibi onlarca aydın, yazar, gazeteci, muhalif insan rehin alınmış vaziyette. Muhalefet tüm bu enkaza karşı, başta bir yargı reformu olmak üzere, bir onarım programı önerisiyle öne çıkmalıdır. Onarım programından sonra, muhalefetin ayrıca bir geçiş programının olması lâzım. Eğer cumhurbaşkanlığı seçimini muhalefet kazanırsa, örneğin, ilk altı ayda ne yapacaktır? Nasıl bir yasal ve anayasal düzenleme öncelikli olarak gündeme alınacaktır? Bunların üzerinde tartışmamız gerekiyor. Kürt sorununa yaklaşım nasıl olacaktır? Nasıl bir programdan ziyade, nasıl bir yöntem tercih edilecektir? Bizim yöntemimiz bellidir: Demokratik zeminde müzakere ve diyaloğa açık olmak. Savaşı sona erdirecek yöntemler de bunlardır. Muhalefetin, şimdiki baskıcı, güvenlikçi, inkârcı, tasfiyeci politikalarından farklı bir yol, yöntem, politika önermesi gerekiyor.

Aksi halde?

Aksi halde, hem siyasal hem sosyolojik açıdan muhalefetin seçim öncesi ve sonrasında güçlü olmasının bir yolu yok. Kürtleri ikna etmeyen, HDP’yi siyaseten içermeyen bir muhalefet blokunun iktidardan farklı bir noktaya ilerlemesi gerçekçi görünmüyor. Oysa biz geleceğe dönük bir dönüşüm istiyoruz. “Restorasyon mu, yeniden inşa mı” tartışmasında, restorasyonun onarım kısmını önemsiyoruz, ama hükümet sisteminde yapılacak değişiklik restorasyondan ibaret kalmamalıdır. Yeniden parlamenter sisteme geçileceği zaman, onun eski dönem parlamenter sistemden ileri olması gerekiyor. Kürt sorununa yaklaşımda, toplumsal-siyasal meseleleri ele almada, toplumun siyasete katılımını ve kamusal denetimin yerleştirilmesini sağlamada, belli alanlarda kamucu politikalar tercihinde, yerel demokrasinin ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesinde eskisinden farklı bir perspektif olmalı.

İktidar cenahında MHP, Millet İttifakı cenahında İyi Parti, milliyetçi söylem ve ideolojiyi dayatıyor. İçinde İyi Parti’nin olduğu bir Millet İttifakı’nın Kürt meselesi konusunda diyaloğa kapı açması söz konusu mu?

Biz bir program ve bir yöntem geliştiriyor ve öneriyoruz. Bunun etkili olması için şartları oluşturmaya dönük çalışmalar yürütüyoruz ve bu çalışmaların güçlenmesi için çağrılar yapıyoruz. Başarılı olacağımızın, daha doğrusu istediğimiz sonuçlara ulaşacağımızın garantisi yok, fakat siyaset başarıyı toplumsal güç haline gelerek sağlama sanatıdır. Bunu deneyeceğiz. Bunu denemek zorundayız, başka yolu yok. Ayrıca, Millet İttifakı’nın dönüşüme mutlak kapalı bir siyasi yapı olduğunu iddia etmek fazla karamsarlık olur.

Öte yandan, iktidarın seçimle gitmeye niyeti olmadığına, dolayısıyla seçim beklentisinin beyhudeliğine dair değerlendirmeler var. Bu değerlendirmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

Bütün otoriter sağ rejimlerin ortak noktası, seçimlere kendileri için en elverişli zeminde gitmektir. Hatta zaferi garanti edecek şartlarda seçime gitmeyi hedeflerler. Ama başta da söylediğim gibi, bunca çabaya rağmen iletişim alanında bile mutlak bir hâkimiyet kuramıyorlar. Seçimle gitmeyeceklerine dair bir varsayımla hareket etmek ise tam da iktidarın sağlamaya çalıştığı psikolojiye hapsolmaktır. Teslimiyettir bu ve insanları sinizme götürür. “Bunlar zaten seçimle gitmez” dediğiniz zaman, yapmanız gerekenleri yapmamaya, uğraşmaktan, mücadele etmekten vazgeçmeye başlarsınız. Bizim böyle bir lüksümüz yok. Bu iktidarın hiçbir biçimde gitmek istemediğine şüphe yok. Önemli olan ona teslim olmamak. Seçim gelip çattığında, umutsuzluk içinde elimiz-kolumuz bağlı olursa, esas felaket o zaman yaşanır. Eğer güçlü bir toplumsal mücadele hattı, birlikteliği ve programı oluşturabilirsek, o zaman seçimde giderler mi, gitmezler mi tartışması anlamını büyük ölçüde yitirir. Gitmezse ne olacağını o zaman konuşalım. “Bu iktidar seçimle gitmez” psikolojisinin en yoğun olduğu dönem 31 Mart öncesiydi, ama gördük ki ciddi biçimde kaybedebiliyor. Bu kayıptan muhtemelen iktidar ders çıkarır, daha fazla tedbir almaya çalışır. Ama biz de ders çıkarmalıyız ve daha fazla çalışmalıyız. Yani 31 Mart’ın da çok ötesine geçen şeyler yapma mecburiyetimiz var.

Kuzey Suriye’de, Güney Kürdistan’da, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve şimdi Kafkasya’da doğrudan veya dolaylı bir savaş stratejisi yürütülüyor. Beş ayrı cephede yürütülen bu strateji ne anlama geliyor?

Bu sadece konjonktürel, günü kurtarmaya dönük taktiksel hedefler üzerinden okunacak bir strateji değil. Bu stratejinin çok önemli siyasal, ideolojik dayanakları var. Bu iktidarı İttihatçı-İslamcı bir koalisyon olarak adlandırmak mümkün. Koalisyonun bir yanı İslamcılığa dayalı yeni-Osmanlıcı hegemonya hülyasının, diğer yanı da Türkçülüğe dayalı bir tür yaşam alanı, Lebensraum doktrinine bağlayabileceğimiz bölgesel güç olma hayallerinin peşinde. Uluslararası sistemdeki kaotik ortam da, Türkiye başta olmak üzere, bölgesel aktörlere yeni alanlar açıyor. Türkiye rejimi bölgesel olarak bir fırsat yakaladığını, kendisini frenleyecek bir denge sisteminin olmadığını düşünüyor. O yüzden oyun bozma üzerinden bir yayılma veya alan kazanma politikası izliyor. Bu politikanın başarısızlığa uğrama ihtimali iktidarı ürkütmüyor, çünkü çok kolay manevra yapabiliyor. Militarist, fetihçi söylemle giriştiği hamleler sonuç almayınca hemen çark edebiliyor. Çünkü bu geri dönüşlerinin, bizim dışımızdaki muhalefetin zaafları sonucu, içeride ciddi bir faturası olmuyor. Bu politikaların topluma ve ülkeye maliyetini sorgulama konusunda büyük bir boşluk var. İktidar bu boşlukta rahatça hareket edebiliyor.

Buna karşı muhalefete bir çağrınız var mı?

Muhalefete çağrımız, iktidara teslim ettiği ipotek imkânlarını yeniden ve yeniden çok ciddi olarak sorgulamasıdır. Dış politikayı milli mesele olarak kutsallaştıran tabuya ortak olmaktan kurtulmak lâzım. Dış politika da, en az iç politika kadar, toplumsal mücadelelerin ve müzakerelerin bir ürünüdür. İçeride olduğu gibi dış politikada da sorunların çözümü saldırgan, çatışmacı, savaşa kapı açan zihniyetle olmaz. Türkiye’nin ülke olarak bölgesel menfaatlerinin olduğu alanlar var tabii ki. Ama bu menfaatler yayılmacı, çatışmacı bir iktidar zihniyetinin malzemesi olarak değerlendirilemez ve iktidara bu şekilde teslim edilemez.

Partinize yönelik bunca baskı ve operasyon tabanınız üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?

Bölgede yapılan kamuoyu araştırmaları da gösteriyor ki, kimlik talebinin belki de en yoğun olduğu dönemi yaşıyoruz. Öte yandan, bütün dünyada pandemiyle daha görünür hale gelen kast sistemi Türkiye’de de çok sert bir biçimde işliyor. Kürtler toplum olarak, halk olarak kast sisteminin en altında, en fazla zarar gören, en fazla dezavantajlı olan grup. En üstte en zenginler, altında çok geniş ve kendisini şimdilik koruyabilse de tedirgin üst-orta sınıflar, en altta da yoksullar, emekçiler, köylüler yer alıyor. Korona salgınından da en büyük zararı görenler, en çok enfekte olanlar, en fazla hayatını kaybedenler yine en alttakiler.

Bir de mülteciler var…

Dördüncü kasttakiler tümüyle güvencesiz ve hatta topraksız, yani mekânsız yaşamak zorunda olan mülteciler, evsizler, sınıf-dışı kitle. Bu sınıf-dışı kitle neredeyse tamamen gözden çıkarılmış görünüyor, salgının amansız akışına terk ediliyorlar. Mültecileri hariç tutarsak, Kürtler en büyük ekonomik bedeli de ödeyen kesim. Bölgede sağlık altyapısının çok daha geri olması, yoksulluğun derinliği, insanların hastalıkla mücadele etmelerini bile engelleyecek bir bağışıklık düzeyi düşüklüğünün sebebidir. Dolayısıyla Kürtlerin ekmeğe-suya muhtaç hale getirildiğini söylemek gerekiyor. Fakat Kürtlerin ekmek-su kadar ihtiyaç duydukları bir de kimlikleri var ve bu kimlik reddedildiği sürece, ona duyulan ihtiyaç da devam edecek. Bu nedenle HDP olarak en alttakilerin bir araya gelmesi konusunda kimlik ve sınıf temelinin mevcut olduğunu söylüyoruz. En yoksullar ve en çok ezilenler mutlaka bir araya gelmeli.

Kars belediyesine kayyım olarak atanan valinin ilk icraatının belediyeye ait Kürtçe sosyal medya hesabını kapatması, hemen her gün farklı illerde Kürtlere ırkçı saldırıların yapılması, ayrımcı uygulamaların alenen hayata geçirilmesi, yargısız infazlar, işkencenin yoğunlaştırılması… Bütün bunlara birlikte bakıldığında, iktidarın nihai hedefi ne sizce?

Bu, eskinin katlederek biat ettirme ve teslim alma politikasının güncellenmiş hali, yeni tenkil politikasıdır. Şu anda yaygın ırkçı saldırıların önü açılarak, bu saldırılar cezasız bırakılarak Kürtleri teslim almak istiyorlar. Hukukun dışında, hukuk harici bir dünya yaratılıyor. Orada ölçüt, sınır kural değildir. Ölçüt ve kural, iktidarın ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlara uygun önlem politikalarıdır. Hukukun devre dışı bırakılması, iktidarın ihtiyaçlarına ve hedeflerine uygun yöntemlerin başka ölçütlerle oluşturulmasını mümkün kılıyor. Şu anki işleyiş de bu.

Röportaj: İrfan Aktan

8 Ekim 2020