Sancar: HDP olarak küresel pandemik kast sistemini değiştirmeye talibiz ancak bunu birlikte başarabiliriz

Eş Genel Başkanımız Mithat Sancar'ın T24'ten Murat Sabuncu'ya verdiği video röportajın dökümü:

T24’e hoş geldiniz. Bugün konuğumuz HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar. Sayın Sancar hoş geldiniz yayınımıza.

Hoş bulduk iyi bir yayın olsun sevgili Murat.

Teşekkür ederim. Sağ olun. Sayın Sancar, sizin şu anda siyaset şapkanız var ama bir akademik geçmişiniz, yazarlığınız da var. Radikal 2’de örneğin. Yazılarınızı hala hatırlıyorum; özellikle insan hakları, devlet kurumu, anayasa konusundakileri. Bir akademik külliyatınız da mevcut. Tamam güncel, sıcak siyasete gireceğiz ama ben ilk olarak şunla başlıyorum. Dünya’da Korona Virüs sırası ve sonrasına dair pek çok beklenti ve tahmin yürütülmeye başlandı. Kimi örnekler de görmeye başladık. Mesela Macaristan’da Orban’ın yaptığı diktatörlüğe kayan daha otoriterlikten popülistlerin biraz daha bocaladığı Trump’dan Johnson’a kadar uzanan bir dönemi yaşıyoruz. İstiyorsanız önce bir genelden başlayalım; sonra Türkiye’ye doğru gelelim. Dünya’da bu virüs sırası ve sonrasında dünya otoriterliğe doğru mu kayacak yoksa daha dayanışmacı, daha demokratik bir dünya düzeni mi oluşacak?

Yeni bir dönemle karşı karşıyayız: Olan büyük insanlık krizidir

Çok güzel bir başlangıç. Teşekkür ederim. Henüz bunun için kesin bir şey söylemek ya da güçlü öngörülerde bulunmak kolay değil; yani biraz erken. Öncelikle şu an neler yaşadığımızı iyi tespit etmemiz gerekiyor. Anlamak için daha fazla uğraşmamız lazım. Neler oluyor? Yani bize bir Göktaşı çarptı diyelim ve bu göktaşının çarpması ile birlikte bulunduğumuz yer nedir? Şu an ne durumdayız? Bu soruları sorarak başlamak çok daha doğru. Gelecek öngörüleri içinde elbette söyleyeceklerimiz var. Fakat dediğim gibi önce ne olmaktadır, bize ne oluyor, insanlığa dünyaya ne oluyor? Bunu anlamalıyız. Büyük bir salgınla karşı karşıyayız.  Bunu hepimiz biliyoruz. “Benzeri var mı?” diye soruluyor. Pek bir benzeri olmadığı şeklinde bir cevap var; bu cevap konusunda da yaygın bir mutabakat oluşmuş. Yani 1918 İspanya gribi ya da 1929 Büyük Buhranı veya daha sonra 70’lerdeki büyük petrol krizi, 2008 büyük ekonomik krizi ve 11 Eylül gibi pek çok şey sayılıyor. Fakat genel olarak kabul edilen, bu dönemin diğerleriyle öyle çok da benzeşmediği, yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz yönünde ki ben de aynı kanıdayım. Yani bu dönem yeni bir dönem. Elbette benzer durumlar eski saydığım dönemlerde de ortaya çıktı; ancak bir bütün olarak baktığımızda diğerleriyle aynı olmadığı hatta çok büyük bir benzerlik taşımadığı da görülüyor. Peki olan nedir? Olan, aslında çok uzun zamandır işaretlerini aldığımız büyük bir insanlık krizidir. “Bu salgın nereden çıktı?” sorusunun cevabı aslında çok sır değil. Konuyla ilgili uzmanlar bunun gelebileceğini, böyle bir salgının olabileceğini ayrıntılı senaryolarla çalışmışlar. Şimdi ortaya çıkan bilgilere baktığımızda, bu konuda farklı ülkelerde, senaryoların bir tür tatbikatının yapıldığını da biliyoruz.

Bu sistemde insan değil ekonomi ve sermayenin kârı önceliklidir

Ama tedbir alınmamış. Tedbir alınmadığı için de bu durum bugün bu denli çarpıcı, yıkıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. “Peki niye tedbir alınmamış?” diye sormak gerekiyor. Bunun da cevabını yaşadığımız küresel sistemde ve bu küresel sistemin çeşitli ülkelere yansımasında aramak lazım. Evet çok uzun zamandır pek çok noktada bu sistemin insanı öncelikli kılan bir noktadan zaten uzak olduğu ancak giderek daha da uzaklaştığı söyleniyordu; şimdi tam da bunu yaşıyoruz. Bu sistemde insan öncelikli değildir. Bu sistemde ekonomi önceliklidir; bu sistemde sermayenin kârı önceliklidir. Bunun için de her türlü aracı kullanmayı kendine hak gören bir küresel tahakküm sistemi mevcuttur. Ve bu sistem pek çok ülkede de farklı yöntemlerle uygulanıyor. Mesela, çevrenin tahribatı veya özellikle ormanların büyük ölçüde yok edilmesi. Niye yok ediliyor peki ormanlar? Endüstriyel tarım için yok ediliyor. Endüstriyel tarımın ne kadar zararlı olduğu ve sürdürülebilir olmadığı da uzmanlar tarafından güvenilir bilgilerle ortaya konuyor. Ormanlar yok edilince diğer canlıların doğal yaşam alanları tahrip ediliyor. Oradan da çok sayıda virüsün yayıldığı ya da farklı virüslerin çok daha tehlikeli bir şekilde kendi alanlarından çıkıp insanlarla temasa geçtiği biliniyor.

Ortak müştereklerimiz olan temiz hava, çevre, eğitim, sağlık talan edilmiş

Aynı şekilde iklim krizi ciddiye alınmıyor hatta bu iddiayla dalga geçiliyordu. Daha düne kadar Trump gibi Bolsanaro gibi popülist-otoriter karakterli liderler, bunun önde gelen örnekleri. Düşünün, Brezilya’da yağmur ormanlarının  o kadar tahribatına Bolsanaro’nun cevabı neydi, hatırlayalım. “Burası bizim malımızdır istediğimi yaparız” diyordu. Şimdi, “bu bizim malımız” sözü, o varlıkları kendi kâr ve servet-sermaye düzeninin doğal tasarruf konuları olarak görmek anlamına geliyor. Yani, bunlara sahip olmak doğal hak sayılıyor. Tabi bunun dışında toplumsal-siyasal alanda da pek çok sebep var. Tedbirlerin alınamamasının nedeni, sağlık sistemine hiçbir şekilde gerekli kaynakların aktarılmaması olarak gösteriliyor. Niye? Çünkü sağlık bir kamu hizmeti olmaktan, kamunun malı, kamunun müştereği olmaktan çıkarıldı. Sermayenin kâr edeceği bir piyasa unsuru haline getirildi. Böyle olunca size kârlı gelmeyen bir alana yatırım yapmazsınız. Sermayenin mantığı budur. Yani “ben ancak kâr edersem oraya para yatırırım. Sadece insanlığın ortak çıkarına hizmet için de benden buraya büyük büyük paralar yatırmamı beklemeyin” diyor. Bunun gibi başka alanlarda da müştereklerin hepsi talan edilmiş. Müşterek nedir? Müşterek, bir ülkede, bir toplumda veya bu gezegende bütün insanların ortak malı olan her şeydir. Bu ortak mallar sudur, temiz havadır, çevredir, eğitimdir, sağlıktır. Bu alanlar piyasa tahakkümünün konusu olamazlar. Piyasa mantığına teslim edilemezler. Eğer edilirlerse, tek tek toplumlar ve bir bütün olarak insanlık büyük tehlikeler yaşar. O nedenle bunları ortak iyi, toplumsal iyi, toplumsal fayda çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor.

İnsanlar açlık ya da salgından ölme dayatmasını reddedecektir: Asıl olan insanlıktır

Sanırım Hocam bu eğitimden sağlığa müşterileşme sistemini tamamen piyasacı bu, süreçte birebir deneyimleyerek söylüyorum, pozitif taraftayım, değişime inanıyorum…Demokratik bir değişimin olabileceğini düşünüyorum. Buna doğru şekillenebilir diye düşünelim. Çünkü erken buluyorsunuz ama bu olabilir değil mi?

Buraya geleceğim Murat. Benim öngörüm yok değil tabi; fakat önce ne olduğunu, neyin nereden kaynaklandığını bir değerlendirmek istedim. O konu hakkındaki görüşlerimi aktarmak istedim. Ben de senin gibi düşünüyorum. İlk etapta bu otoriter-popülist rejimler bunu bir fırsat olarak kullanmaya çalışacaklardır. İnsanların bu büyük çaresizliğini, kendi keyfi yönetimleri için bir gerekçe, bir bahane, bir manivela olarak kullanmak isteyeceklerdir; istiyorlar da. Bir kısmı bu yapıyor. Ancak ortam öyle sandıkları kadar elverişli değil. Bakın bir örnek vereyim: Dün Lübnan Beyrut’ta, yoksul mahallelerde insanlara evde kalın çağrısı yapılıyor. İnsanlar da evde kalıyor; fakat evde kalan ne yiyecek, onu kimse sormuyor. Nasıl geçimini ve hayatını sürdürecek, yani nasıl hayatta kalacak? Bu soruya cevap vermeden insanlara evde kal çağrısı yaptığınızda bir süre sonra o boşlukta kalır. Tabi gece vakti insanlar evlerini terk ettiler, sokaklara çıktılar. Orada yükselen çığlık neydi? İzleyenler görmüştür, insanlar diyorlar ki “Korona Virüs 14 günde öldürür açlık 7 günde!” Yani ben aç mı kalayım  yoksa hastalıktan mı öleyim?  “Aç kalarak mı öleyim, hastalıktan mı öleyim?” ikilemiyle karşı karşıya bırakıldığında, insanların bu dayatmayı reddedeceğini en temel insani ve toplumsal bilgilerimizden çıkarabiliriz. Yani şunu söylemek istiyorum. Sen bir insanı açlığa mahkûm edersen ki bu insanların sayısı milyonlar, milyarlar, onları açlığa mahkûm ederek kendince bir şeyler yapmaya tedbirler almaya zorlarsan insanlar patlar. Onlara böyle bir varoluşu hiçbir rejim uzun süre dayatamaz. O nedenle diyoruz ki asıl olan ekonomi değildir. Asıl olan insanlıktır. Asıl olan müştereklerimizdir. Asıl olan bizi birbirimize bağlayan ortak noktalardır. Biz hava, su, sağlık hizmeti olmadan yaşayamayız. Hiç birimiz yaşayamaz.

Küresel pandemik kast sistemi var: Zenginler yazlıklarında, orta sınıf depresyonda, işçiler cephede!

Dünya’da şu anda ortaya çıkan bir başka durum da küresel bir pandemik kast sistemidir. Bunun üzerinde çok dikkatle durulması gerekiyor. Bu söz bana ait değil. Ben de okuduğum yayınlardan aldım. Küresel pandemik kast sisteminden kastedilen şu: En zenginler, yazlık mülklerine kaçtılar. Orada kendilerini güvenceye aldıklarını düşünüyorlar. Orta sınıf, haylaz ya da bir türlü memnun edilemeyen çocuklarıyla evlerine kapandı. Bir tür farklı depresyon tecrübe ediyorlar. İşçiler cepheye sürüldü. Şu an evde kal çağrıları çok az ülkede üretimi durdurma tedbiriyle birlikte yürüyor. Ne demektir bu? İşçiler gene dışarı çıkmak zorundalar. İşçiler, yan yana, sosyal mesafeyi asla elde etme imkânı olmadan çalışmak zorundalar. Yani şu an cepheye sürülenler işçiler ve onların canı çıksın diyen bir küresel eğilim var bir çok ülkede. Dördüncü kast ise bütünüyle sınıfsız diyebileceğimiz yani en korumasız, en güvencesiz insanlar. Kim bunlar? Bunların başında işsizler geliyor. Bunların başında evsizler geliyor. Örneğin şimdi Brezilya’da Favelalarda (gettolarda) yaşayanlara, oradan gelen haberlere bakın: İnsanların nefes mesafesi bile yok…yiyecekleri ekmekleri, içecek suları yok. Bir virüsün  oraya girmesi halinde onun nasıl hızla yayılacağını tahmin etmek o kadar kolay ki. Peki orada yayıldığında bunu sadece yoksulları vuracak bir durumda tutmak mümkün müdür? Asıl tecrübe etiğimiz şey şu. Bir ülkede bir tek kişi bu virüsle enfekte olduğunda ve bu eğer bu durum bir şekilde izole edilemediğinde bütün dünyaya yayılıyor. Wuhan’dan yayıldığı gibi.

Bu kast sistemi yürümez ama değiştirmek için güçlü aktörlere ve alternatiflere ihtiyaç var

Öyle bir krizle karşı karşıyayız ki tek bir insan enfekte olduğunda bütün insanlık tehdit altındadır. Şimdi devam ediyorum. Bu evsizler, Favelalarda yani baraka evlerde ekmeksiz, susuz yaşayan, hiçbir kamusal hizmetten yararlanamayan milyonlar…Bir de mülteciler, tamamen korumasız kalmış insanlar var; bunlar milyonlarca. Toplama kampları gibi yerlerde tutuluyorlar. Dün aldığımız bilgiler şunu söylüyor: Afrika’da ve bazı başka ülkelerde mülteci kamplarında salgın görüldü. Böylece kabaca dört tane kasttan bahsedebiliriz. En alttakilerin canı çıksın ölürlerse ölsünler diyenler var. Bu araya mutlaka hapishaneleri de sokmak lazım. Çünkü son birkaç gündür bütün dünyada, sadece bizde değil, zira bu konu sadece bizde tartışılıyor gibi yansıtılıyor, Kolombiya’dan Haiti’ye kadar bütün dünyada cezaevlerinde büyük sorunlar var. Kolombiya Bogota’da geçen gün bu virüsün kendilerini öldüreceği korkusuna kapılan mahkumlar isyan etti ve kaçmaya çalıştılar. Kaçarlarken 28’i vurularak öldürüldü. Şimdi öyle bir durumdayız ki en alttakiler ölsün, onların bir üstünde cephede savaşan işçiler de artık ne yapalım ölen ölür, kalan sağlar bizimdir anlayışı söz konusu. Orta sınıf kendini bir şekilde depresyon içerisinde korumaya çalışıyor. Üst sınıf bütün bu tehditlere uzak yaşayacağını düşünüyor. Bu küresel kast sistemi yürüyemez! Peki bu kendiliğinden değişir mi? Hayır, kendiliğinden hiçbir şey değişmez. Benim sürekli söylediğim bir söz var. Toplantılarımızda, akademik konuşmalarda tekrar ettiğim: “Kriz bir faktördür, aktör değildir.” Krizler ancak aktörlere değişim imkânı, zemini sunarlar. Tek tek ülkelerde ve dünyada korkunç eşitsizliklerle yürüyen bu küresel kast sistemini ve uygulamaları değiştirmek için güçlü alternatiflere ve bu alternatifleri hayata geçirecek aktörlere ihtiyaç var.

HDP olarak bu kast sistemini değiştirmeye talibiz, bunu birlikte başarabiliriz

Şimdi ben buradan partiye bağlantı yapayım. Biz HDP olarak buna talibiz. Fakat, tek başına HDP’nin yapabileceği bir şey olmadığını biliyoruz. Biz bu ülkede müştereklerimiz esasında yeni bir yaşam kurmayı istiyoruz. Ve bu konuda bütün emekçileri, bütün en alttakileri, kastlara mahkûm edilmek istenen insanları bir arada görmek istiyoruz. Bunların bir araya gelmesi için ne yapılması gerekiyorsa ne politika üretmek gerekiyorsa ne çalışma yürütmek gerekiyorsa bunu yürütmeye talibiz. Bizsiz olmaz biliyorum ama sadece bizimle de olmaz. Bunu Eş Genel Başkanlığımdan beri sürekli söylüyorum. Şimdi önümüzde büyük bir imkân var. Bu sistemin yürümediğini herkes günlük hayatında tecrübe ediyor. Ayrıca bütün bu krizleri ve bütün bu çelişkileri öyle otoriter yöntemlerle idare etmenin mümkün olmadığını aslında  idareciler de biliyor. Bugün Türkiye’deki iktidar, yasaklarla, baskılarla, bağış kampanyaları gibi son derece aciz yöntemlerle yönetebileceği düşünüyor ama temsilcilerinin yüzlerine bakarsanız, büyük bir şaşkınlık ve panik içinde olduklarını görürsünüz. Bu  yöntemlerin işe yaramayacağını biliyorlar. Onların alıştıkları yöntemle bu insanlık krizi aşılamaz. Tam tersine bu yöntemler, krizin derinleşmesine yol açar.

Türkiye için siz bir giriş yaptınız; ben de sizin kadar olmasa da okuyorum, dünyayı anlamaya çalışıyorum. Ama bu süreci çok basit ve net anlatan bir tane cümle var: “Belki Korona Virüs değil ama sizin düzeniz beni öldürecek” diyen Türkiyeli TIR şoförü. Bu kadar basit, bu kadar net, bu kadar açık ifade edilemezdi. Tabi ki daha entelektüel tartışmalar oluyor ama bu çok açık ve net bir şey.  Biraz evvel Türkiye’ye giriş yaptınız. Aslında HDP, demokratik ittifak arayışındaydı. Sizin Eş Genel Başkanlığınız da bunun bir aşaması olacaktı. Tabi iktidar ne kadar bu noktaya gelebilir? Tüm Türkiye’de siyaset üreten partilerin AKP’sinden CHP’sine HDP’sine, DEVA Partisi’ne, Gelecek Partisi’ne; herkesin bir arada olduğu ve bu krize karşı mücadele ettiği bir ortam oluşabilir mi diye de düşünüyordu insanlar; ama AKP’nin, iktidarın, Sayın Cumhurbaşkanın yaptıkları bunun pek bunun mümkün olmayacağını da gösteriyor.  Galiba ana çıkış bir araya gelmek. Orada önemli bir nokta var. İnfaz Yasası’yla ilgili AKP, çok uzun zamandır kriminalleştirmeye çalıştığı, uzaklaştığı HDP ile de bir görüşme yapıyor. Siz bir dönem Meclis Başkanvekilliği de yaptınız. Türkiye için, bütün siyasi partilerin bu kriz ortamında bir araya gelip mücadelesi mümkün mü? Bu İnfaz Yasası’nda sizinle kurulan diyaloğu da biraz sonra konuşacağız.  Ama önce, bu mümkün mü?

İktidar bu zihniyetiyle bu süreci yönetemez

Şunu söyleyeyim, tabi ki bizim öncelikli isteğimiz, mevcut iktidarı bu söylediğimiz çizgiye zorlamaktır. Bunu yapabilmemiz için de çok geniş bir demokrasi birliği, birlikteliği oluşturmamız  gerekiyor. Bu demokrasi birlikteliğinin aynı zamanda müşterekleri esas alan bir anlayışı da öne çıkarması lazım. Bizim bugün yaşadığımız büyük tehdidi alt etmeyi sağlayacak o anlayışı da oluşturmak lazım. Şimdi eğer iktidar buna yanaşırsa memnun oluruz.  Bizimle diyalog sanıldığı kadar  ayrıntılı bir görüşme değil, onu söyleyeyim. Bizimle diyalog; bize kendi tekliflerini Grup Başkan vekilleri aracıyla sunmaları ve bizim grup başkanvekillerinin de onlara bizim görüşleri aktarmasıyla sınırlı kaldı.  Fakat diğer partilerle görüşüyorlar. Muhtemelen bu görüşmeleri sürdürecekler. Çünkü bir çaresizlik ve çıkmaz içindeler. Kendi başlarına da bunu yönetemezler. Ben iktidarın bu yapısıyla, bu zihniyetiyle bu sorunları çözebileceğini düşünmüyorum. Çünkü başından beri insan mı ekonomi mi, toplum sağlığımı kâr mı ikilemlerinde hep ikinciyi seçtiler. Bugün insanlar sağlık için yatırım beklerken, Kanal İstanbul için temel atma yada ihaleler söz konusu.

Cezaevlerini boşaltmak lazım, İran bile bunu yaptı

Dolayısıyla bizim, daha insani, emekten yana, herkesin insan onuruna yaraşır hayat sürecekleri bir düzen taraftarı çevrelerle bir araya gelmemiz lazım. Öte yandan İnfaz Yasası da bu açıdan bir fırsat olabilir. İktidarın bu kadar büyük bir gafletten -en azından bir parça- uyanmasına, zararı derinleştirmekten kaçınmasına vesile olabilir. Bunu şöyle somutlaştırayım: Biraz önce söyledim. Cezaevleri, Dünya Sağlık Örgütü, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi organları tarafından da en riskli mekânlar olarak ilan edildiler. O zaman cezaevlerini boşaltmak gerekiyor. Bunu mesela İran bile yapabildi. İki yüz bin mahpus var, 85 binini serbest bıraktılar. Bu şimdi başka ülkelerde de uygulanıyor. Çünkü cezaevlerinde tedbir almanız neredeyse imkânsız. Bir yere virüs bulaştığı anda o virüsün çok büyük kayıplara yol açacağı da tahmin edilebiliyor, öngörülebiliyor. O halde şimdi gelin insani değerleri esas alalım. Ve bütün bu tehlikeyi bertaraf edecek düzenlemeleri birlikte yapalım. Bunun iki tane basit ölçütü var bunun: 1. Korona virüs ayrım tanımıyor, ayrım tanımadan herkesi vurabilir; 2. İnfaz hukuku, evrensel açıdan bakıldığında eşitlik temeline dayanmak zorundadır. İşte bu iki ilke: İnfaz hukuku eşitlik ilkesi olmadan olmaz. Korona Virüs ayrım tanımaz.

Şimdi bu ikisini bir araya getirip, insani bir yol açmak mümkündür. Buradaki talep insanidir. Şüphesiz siyasi sonuçları olacaktır. Ama bunları gözetmeyen bir iktidarın, insani değerlerden daha da uzaklaşacağını çok kolay öngörebiliriz. İnsani değerlerden her uzaklaşma, bizi toplumun tamamını tehdit eden bir yere taşır. Böylelikle toplumun sağlığını ve hepimizin hayatını tehdit eden noktaya hızla ilerleriz.

Virüs ile en başarılı mücadele toplumu katarak sağlayabilirsiniz

Hocam bir taraftan tabi şu var. Türkiye’de son yıllarda giderek de artarak siyasetçisinden sivil toplum kuruluşu liderine, insan hakları savunucusundan gazetecisine pek çok insan, iktidarla aynı düşünmediği için AİHM kararlarına, Anayasa Mahkemesi’nin hatta Yargıtay içtihatlarına rağmen cezaevlerinde tutuluyorlar. Bir de böyle bir yükle geliyor Türkiye. Eski HDP Eş Genel başkanı Selahattin Demirtaş’tan, Gülten Kışanak’a, gazeteciler… Barış Pehlivan, yani isim saymayacağım. İsim saymaktan da utanıyor insan. Mesela biliyorum ki Demirtaş’ın bir sağlık problemi de var. Böyle sağlık problemleri olan birçok insan var içeride. Bütün bunları gözetmek gerekiyor. Çünkü sosyal, hukuki ve vicdani bir problemle karşı karşıya bu sefer Türkiye.

Yüzde yüz katılıyorum. Biraz önceki girişte bir soru sormuştun. “Dünya otoriterliğe mi gidiliyor, yoksa demokrasinin erdemleri daha mı çok görülecek?” diye. Ben şunu söyleyeyim. Korona Virüs ile en başarılı mücadele eden ülkeler otoriter ülkeler değil. Neden? Çünkü bu tehdit ile toplumu katmadan mücadele etmemiz mümkün değildir. Toplumu katabilmeniz için toplumu ikna etmeniz gerekiyor. Toplumu ikna etmeniz için topluma güven vermeniz gerekiyor. Topluma güven vermeniz için toplumun çeşitli kesimlerinin temsilcilerini sürecin içine katmanız gerekiyor. Ayrıca şeffaf olmanız, doğruları söylemeniz gerekiyor. Şimdi siz her konuşanı susturmaya kalkarsanız, bu büyük tehditle baş etmek için çabalayanları, kendi bulunduğu yerde çalışma yürütenleri engellerseniz, birkaç gün sonra veya bir süre sonra kayıplar arttığında insanlar size soracaklar.  Neden engellediniz? Neden bana yalan söylediniz? Neden benden gerçekleri sakladınız?

Evde kalamayacaklar için tedbir almak onları evde tutmak hükümetin görevidir

Şimdi biz üç yüz elli insan öldü diyoruz. Tabii bu rakamlara toplumun çok büyük kesimin ikna olduğunu sanmıyorum. Çünkü rakamların gizlendiği gibi büyük bir şüphe var. Kamuoyunun serbestçe özgür bilgi alması engelleniyor. Birileri farklı bir değerlendirme yaptığı anda susturuluyor. Şimdi tamam da bize ekmek kadar, su kadar, sağlık kadar lazım olan aynı zamanda özgürlüktür. Aynı zamanda katılımcılıktır. Bunu biz kendi hayatımızda tecrübe etmeye başladık, daha da edeceğiz. Şimdi insanlara “eve kapanın” diye çağrı yapılıyor, ben de yaptım. Çok doğrudur; ama evden çıkmak zorunda olanlar var. Biz diyoruz ki evde kalabilecekler için evde kalın çağrısını yapalım.  Ama evde kalamayacakların dışarı çıkmasını engelleyebilecek tedbirleri almak hükümetin görevidir. Onların çalışmasını askıya alınmalı, bütün üretim, çok zorlu alanlar dışında durdurulmalıdır. Şu anda buna yönelik çok fazla kaynak var Türkiye’de. Yürüyen büyük projeler ve israf alanları bir şekilde durdurulsa, çok büyük bir kaynak ortaya çıkacak.  Ayrıca yeni vergiler konuyor. Kriz döneminde bir çok sektör durduruldu. Ama bazı sektörler de aşırı kâr etmeye başladı.  İstanbul Menkul Kıymetler Borsası  ya da şirketlerin bilançolarına bakarsak görürüz. Özellikle süper market zincirleri büyük kâr ediyor. Bu döneme özgü çok büyük kâr eden şirketlere ekstra vergi getirilemez mi? Neden getirilmesin, getirilmeli. Evde kaldığımızda bizim sadece ekmeğe, suya değil, doğru bilgiye ve inanacağımız mercilere ihtiyacımız var. Eğer evde kapanırsak ve bize bütün dünyanın kapıları kapatılırsa yarın öbür gün bu tedbirler işe yaramayacaktır. Genel bir özgürlük ve demokrasi arzusunun, daha görünür hale geleceği günler de olacağını düşünüyorum.

Merkezi idarenin yetkilerinin daha fazla yerel verilmesi gerekiyor

Sayın Sancar, şimdi burada şunu da soracağım. CHP’li belediyelerin yaptığı yardım kampanyasına “devlet içine devlet yaratmak” diye bir gerekçeyle İçişleri Bakanlığı genelgesi ile engel kondu. Belediyelere bu engelleme konuşulurken, tartışılırken, İçişleri Bakanı Soylu tarafından, her zaman olduğu gibi tekrar HDP anıldı. Bu noktada hem CHP’li belediyelere bu engellemenin getirilmesi hem de HDP’nin bu anıldığı cümleler konusunda ne düşünüyorsunuz?

Bu uygulama tam bir çaresizlik ve acizlik göstergesidir. CHP’li belediyelerin yardım kampanyalarını engellemek iktidarın ne kadar çaresiz durumda olduğunu gösteriyor. Bize, bu salgın döneminin öğrettiği ve daha da öğreteceği bir ders var. Yerelde güçlü dayanışma ağları oluşturmadan bu krizin yaratacağı sosyal ve ekonomik tahribatları önleyemeyiz. Demek ki bizim yerelden başlayarak güçlü gönüllü dayanışma ağları kurmamız lazım. Bu işin en önemli aktörleri de belediyeler olacaktır. Sadece belediyeler değil ama belediyeler çok önemli bir yerdedir. Çünkü belediyeler, müşterek mahalli ihtiyaçları yönetmek üzere, o yörenin halkının oylarıyla seçilen birimlerdir. Anayasa’nın 127’inci maddesi zaten belediyelerin bu konumunu güvence altına alıyor. Yani “devlet içinde devlet” kadar cahilce bir ifade kullanılamazdı. Eğer siz bu ülkede Anayasa’ya, mahalli idareleri güvence altına alan ve onların faaliyet alanlarını da koruyan düzenleme koymuşsanız zaten devleti böyle organize etmişsinizdir; yerel yönetimler ve merkezi idare olarak. Bunun anlamı, merkezi idarenin bazı konularda yetkilerinin yerel yönetimlere verilmiş olduğudur. Biz bu yetkilerin az olduğunu düşünüyoruz.  Biz yerel yönetimlere daha büyük yetkiler verilmesi gerektiğini savunuyoruz. Biliyorsunuz ki bunu on yıllardır hep başka türlü yorumladılar. Oysa şimdi görüyoruz ki bu çok insani bir taleptir. Çünkü bu tür büyük krizlerle, ancak yerelden başlayarak mücadele edilebilir. Yerelden başlayabilmek için, yerel yönetimlerin güçlü yetkilere geniş kaynaklara sahip olması ve bunların mutlaka güvenceye kavuşturulması gerekir. Güçlü kaynaklar, geniş yetkiler ve çok sağlam anayasal düzenleme… Bunlar şu an Türkiye’de yok. Bir kısmı var diyebiliriz; Anayasa, belediye kanunları ve yerel kanunlarla tanınmış bazı imkanlar. Ama iktidar buna bile tahammül edemiyor. Çünkü demokratik bir anlayışa sahip değil; çünkü bu krizi, toplumu dahil ederek yönetme gibi bir derdi yok; çünkü toplum sağlığı iktidarın önceliği değil; çünkü toplumun ve insanlığın geleceğini esas derdi olarak görmüyor. Biz bu noktaların hepsinde yeni bir hayat, yeni bir hareket oluşturmak zorundayız.

Biz çok dilli evde kal kampanyası yapınca evde kalma oranı yüzde 80’lere çıktı

Şu anda özellikle konuştuğumuz iller Ankara, İstanbul, İzmir doğal olarak. Çok fazla insan yaşıyor buralarda ama Türkiye’nin doğusunda ve güneydoğusunda Kürtlerin yaşadığı illerde sokağa çıkmama çağrılarına nasıl tepki veriliyor? Ekonomik sıkıntılar var, bir taraftan insanlar devletle ilgili soru işaretleri taşıyorlar. Bir taraftan çok geç kapatılmış bir İran sınırı var. Virüsün karayoluyla İran’dan Van’a taşınmış olması endişesi mevcut. Bu illerde genel durum nasıl?

Bölgeden sürekli bilgi geliyor. Son bir haftaya kadar evde kal çağrılarına çok uyulmadı. Neden? İlk sebep olarak insanların büyük çoğunluğunun bu hükümete duyduğu güvensizlik var. İnsanlar bu hükümete güvenmiyor. Çünkü bugüne kadar yaptıklarıyla bu inancı yok etmişler. İkinci sebep, insanlara anadilinde açık ve anlaşılır şekilde bu durumu anlatmamız lazım. Özellikle kriz zamanında insanlara kendi dilinde bu tehlikeyi ve tedbirleri anlatmamaları. Oysa bu iktidar son yıllarda iyice bunu ileri götürdü. Belediyelerimiz anadilde hizmet verirken kayyım atandı. Atanan kayyımın yaptığı ilk şey anadilde hizmeti kaldırmak oldu. En son Batman Belediyesi’ne kayyım atandı biliyorsunuz. Kayyımın ertesi gün yaptığı iki uygulama var: Bir, kadın merkezinin başına erkek müdür atamak, iki, belediyenin web sayfasının Kürtçe bölümünü kapatmak. Bu nasıl bir mantıktır? İnsanın anadilini yasaklamak sadece politik bir mesele değil diyoruz yıllardır. Bu, sağlıktan, gündelik hayata kadar çok insani bir meseldir. Tehdit çok büyük, salgın tehdidi çok büyük. Sınırlar kapatılmadı, Habur da öyleydi, Habur’da da uzun süre giriş çıkışlar engellenmedi. Belki yüz kilometreye varan kamyon kuyruğu oluşmuştu. O kamyoncular bir aradaydı, karantina, tedbir koşulları yoktu. Buradan yayıldı. Orada vaka sayısını bilmemiz mümkün değil. Çünkü orada kısa bir süre öncesine kadar tek bir tanı merkezi vardı. Bu nedenle biz bir kampanya başlattık.

Anadil meselesi bölme parçalama meselesi değil politik bir meseledir

Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice, insanların ana dillerinde mahalle mahalle parti çalışanlarımız halkımıza durumu anlattı. Ben de Kürtçe video-mesaj yayınladım ve evde kalmak gerektiğini anlattım. Biz bu çalışmayı mahalle mahalle örünce, evde kalma oranları yüzde 80, 90’lara çıktı. Şimdi bütün bunlar bize bu sistemin neden insana, insanın değerlerine uygun olmadığını bir kez daha anlatıyor. Türkiye’nin batısındaki kardeşlerime de şunu söylemek istiyorum: Anadil meselesi şu ana kadar size anlatılmak istendiği gibi, bölme, parçalama meselesi değildir, insani bir meseledir. Bakın kardeşlerim yerel yönetimlerin güvenceli, yetkili ve güçlü olması, politik bir meselenin çok ötesinde bir meseledir. Bu talep, kendi hayatlarımızı ve müşterek ihtiyaçlarımızı kendi irademizle yönetme hakkının ifadesidir. Şimdi biz Türkiye’de yeni dönemin demokrasisini kuracağımız zaman, yerel demokrasiyi de çok kültürlü, çoğulcu talepleri de esas alan bir çizgide buluşmalıyız. Aksi, gördüğünüz gibi hepimizi tehdit ediyor. Çok zor bir dönemdeyiz bunu biliyoruz. Bu dönemi atlatmanın imkanları vardır. Zararlarımız kayıplarımız olacaktır. Bunu en aza indirmenin birinci yolu gönüllü, güçlü bir dayanışmayla birbirimize umut bağlamamız, birbirimize inanmamızdır. İktidar bugün “milli dayanışma” adı altında bir kampanyayı devreye soktu. Bunun adı dayanışma değildir. Burada halka dayatma vardır.  İkincisi hükümetin kendi sorumluluğundan kaçma çabasıdır. Oysa bizler, iyi, vicdanlı, insaflı, insanlar zararları en aza indirebiliriz. Bu dönemi atlattıktan sonra da çok daha insanca bir yeni yaşam kurabiliriz. Buna inanalım, bu inanç umudumuzun kaynağı olsun.

4 Nisan 2020