Sancar: Dayanışma doğrudan demokrasidir

Eş Genel Başkanımız Mithat Sancar'ın Yeni Yaşam Gazetesine verdiği röportaj:

Gazetemize konuşan HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, “HDP’nin Kardeş Aile kampanyasının kapsamı bütün Türkiye’dir, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının tamamıdır. Bütün bölgelerde kardeşlik köprüleri kurmayı amaçlıyoruz” dedi.

Salgının başlaması ile birlikte Türkiye’deki siyasi ve toplumsal tabloda önemli değişiklikler oluştu. Değişim süreci devam ediyor. Değişim sürecini, toplumsal ve siyasi beklentileri HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar ile konuştuk. Sancar, partisini yürüttüğü kampanyayı anlatı ve şunları söyledi: “Fizikken birbirimize dokunamasak da telefonlaşarak, internet üzerinden görüşerek birbirimize varlığımızı hissettirebilir, birbirimizin yüreğine dokunabiliriz. Bizi asıl iyileştirecek olan şey, bu dayanışma ve kardeşlik ruhudur.” HDP Eş Genel Başkanı, salgına karşı gerçek bir mücadelenin ancak, ücretli izin, işsizlere temel gelir desteği ile olabileceğini belirtiyor. Dayanışma ağlarını bütün Türkiye’ye yayacaklarını belirten Sancar, bu tür kampanyalar konusunda deneyimli bir parti olduklarını ekliyor. Mithat Sancar ile yaptığımız söyleşiyi ilgi ile okuyacağınızı umuyoruz.

Koronavirüsle mücadele konusunda dünyada farklı yöntemlere başvuruluyor. Örneğin Çin ve Almanya’nın ürettiği modeller birbirinden farklı. Türkiye’nin salgınla mücadeledeki seyrini nasıl buluyorsunuz?

Öncelikle şunu söylemeliyim ki iktidar, salgının dünyada hızla yayılışına, gittikçe artan olumsuz sonuçlarına ve Türkiye’de de her an görülebileceği uyarılarına rağmen sorunu başlangıçta yeterince ciddiye almadı. Bilim insanlarının ve sağlık kuruluşlarının acil önlem çağrıları ve tavsiyeleri görmezden gelindi. Virüs ortaya çıkınca da hazırlıksız olunduğu için yayılması kontrol edilemedi. Kısacası çok geç kalındı. İnsan hayatının söz konusu olduğu böylesi durumlarda her dakikanın, saatin önemi çok büyüktür. Ama hükümet, günlerce, haftalarca geriden gelerek üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmedi ve virüs çok kısa sürede bütün illere yayıldı.

Dünyaya baktığımızda salgınla mücadelede farklı yöntemlerin uygulandığını görüyoruz. Çin’in şu an için başarılı sayılan mücadele stratejisini otoriter ve totaliter yönetim tarzının üstünlüğüne kanıt olarak görenler var ve sayıları hiç de az değil. Oysa Çin yönetiminin virüsün ilk ortaya çıktığı andan bugüne tam olarak nasıl hareket ettiğine dair çok az bilgi var. Bu bilgilere de Çin yönetiminin izin verdiği ölçüde sahip olabiliyoruz. Ortada cevaplanmamış ciddi sorular var. Mesela virüs ne zaman, nerede ve nasıl ortaya çıktı? Bu zamandan salgında dönüşme anına kadar geçen süre ne kadardı ve bu sürede neler yapıldı? O sürede yaşananlara dair verilerin paylaşılmasında ne kadar gecikme var? Bu verilerin ne kadarı sağlıklı bir şekilde paylaşıldı? Soruları artırabiliriz. Buradan şu sonuca varmak hiç zor değil: Çin yönetimi, belki de (ya da büyük ihtimalle) virüsün hem ülkesinde yaygınlaşmasında (epidemi) hem de küresel bir salgına dönüşmesinde (pandemi) önemli bir sorumluluğa sahip. Bu sorumluluğu yaratan otoriter/totaliter anlayış, sonra da sorunu çözmek için sert bir şekilde kullanıldı. Felakete yol açtığı tahmin edilen anlayışı, felaketi durdurduğu varsayımıyla yüceltmek büyük bir paradokstur.

Almanya’ya gelince; burada esas itibariyle demokratik ilkelere dayalı bir kriz yönetimi benimsendiğini söyleyebiliriz. Şeffaflık, bu yöntemin en dikkat çeken yanı. Bütün insanların en başta sağlığını ilgilendiren, onunla kalmayıp hayatın her alanını etkileyen böyle köklü kriz dönemlerinde topluma güven vermek, mücadelenin başarısı için vazgeçilmez önemdedir. Şeffaflık, kamuoyunun bilgiye ulaşma ve tedbirleri denetleme kanallarının açık olması, parlamentonun süreçte aktif ve etkili rol oynaması, Almanya örneğinin şu ana kadarki başarısının kilit unsurları olarak görünüyor. Almanya’da da eleştirilen hususlar var. Ancak haklı kaygılara dayanan bu eleştirilerin çoğu, pandemi sonrasına ilişkindirler.

Türkiye’de oluşturulan kriz yönetiminin ise sürecin en başında yapılan hataları devraldığı ve hükümetin antidemokratik ve tekçi yöntemlerini sürdürdüğünü görüyoruz. Bu tür tehlikeli salgınlarla mücadele etmenin ve insanlara güven vermenin en öncelikli unsuru şeffaflıktır. Bu prensip, iktidarın toplumu bilgilendirme yükümlülüğünün bir parçası olmakla birlikte insanların salgınla baş etmek, kişisel ve sosyal tedbirleri uygulamak için ihtiyaç duydukları güveni tesis eder. Kamusal bilgi eksikliğinden kaynaklanan belirsizlikse insanların nasıl davranmaları gerektiği konusunda tereddütlere yol açar.

Bir diğer sorun, sürecin demokratik bir biçimde yürütülmemesidir. Hükümet, krizi bertaraf edebilmek için ihtiyaç duyulan katılımcı bir sağlık yönetimini oluşturmadı. Bu tercih, iktidarın genel mantığının, yani merkeziyetçi ve tekçi anlayışının bir yansımasıdır. Örneğin, hükümet, sahayı en yakından tanıyan, bu konudaki en sistematik ve güvenilir bilgiye sahip olan Türk Tabipleri Birliği’ni (TTB) sağlık yönetimine katmaktan ısrarla kaçındı.

Ayrıca krizi yönetmede son derece önemli roller üstlenebilecek olan yerel yönetimler kısa sürede devre dışı bırakıldı. Ancak hükümet tam tersini yaptı. Mesela belediyelerimizin salgınla etkili bir mücadele ve yerelde güçlü bir dayanışma stratejisini oluşturmalarına tahammül etmedi ve sekiz belediyemize kayyım atadı. Bu tip hukuksuz uygulamaların, yürütülen başarılı kamusal hizmeti engellemek için gerçekleştiğini bildiğimiz için kayyım atamanın demokrasiye ve halk sağlığına bir darbe olduğunu düşünüyoruz. Keza başta Ankara ve İstanbul olmak üzere CHP’li belediyelerin çalışmaları da hükümet tarafından engellendi. Kısacası şeffaf, demokratik ve katılımcı bir kriz ve sağlık yönetiminden oldukça uzağız ve bunun olumsuz sonuçlarıyla da her gün karşı karşıya kalıyoruz.

Partinizin dayanışma kampanyası kapsam ve coğrafi genişliği bakımdan ne kadar genişleyecek?

HDP’nin Kardeş Aile kampanyasının kapsamı bütün Türkiye’dir, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının tamamıdır. Bütün bölgelerde kardeşlik köprüleri kurmayı amaçlıyoruz. Bu dayanışma ve paylaşım sürecini sadece maddi destekle sınırlı tutmuyoruz. Hepimizin görevi, bu salgını hiç kimseyi aç ve açıkta bırakmadan atlatmak olmalıdır. Kampanyamızın esas motivasyonunu bu hassasiyet oluşturuyor. Türkiye’nin her bölgesinde salgına karşı korumasız, dezavantajlı grupları kollamayı öncelemek zorundayız. Bununla birlikte manevi olarak dayanışmaya ve paylaşmaya da ihtiyacımız var. Fiziken birbirimize dokunamasak da birbirimize sessimizi duyurabileceğimiz kanallar var. Telefonlaşarak, internet üzerinden görüşerek birbirimize varlığımızı hissettirebilir, birbirimizin yüreğine dokunabiliriz. Bizi asıl iyileştirecek olan şey, bu dayanışma ve kardeşlik ruhudur.

Bu vesileyle hatırlatmak isterim ki dayanışma ve paylaşmayı sadece ihtiyaç hasıl olduğu için telaffuz etmiyoruz. Toplumsal yaşamı kolektif bir paylaşım olarak tahayyül eden bir parti olarak bu bizim temel siyasi çizgimizdir. HDP esas itibariyle paylaşımdır, dayanışmadır, kardeşleşmedir. O yüzden bu tür kampanyaları örgütlemek konusunda en deneyimli parti olduğumuz söylenebilir. Kardeş Aile kampanyasını biz daha önce sokağa çıkma yasakları döneminde denedik, o dönem çok önemli kardeşlik köprüleri kuruldu. Şimdi bu deneyimi bütün Türkiye’ye yaymak istiyoruz. Kampanyamızın Türkiye genelinde oluşturacağı yankı ve yaratacağı etki, inanıyoruz ki aynı zamanda toplumsal barışa da ciddi katkı sunacaktır.

Kardeş aile kampanyası sorunu karşılamak için yeterli olacak mı?

Böylesine kriz dönemlerinde dayanışmanın hayat kurtaran bir işlevi vardır. Tedbir olarak eve kapanan milyonlarca insanın temel ihtiyaçlarını karşılama imkanı olmadığını biliyoruz. Evsizlerin, göçmen ve mültecilerin kapanacakları bir evleri yok. Yine çalışmak zorunda olan insanlar var, açlık ile salgın arasında tercihe zorlananlar var. Bu salgın, dünya sisteminin üzerine oturduğu korkunç eşitsizliği bütün çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Salgının yarattığı tehdit ve tehlikenin bu kadar büyük olmasının kaynağında tam da bu derin eşitsizlik yatıyor. Toplumsal eşitsizliğin, toplumsal sağlığı da tehdit ettiğini yaşayarak görüyoruz. Müşteri ve kâr esasına dayanan “sağlık sektörü” anlayışının toplumun sağlığını korumadığı, aksine toplumsal çöküşe götürdüğü gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Doğayı talan etmenin insanlığı yok oluşa sürüklediğini de bir kez daha tecrübe ediyoruz. Bu sistemin böyle sürmemesi gerektiği açıktır. Bunların tamamı toplumsal dönüşüm için inanılmaz bir zemin sunuyor. İşte bizlerin görevi de bu dönüşüme giden yolları açmaktır. Müşterekleri esas alan, dayanışmacı bir toplum modeli; yereli esas alan demokratik bir yönetim inşa etmek artık sadece siyasal değil aynı zamanda insani bir görevdir. Esasen dayanışma da, sadece bir yardımlaşma meselesi değildir; bunun ötesinde bir siyasal anlayışı ifade eder. Dayanışma “ekonomik gerekler” yerine toplumsal alana odaklanan bir düşünme ve eylem biçimidir. Burada bireysel çıkarlar değil, toplumsal ihtiyaçlar belirleyici kabul edilir. Öte yandan bu anlamıyla dayanışma, toplumsal ihtiyaçları belirleme ve bunları giderme konusundaki kararları birlikte alma pratiğidir. Buradan bakınca, dayanışmanın hayatı örgütleme, üstelik bunu dolayısız yapma gibi bir dinamiği olduğunu da görebiliriz. Bu açıdan dayanışmanın doğrudan demokrasiyle de sıkı bağı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kampanyamızı hazırlarken böyle bir anlayıştan hareket ettik, yürütürken de bu hedefleri gözeteceğiz.

İktidar sizin dayanışma kampanyanızı sürekli engellemeye çalışıyor, sizce neden yapıyor bunu?

Bu iktidar bloğu daha önce de ifade ettiğim gibi merkeziyetçi ve tekçi bir zihniyete sahip. Dolayısıyla her şeyin kendi tekelinde veya kontrolünde olmasını istiyor. Bunun ötesinde, kendisine karşı gerçek alternatifin HDP olduğunu da biliyor. Kürt sorununun demokratik çözümünden barış siyasetimize, kadın özgürlüğünden ekolojik bir toplum perspektifine, emekten yana tavrımızdan yerel demokrasi taleplerimize dek duruşumuzun toplumda daha güçlü bir karşılık bulması ihtimali iktidarı daha da hırçınlaştırıyor anlaşılan. Tüm toplumu ilgilendiren böylesi bir salgında, HDP’nin başarılı işler yapmasını, toplumla bağlarının güçlenmesini, başka bir yaşam ve dünya çağrılarının karşılık bulmasını engellemek istiyor. Bu nedenle de kayyımlarla, tutuklamalarla, ceza tehditleriyle bizi yolumuzdan alıkoymaya çalışıyor. Fakat bunu başaramayacağını, siyasal ve toplumsal mücadele tarihimize bakan herkes kolayca görebilir. Halkımızın bundan şüphesi olmasın.

İktidarın, özellikle Erdoğan’ın bir panik halinde hareket ettiği belirtiliyor, size göre bu durum neden kaynaklanıyor?

Yıllardır maddi-manevi bütün yatırımını toplumsal yarar yerine piyasanın eşitsiz ve acımasız mekanizmalarına, emekçiler yerine sermayeye yapan bir iktidarın, toplumun tümünü tehdit eden bir felaketi, alıştığı yöntemlerle yönetmesi imkansızdır. Bizlerin ve başka çevrelerin önerdiği tedbirleri önce aşağılayarak reddeden iktidar, birkaç hafta, hatta birkaç gün sonra bunları uygulamak zorunda kalıyor. Ancak bunu da gereği gibi yapmıyor, çünkü ait olduğu çıkar dünyası ve sahip olduğu ezberler buna izin vermiyor. Toplumun çok büyük bir kesimi hem virüsün hem de yokluğun ve yoksulluğun tehdidi altındayken baskı, korkutma gibi yöntemlerle huzursuzluğu ve itirazları yok edemezsiniz. İktidar kamu kaynaklarını zaten tüketmiş, şimdi de bildiği rıza üretme kaynaklarının tükenmekte olduğunu fark ediyor. Paniğin temel sebebi budur kanımca.

Erdoğan, 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı getirdiklerini açıkladı, ertesi gün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, çalışanların hariç tutuklarını açıkladı. Bu tutuma bakarak, algı mı yönetiliyor, kriz mi?

Krizin son derece sorunlu yönetildiğini ve iktidarın süreci tedirgin bir halde yürütmeye çalıştığını söyledim. Bu tip düzenlemelerle devletin gereken önlemleri adım adım aldığı yönünde bir izlenim oluşturulmaya çalışıyor. Kabaca bakıldığında, 65 yaş üstüne ve 20 yaş altına getirilen yasakların risk altındaki insanları korumaktan ziyade çalışmak zorunda olmayan insanların evde kalmasına yönelik düzenlemeler olduğunu görüyoruz. Zira geriye kalan yaş aralığı, ekonominin işleyebilmesi için çalışmak zorunda bırakılan insanlardan oluşuyor ve bu insanların çoğu sosyal mesafenin sağlanamayacağı şartlar altında çalışmak zorundalar. Virüsün kendilerine bulaşması halinde pek çoğunun aynı evde yaşadıkları 65 yaş üstü ve 20 yaş altı insanlarla temas halinde olmaları ise kaçınılmaz. 18-20 yaş arasındakilerin yasaktan muaf tutulması da bu iddiamızı maalesef destekliyor. Hükümetin önceliği krizi hafifletmek ve yok etmek değil, fiili bir sürü bağışıklığı yöntemiyle ekonominin işlerliğini sürdürmek.

Gerçek bir ‘Evde Kal’ kampanyası nasıl olabilir? Hangi adımlar toplumun rahat bir şekilde evde kalmasını sağlayabilir?

“Evde kal” kampanyası sosyal mesafeyi sağlamak için insanların izolasyonunu amaçlayan bir çağrıya dayanıyor. Fakat bu çağrının başarılı olabilmesi için her şeyden önce evde kalacak olanların yaşamlarını insan onuruna yaraşır bir biçimde sürdürebilmelerini sağlamak lazım. Ayrıca toplumsal yaşamın devamı açısından zorunlu alanlar dışında üretimi durdurmazsanız, milyonlarca insanı evden çıkmaya mecbur etmiş olursunuz. Bu nedenle çalışanlara ücretli izin, işsizlere ve ihtiyaç sahiplerine temel gelir desteği; elektrik, su, doğalgaz, internet, sağlık gibi müştereklerin ücretsiz karşılanması gibi tedbirler olmadan bu kampanyanın yeterince etkili olması maalesef çok zor.

HDP’nin çok hassas davrandığı konulardan birisi de ‘İnfaz yasası.’ Yasa bu haliyle çıkarsa toplumda ne gibi tepkilere neden olur?

Bu mesele yeni değil, ancak bir süredir rafa kaldırılmıştı. Salgınla birlikte tekrar gündeme geldi.
Meclise sunulan teklifte, infaz hukukunun evrensel temeli olan eşitlik ilkesi hiçe sayılıyor. Bu haliyle teklif, iktidarın daha önceki pazarlıklarına dayalı olarak yandaşlara mükafaat, muhaliflere ölüm vadeden bir nitelik taşıyor.

Bu salgında cezaevlerinin özel ve ağır risk mekanları olduğunu herkes biliyor. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi organları ve dünyanın önde gelen kimi kurum ve kuruluşları cezaevlerinin bu durumuna dair somut tespitlerde bulundular ve cezaevlerinin tümden boşaltılması çağrısı yaptılar. Bu çağrılara kulak veren ve uyan devletlerin olduğunu da görüyoruz; İran hükümeti gibi baskıcı bir yönetim dahil. Fakat hükümet bırakın bu çağrıları ciddiye almayı, insan hayatını hiçe sayan sorumsuz ve ayrımcı tutumunu derinleştirerek sürdürüyor. Daha önceki bir açıklamamda da belirtmiştim: “Ayrım yapmayan bir virüs karşısında ayrımcı bir iktidarla karşı karşıyayız.” Cezaevlerinde bu nedenle zarar görenler veya hayatını kaybedenler olursa, bunun vebali çok ağır ve sorumlusu da elbette bu iktidar olacaktır. Bunun zaten kırılgan olan toplumsal barış inancına tamiri zor zararlar vereceği açıktır. Toplumsal vicdanı, adalet fikrini ve insaf hissini zerre önemsemeyen bu anlayış, aynı zamanda “radikal kötülüğün” cisimleşmiş halidir.

Röportaj: Hüseyin Kalkan

10 Nisan 2020