Oluç: Bütçenin dayandığı temeller yıkıldı bile

Parti Sözcümüz Saruhan Oluç'un 2019 Merkezi Yönetim Bütçe Tasarısı kapanış konuşması:

 

Sayın Başkan, Sayın Milletvekilleri

 

2019 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifinin tümü üzerine partim adına söz almış bulunuyorum. Parlamentoyu saygıyla selamlıyorum.

 

Aralık ayı boyunca sürmüş olan Meclis çalışmalarında bir bütçe “mesaisi” başladı, şimdi de bitiyor. Bir toplumun ve ülkenin demokratik ortam içinde yürütmesi gereken bütçe tartışmaları, bu kuruldaki muhalefet partileri için ne yazık ki sadece bir mesai haline gelmiştir. Rutin bir iş gibi gerçekleşmiştir. Ama iktidar koalisyonu için de sadece bir mesai olmuştur. Çünkü önlerine gelen metinleri değiştirmeksizin ve sorgulamaksızın onaylamaktan, sadece belli başlı anahtar kelimeleri duyunca tepki vermekten başka bir iş yapmamışlardır.

 

Dünyada bütün demokratik ülkelerde bütçeler neden meclislerde tartışılır ve ülke yönetimi açısından neden ilk sırayı alır? Çünkü, meclisler bütçe görüşmelerinde iktidarları denetler; bütçe tartışmaları iktidarları denetlemenin en demokratik yolu, demokrasi açısından "olmazsa olmaz" kuralının işlediği bir mekanizmadır.

 

Bugün Saray’da hazırlanmış olan bütçe kanun teklifi ile yasama organına bir paylaşım adaletsizliğini ve yanlışları onaylama dayatılmıştır. Milyonlarca yurttaşın oyunu almış olan muhalefet partilerini dinlememe veya sözlerine ayar verme çabanızla; en temel haklardan biri olan kaynakların nereye, nasıl ve ne biçimde dağıtılacağını tartışma, eleştirme ve denetleme hakkına saygı duymadığınızı açık biçimde gösterdiniz. 

 

Bütçe hakkı dediğimiz şey, otoriter, baskıcı ve hükümranlık niteliği taşıyan rejimlere karşı kazanılmış tarihsel bir haktır, parlamentoların ve yurttaş haklarının tarihinde kurucu bir değere sahiptir. Hatta Amerika ve Fransa’daki devrimlerin bir nihayetidir: “Temsil yoksa vergilendirme de yok” sözü o dönemlerin en önemli sloganlarından biridir.

 

Bugün çağdaş demokrasilerde vergi veren yurttaşların denetim hassasiyetinin arkasında işte bu tarihsel gerçekler vardır. Bugün Fransa’da Sarı Yelekliler Hareketi oluşuyorsa, arkasında yurttaşların ödedikleri vergilere sahip çıkmaları ve denetleme yapma anlayışları vardır.

 

Bizde ise yurttaşın ödediği vergilerle yöneten ve geçinen iktidar sahiplerinin, halkın temsilcilerini hizaya çekmesi olağan gibi algılanır. Vergiyi alıp kullanırken yurttaşın zihniyetine demediğini bırakmamak normal sayılır. Bu durumu yadırgayan ve eleştirenlere ise tahammül edilmez. 

 

Biraz evvel Sayın Bostancı konuşmasını yaparken, "bu ahlakın bütçesi" dedi. Bu ahlakın bütçesi ise bunu eleştirenler ne yapıyor Sayın Bostancı? “Benim vergimi öyle kullanamazsınız” diyene iyi bakmadı bu ülke iktidarı, siz de öyle bakmıyorsunuz. ‘Yurttaş olunmasına izin verilmemesi’ tam da böyle bir şeydir işte. Yurttaşlık bilinci, her 4-5 yılda bir önüne bırakılan sandığa zarf atmayı değil sadece; kişi haklarını herkese ve özellikle de iktidara karşı savunabilmeyi kapsar.

 

Bakın, dolaylı verginin, yani yurttaşlardan günlük harcamaları vasıtasıyla alınan verginin toplam içindeki oranı, bugün artık en az yüzde 67 ile 70 arasında değişmektedir. Bu inanılmaz bir vergi adaletsizliğidir. Zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul kılan bir sistemdir. Dünyada bu kadar yüksek dolaylı vergi ödeyen başka bir toplum gerçekten yoktur. Buna bir de ücretlerden kesilen vergileri eklediğimizde tablo daha net ortadadır.

 

Bu bütçe teklifi de göstermektedir ki, iktidar haksız ve adaletsiz uygulamalarına devam edecek; işçinin, emekçinin, çiftçinin, esnafın, emeklinin, işsizin, engellinin, gençlerin ve kadınların haklarını teslim etmeyecek ve onların ihtiyaçlarına cevap vermeyecektir.

 

- Muhalefete tahammülsüzlük ve sözünü dinlememe,

- Atanmış bakanların muhalefete parmak sallamaları veya konuşulanları ciddiye almamaları,

- Virgülü bile değişmeyen bir bütçe.

 

Tablo bu. Peki, tüm bunlar neyi gösteriyor? Şundan emin olun iktidarın gücünü değil; olsa olsa demokratik politik kültür yoksunluğunuzu gösteriyor. 

 

Demokratik politik kültürden yoksunsunuz. Bir dönem, acaba "demokrasi iyi bir şey mi" diyerek yaptığınız denemeleri, iktidarı kaybederiz korkusu ile bir kenara attınız. İktidar olmak sizin için demokratik iktidar olmaktan çok daha önemli oldu. Her şeye hakim olmak, her şeyi elinde tutmak, farklı olana tahammülsüz davranmak ile demokrat olmanın en ufak bir yakınlığı yoktur, bilesiniz.

Çoğunluğunuz var diye, doğru dürüst denetim yapmadan ve yaptırmadan sorunlu bir bütçeyi onaylıyorsunuz. Biraz sonra detaylarına gireceğim. Bugün sorumluluklardan kaçabilirsiniz, ama bu kaçınmanın sonuçlarından asla kaçamazsınız. 

 

Bakın bu bütçe görüşmelerinde özellikle iki bakan vekillere bağırıp çağırdı, parmak salladı. Biri İçişleri ve biri de Milli Savunma Bakanı. Çünkü bu bütçe güvenlikçi bir bütçe. Çünkü bu bütçe silah ve savaş yatırımları bütçesi. Bunun gücüyle vekillere saygısızlık edebildi bu bakanlar. O nedenle en fütursuz onlar davranabildi.

 

Bütçede MİT, MGK, Jandarma Genel Komutanlığı, Emniyet, Sahil Güvenlik, Savunma ve İçişleri Bakanlıklarına yaklaşık 111 milyar lira ayrılıyor. Bir önceki yıla göre yüzde 21, son 2 yıla göre ise yüzde 58’lik bir artış var. Buna karşılık Milli Eğitimdeki artış ise bu yıl sadece yüzde 4.

 

"Savaş yatırımı" deyince kızıyorsunuz. S-400’leri, Patriot füzelerini, F 35leri turşusunu kurmak için mi alıyorsunuz? Onlara ödenecek milyarlarca dolarla eğitim ve sağlık alanında yapılabileceklerin, kamu yatırımı alanında yapılabileceklerin neler olduğu çok açıktır. Ama bu bir tercih meselesi. Siz eğitim ve sağlıktan değil, savaş yatırımı ve güvenlikten yana tercih kullanıyorsunuz. Halkın ihtiyaçlarından, kamu yatırımlarından değil...

 

Bir iktidarın bütçesi eğer Meclis’te reddedilirse, o iktidar düşer -ki bizim tarihimizde de örnekleri vardır. Ne var ki bugün bu bütçe reddedilirse, iktidar yine yerinde durur. Çünkü, “tek adam rejimini” denetleyecek hiçbir mekanizma bırakılmamıştır.

 

Kuvvetler ayrılığını "ayağındaki prangalar" olarak değerlendiren Erdoğan, sonunda ‘kuvvetleri benim koordinasyonumda birleştirdik’ diyerek ve bu anlayışla davranarak ortada demokratik kurum ve işleyiş bırakmamıştır. Denge-denetleme ve fren mekanizmaları, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, yasamanın özerkliği yerle bir edilmiştir. Mutlak iktidar, otokrasi, tek kişi yönetimi dünyanın hiçbir ülkesinde ve dünya tarihi boyunca hayırlı sonuçlar üretmemiştir. Burada da üretmeyeceğinden emin olabilirsiniz. 

 

İşte bu nedenlerle sorunlarımızın başında demokrasi ve temsil krizi gelmektedir. Kriz var. Ekonomide var, hukukta var, devlet yönetiminde var, Orta Doğu’da var, dış politikada var, AB ile ilişkilerde var. "Kriz var" diyoruz, "kriz mıriz" yok diyor. Hazine ve Maliye Bakanı da doğal olarak kabullenemiyor lafı dolandırıyor. ‘Türkiye ekonomisi yılın ikinci yarısında hızla bir türbülansa girdi’ diyor. Türbülansa girdiyse, olduğu yerde durmuyor ki bu uçak, aşağı gidiyor. Türbülans sözü gerçekleri yansıtmıyor. ‘Resesyon, stagflasyon diyenlere cevabınızı aldınız’ dedi, ama cevap TÜİK’ten geldi. 

 

Bakın, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, bütçe görüşmelerinin ilk gününde bu kürsüden konuşurken, Türkiye’nin üçüncü çeyrek büyüme istatistikleri Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklandı. Bu istatistikler dengenin değil inişin habercisiydi. Bakanın söylediklerinin boş ve geçersiz olduğunu bu istatistikler çok net gösterdi. Bu verilerin açıklanması ile birlikte bu bütçenin üzerine kurulduğu zeminde ciddi fay kırıkları oluşmuştur.

 

Sayıları manipüle ediyorsunuz, kendinize göre ayarlıyorsunuz. İşinize gelmeyen verileri açıklayan TÜİK Başkan Yardımcısını görevinden alıyorsunuz. Sayıştay’da da aynı işi yaptınız, denetim raporlarını hazırlayan daire başkanlarını görevden aldınız. Evet, maalesef gerçekler korkutucu ve acı. Öyle. Peki bundan sonra, TÜİK’in yayınladığı istatistiklere kim inanır? Ama buna rağmen biz yine o resmi sayılara dayanarak size bir gerçeği hatırlatmak istiyoruz. Bakın ne diyor bu göstergeler?

 

TÜİK’e göre Temmuz-Eylül dönemini içeren üçüncü çeyrekte Türkiye ekonomisi yüzde 1.6 büyümüş. Burada ‘Allaha şükür büyüdük’ laflarını duyduk bütçe tartışmaları sırasında, ama o iş öyle değil. İlk çeyrekteki büyümenin yüzde 7.2, ikinci çeyrekteki büyümenin yüzde 5.3 olmasına bakarsak, yüzde 1.6 yani hızlı bir iniş var alışmış temponun çok altına düşen bir hal. “Resesyon” tanımına çok uyuyor. Her ne kadar Bakan bey bu laftan hoşlanmasa da. Bakın sözle söylenen rakamlar uçup gidiyor. Bu görüntü akılda kalır. Durum budur.

Bu grafik bize 2017 yılının son çeyreğinden başlayarak baş aşağı giden bir büyüme görünümü veriyor. Buna türbülans demek gerçeklerin üzerini örtmektir. Bu bizim verilerimiz değil TÜİK verileridir. 

 

 

Dünyaya ne bakıyorsunuz, önce memlekete bakın. Buna türbülans mı diyorsunuz, aşağı doğru giden bir eğri varken bunun üzerine hazırlanmış bir bütçeyi siz onaylıyorsunuz.

 

Üçüncü çeyreğin yüzde 1.6’lık performansı resesyonun, yani ‘durgunluğa’ girildiğinin “resmi” ifadesidir artık. Eylül sonrası, yani dördüncü çeyrek, rakamları 2019’da açıklanacak ama rakamlara bakarsak bunun sadece bir resesyon değil bir küçülmeye gidiş, “depresyon”a geçiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Türkiye Ekim-Aralık döneminde yüzde 20’lerde seyreden yüksek enflasyonun eşliğinde küçülme süreci yaşıyor. Depresyon deyince doktora koşup, bir pasiflora reçetesi yazıp bu durumu aşamazsınız. Verilerin hiçbiri iyimser değerlendirmenize neden olamaz.  

 

Resesyonun sektörel analizi ilerisi için neden iyimser olunamadığını ortaya koyuyor. Üretici sektörlerden tarımda sadece yüzde 1 büyüme gözlenirken (geçen yıl yüzde 3.6) idi, sanayideki büyümenin yüzde 0.3’te kaldığı (geçen yıl yüzde 15.4 idi), son 15 yılın yıldızı olan inşaatın ise yüzde 5.3 eksi büyüme (geçen yıl yüzde 18.8 idi) yani küçülme ile en erken krize giren sektör olduğu görülüyor. Hizmetler kesiminin katkısı ise yüzde 4,5 olarak gerçekleşmiş (geçen yıl yüzde 21.8 miş). Bir yıl içindeki verilerin karşılaştırılmasından ortaya çıkan sonuç hiç iç açıcı değil. 

 

Öte yandan üretilen gelirden iş gücünün aldığı pay yüzde 31 dolayında. Oysa işgücünün payı yılın ilk çeyreğinde yüzde 38 dolayındaydı. Bu ne anlama geliyor; işçi ve emekçilerde, tüm ücretli çalışanlarda yoksullaşma devam ediyor.

 

Vatandaşın tüketiminde, yani talepte de büyük bir düşüş var. Tüketim harcamaları büyüme oranı % 1.1’e kadar gerilemiş. Geçen yılın aynı döneminde bu oran % 10.2. Yani bir senede vatandaşın alım gücünü 10 kat düşürmüşsünüz. Toplum tüketemiyor. Reel ücretler bu denli gerilemedeyken, çarşı ve pazar bu kadar cep yakarken, toplumun büyük bir kısmı bırakın lüks harcamayı temel tüketim mallarını almaktan bile çekiniyor. Zamlar yağmur gibi, elektrik, doğalgaz faturaları geldikçe insanlar ne yapacaklarını şaşırıyor. Tüketici güven endeksi Aralık ayında Kasım'a göre % 2.3 azalmış. Son bir seneye baktığınızda en az 6 ayda istikrarlı bir düşüş var. 

 

Yatırımlarda da sorun büyük. Yatırım harcamaları üçüncü çeyrekte yüzde 3.8 eksi çıkmış. Bu oran geçen yıl yüzde 12.8 artı idi. Kaçınılmaz olarak işsizlik yüzde 11.4. Tarım dışı yüzde 13.5. Resmi olarak 3.8 milyon işsiz var. Gayrı resmi rakam ise bunun çok üzerinde.

 

Türkiye ekonomisi stagflasyona (durgunluk içinde enflasyon olgusu) girmiş durumda. IMF’siz IMF politikalarını uygulayan Bakan, bu kavramı kabul etse de etmese de bütün veriler bu gerçeği işaret ediyor.  Öte yandan Merkez Bankası verilerine göre resesyona girilen Temmuz-Eylül döneminde Türkiye’den 18.5 milyar dolar sermaye çıkışı olmuş. Ekim’de de sürmüş. 1.5 milyar dolar da Ekim’de çıkmış. Bu yabancı para niye gidiyor? Çünkü güvensizlik var. Çünkü hukuk ve adalet mekanizması güven vermiyor. Çünkü keyfi kararlarla yapılan hukuksuzlukların hesabının sorulamayacağını biliyorlar. Çünkü demokrasi yok, otokrasi var. Hukukun üstünlüğü diye birşey kalmamış, üstünlerin hukuku artık geçerli hale gelmiş.

 

Bakın geçenlerde açıklanan uluslararası bir araştırma vardı, Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 113 ülke arasında Türkiye 101’nci sırada. Uganda, Bangladeş vb. ülkeler ile birlikte 101’inci sıradayız. Bu sizce vahim bir durum değil mi? İktidarın elinde siyasallaşmış bir yargı, talimatlarla hareket eden mahkeme heyetleri. Çökmüş bir hukuk sistemi...

 

Son aylardaki kamuoyu araştırmalarına baktık son 6 aya, bugün toplumun yüzde 64’ü yani neredeyse her 3 kişiden 2'si adalet mekanizmasına güvenmiyor. AKP seçmenlerinin bile 3'te 1'i bu görüşte. Sizin her üç seçmeninizden biri bu sisteme güvenmiyor. "Yargı siyasallaştı, iktidarın kararlarına göre hareket ediyor" diyor insanlar. Bu soruya "evet" cevabını veriyorlar. Ama bunu bilerek yaptınız. Adalete olan inanç çökünce, sığınılabilecek mercii kalmayacağından hükümete biat etmek dışında bir yol kalmamış olacaktı. Tuzu bilerek kokuttunuz.

Geçenlerde Cumhurbaşkanı Yardımcısı ‘4 bin civarında FETÖ üyesi hakim/savcı tasfiye edildi. Bunlar hakim/savcı elbisesi giymiş hainlerden başka bir şey değildir’ dedi. Peki, bunlar hainse, neden bu hainlerin hazırladığı iddianamelerle bizim arkadaşlarımız, vekillerimiz, belediye başkanlarımız yargılanıyor? Neden

 

Bu nasıl bir adalet anlayışı? Yani hain olan savcı hakim, Kürde iddianame hazırlayıp yargılama başlattığında hain olmuyor mu? Kürt olunca hukuka, adalete ihtiyaç yok, haine ihtiyaç var, öyle mi?

Bakın çok savunduğunuz Selahattin Demirtaş davası, ki o davadan 4 yıl 8 ay ceza aldı. İhbar edenler, yani davanın açılmasını sağlamış olanlar FETÖ’den tutuklandı. Bu konuda 2 savcı üst üste iki ayrı iddianame hazırladı FETÖ’den tutuklandı ve ihraç edildi. Artık dayanamadılar 3. savcıya aynı iddianameyi hazırlattılar. Emniyet, raporunda ‘barış için konuşma yapmışlardır’ notunu düştü. Ama hayır, dava açıldı, ceza verildi. Şimdi bu bir FETÖ kumpası değil, öyle mi? Siz bu kumpası savununca ne yapmış oluyorsunuz acaba? 

 

Sadece bu dava da değil, kaç davası daha var. 102 fezlekeden 29’u bu durumda. Tutuklu olduğu dosyada birleştirilen 31 fezlekeden 9’u böyle. Niye susuyorsunuz? Hani FETÖ'ye karşı mücadeleye ne oldu? Üstelik sadece Selahattin Demirtaş için değil bütün yargılanan vekillerimiz için bu durum böyle. FETÖ kumpasları ama hiç sesiniz çıkmıyor.  FETÖ'ye karşı mücadelede söz konusu olan Kürtlere karşı hazırlanan iddianameler olunca suskunluk ortalığı kaplıyor.

 

Sayın Bahçeli, yanılmıyorsam geçtiğimiz haftalarda ‘‘bu FETÖcü hainlerin düzenledikleri iddianamelerle açılan davalar elden geçirilmeli’’ demişti. Buyurun yapın. Ama yapamazsınız. Artık adalet sarayları yok, Saray’ın adaletsizliği var.  

 

Bakın Leyla Güven, Hakkari vekilimiz, Kürt olduğu için hala salınmıyor. Bu lafı söylediğimizde bozuluyorsunuz. Ama Enis Berberoğlu salındı. Doğrusu buydu. Ama Leyla Güven hakkında hüküm olmamasına rağmen içerde tutuluyor. Dokunulmazlığı var, sizler gibi bir vekil. Burada oturmuyor cezaevinde tutuluyor. Çünkü Kürt. Adalet yok ona işlemez.

 

Açlık grevinde bir parlamenter. 44. gününde. Burada oturanlarla aynı hakka sahip, ama susuyorsunuz. Barış için, İmralı’da tecridin sona ermesi için, Türkiye’de kimsenin ölmemesi için açlık grevinde. Bu söylenen cümleler hiç hoşunuza giden cümleler değil ama gerçek bu.

 

Selahattin Demirtaş da Kürt olduğu için alelacele mahkum edildi. Sırrı Sürreya Önder, yıllarca burada vekillik yaptı, Türkmen ama o da Kürtlerle yan yana durduğu için cezaevinde. Türkiye demokrasi güçlerine gözdağı veriyor iktidar. 

 

Barış istedikleri için Gençay Gürsoy, Türkiyenin nöroloji uzmanlarından Profesör Şebnem Korur Fincancı, Füsun Üstel, Ayşe Erzan bunlar da profesör. Hepsi değerli akademisyenler, hayatlarında şiddetle işleri olmamış. Üniversitelerinde ders vermişler. Bir bildiriye imza atmışlar. 2 yıl 3 ay ve 2 yıl 6 ay vb. cezalar alıyorlar. Çünkü hukuk yok, çünkü biat etmemişler, çünkü "pişmanız" dememişler. Birkaç hafta önce de Turgut Tarhanlı ve Betül Tanbay’ın da aralarında olduğu akademisyenler gözaltına alındı.

İktidara sormak istiyoruz, derdiniz ne akademisyenlerle? "Yok derdimiz" diyeceksiniz. Biat etmeyenlerle, itaat etmeyenlerle derdiniz çok. Eleştirel davranan, akademisyen olmanın onurunu savunan, soru soran, iktidar karşısında el pençe durmayanla derdiniz çok.

 

Bir de burada çok tartışıldı, AİHM kararı. Emin olun biz sizden çok eleştirdik bu kararı. AİHM geç ve eksik karar aldı, kararda beğenmediğimiz yerler var. Ama konu bu kararın içeriğine dair eleştiri yapıp yapmamak değil. Bu karar bağlayıcı mı değil mi? Bu karar bağlayıcı, AİHS 46 ve Anayasa 90’a göre. Sanki AİHM ilk kez karar veriyor Türkiye aleyhine, yok karar politikmiş de, şuymuş da buymuş da. Siz yerel mahkemelerin politik kararlarına bakın, AİHM’e değil. AİHM’in kararları hep devlet politikası ile ilgilidir. Kimse AİHM’e boşanma davası veya arazi anlaşmazlığı için gitmiyor ki, mahkemenin alanı değil. Devlet ile arasındaki ihtilafın çözümü için gidiyor yurttaş oraya, dolayısıyla her karar politiktir elbette ki. Ama hukukidir. Evrensel hukuk normlarına bağlıdır.

 

Bakın 2017 yılında, 99 ihlal kararı ile aleyhine en çok ihlal kararı verilen ikinci ülke konumundadır Türkiye. 2017 verisidir. Bu 99 ihlal kararında, ilk sırada gelen konu 46 kararla adil yargılanma hakkıdır deminden beri adalet ve hukuktan bahsediyoruz; ikinci sırada 19 kararla “özgürlük ve güvenlik hakkı” (yani 5. Madde); 16 kararla ifade özgürlüğü geliyor. Ondan sonra devam ediyor. Biz bunu Demirtaş bahsinde tartışıyoruz, ama konu sadece Demirtaş değil, ilke meselesi. Konu ilke meselesidir. Türkiye’nin imza attığı, bu Meclis’in onayladığı bir Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi var. 46. Maddesi’nde "AİHM kararları bağlayıcıdır" diyor, siz çiğniyorsunuz. 

 

Anayasa’nın 90. Maddesi var, üstelik AKP getirdi bu maddeyi, uluslararası sözleşmeler amir hükümdür diyor, çiğniyorsunuz. Madem verin bir teklif kaldıralım bu maddeyi, hiç olmazsa yok saymaktan kurtulmuş olursunuz.

 

Siz ülkeyi zor duruma düşürüyorsunuz ülkeyi. Derdimiz sadece Demirtaş değil. Ki onun kararı da sizin yorumladığınız gibi değil. Siz diyorsunuz ki, AİHM 2. Daire kararı kesinleşmemiş. Hayır öyle değil. Tutuklamanın hukuka aykırı olarak sürdürüldüğü davalarda, AİHM daireleri Büyük Daire’yi beklemeden, tutuklu kişinin derhal serbest bırakılarak ihlale son verilmesini istiyor. Bu net. En yakın örnek Şahin Alpay davasıdır.

 

Şimdi AİHM’in kararının açıklanmasından sonra, Cumhurbaşkanı kararın bağlayıcı olmadığını söyledi, Cumhuriyet Başsavcısı ile Saray’da görüştü. Arkasından Ankara 19. Ağır Ceza tutukluluğun devamına karar verdi. Bir de istinaf hukuksuz bir cezayı onadı. FETÖ iddianameleri. Böylelikle, Türkiye’de hukuk devleti ve yargı bağımsızlığının ne ölçüde var olduğu bir kez daha somut bir biçimde ortaya çıktı. Yargı hilesi ile karar uygulamaktan kaçınıldı. Kim yaptı bunu? Yürütme ve onun güdümündeki yargı.

Bakın her yıl AİHM kararları nedeniyle milyonlarca Avro ceza ödüyor bu ülke. Cezalar nereden ödeniyor? Bütçeden. Halkın vergilerinden. Mahkemeler yanlış kararlar veriyor, ceremesini halk çekiyor. Siz, "AİHM kararları ile ilgili ne istersek yaparız" diyemezsiniz bu nedenle de.  

 

Sayın milletvekilleri,

 

İçişleri Bakanı geldi buraya, öyle bir tablo çizdi ki, gözlerimiz yaşardı. Meğer ülkede herkes o kadar özgürmüş ki... Toplantı gösteri hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı. Kullan kullan bitmez. Öyle ki Fransa ve Belçika’daki, İspanya’daki Sarı Yeleklilere çağrı yaptık zaten; gelin eyleminizi burada yapın, her yer cennet bahçesi diye. Orada polis size gaz sıkıyor, burada gül hediye ediyor diye.

 

Yasaklanan işçi grevleri ve eylemleri yok, havaalanı işçilerine saldırı yok, Cumartesi Annelerinin yerlerde sürüklenmesi yok... Ki bunu tarih yazacak, dünyanın 23 yıldır süren en barışçı vicdan eylemine saldırıyı... "Analığın istismar edilmesi" lafını tarih yazacak.

Mesela Artvin’de çevre konserine yasak yok, lisenin pilav gününe yasak yok, üniversitedeki sanat festivaline yasak yok, gaz yok jop yok, şiddet yok,  TOMA yok... Kadınların eylemine şiddet uygulama yok... Daha yeni Ankara’da SBF ve ODTÜ’de öğrenci etkinliklerine yasaklar geldi. Saymakla bitmez.

 

Bakan diyor ki, "her şey kameralarla kontrolümüz altında". Öyleyse Urfa Suruç’ta Şenyaşar ailesinden katledilen 3 kişinin faillerini neden bir türlü bulamadınız? Gizliyorsunuz.

Nasıl oluyor da bu kadar kolay gerçek dışı konuşuluyor? Nasıl oluyor da bunlara inanılıyor veya inanılmış gibi yapılıyor? Nasıl oluyor da, gerçekler ortaya çıktığında bir şey olmuyor?

Öyle acayip şeyler yaşıyor ve öyle ürkütücü diyaloglara, monologlara tanık oluyoruz ki... Nobran bir kabalıkla, sürekli hakaretle, akıl almaz adaletsizliklerle, cezasızlık kültürüyle, insanı önce çileden çıkaran sonra duyarsızlaştıran yalanlarla yaşamak bu toplumun kaderi gibi düşünüyorsunuz ama olamaz.

 

Ama zamanın ruhu bu. Doğru olmayan şeyleri söylemek, söylediğini terk edip tam tersini yapmaya başlamak; ağır zararlara neden olan tutumda şuursuzca ısrar etmek veya baş döndürücü manevralara kalkışmak hiç şaşırtıcı değil artık. Sosyal medya örnek videolarla dolu. Ama bunun bu kadar maliyetsiz olması, risksiz biçimde denenmesi son derece acayip.

 

Toplumsal etik yerle bir edildi. Siyasette denge denetleme ve fren mekanizmaları kalmadı. Kuvvetler birliği bir kişide gerçekleşti, yürütme, yasama ve yargı üzerinde tam hakimiyet sağlandı. Demokrasinin en temel kurum ve ilkeleri işlemez hale geldi. Hukukun üstünlüğü kalmadığı için gerçek olmayanı söyleyen ve buna dair uygulamalarda bulunanlardan da hesap ne yazık ki sorulamıyor.

 

Kibir, kendini beğenmişlik, yıkılmazlık sanısı, bu ruh hali çok tehlikelidir. Dengesiz yönetime, denetimsiz davranmaya o kadar alıştınız ki... Bu yönetim anlayışını alışkanlık haline getirdiniz. ‘Ata kibirli binen eve yürüyerek döner’ der İtalyanlar.

 

İşte Kürt sorununda ‘çözüm mözüm yok’ lafı da bu ruh halinin yansımasıdır. Vebali büyüktür... Türkiye’nin tarihsel, sosyal, siyasal, kültürel bir sorununu bir kişinin iki dudağı arasına hapsetmek, bir kişinin sözüyle milyonlarca insanın geleceğini belirlemek büyük hatadır ve bunu göreceksiniz. Bu ülkede yaşayan 20 milyona yakın Kürt insanını rencide etmenizin elbette bir sınırı olacak.

Öyle köklü ve büyük bir Kürt fobiniz var ki, yarın bu yüzden Esad’la sarılıp kucaklaşmaktan geri durmayacaksınız korkarız.

 

Tarih bilincinden yoksun davranışlar ve sözler tüm topluma olumsuz yansımaktadır. Evet, beğenseniz de beğenmesiniz de HDP olarak bizler Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için mücadelemizi sürdüreceğiz. Demokratik siyaset alanındaki kararlı duruşumuzdan vazgeçmeyeceğiz. Ve er ya da geç bu konuda sonuç alacağımıza yürekten inanıyoruz.

Meclis’teki siyasi partileri bir kez daha bu konuda sorumlu ve duyarlı davranmaya çağırıyoruz. Sorunlarımızın konuşulması gereken yer burasıdır. Başka ülkelerin başkentleri veya iktidar koridorları değil. Konuşarak, müzakere ederek, görüşerek aşamayacağımız sorunumuz yoktur ve olmamalıdır.

Daha oylanmadan dayandığı temelleri yıkılan, referans verileri geçersizleşen bu bütçe kanun teklifine ‘hayır’ oyu vereceğiz ve yanlışlara ortak olmayacağız.

 

Yalan dolanla yaşamayı reddetmek. Kötüye kötü diyebilmek, cesur ve kararlı davranabilmek, bütün mesele bu işte. Dert edelim, kötü hissedelim ki, iyi ve güçlü olalım

Dinlediğiniz için teşekkür ederim.  

 

21 Aralık 2018