HDP grubu adına Van Milletvekili Nazmi Gür’ün Dışişleri Bakanlığı Bütçesi üzerine konuşması

29. Birleşim
14 Aralık 2014-Pazar

Dışişleri Bakanlığının 2015 yılı bütçesiyle ilgili olarak HDP Grubu adına söz almış bulunmaktayım; bu vesileyle, Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Ayrıca, Sayın Bakanımızın da ben konuşurken içeri girmesinden de mutluluk duyduğumu belirtmek isterim. Sayın Bakan burada olmayınca, konuşmanın biraz duvara karşı bir konuşma niteliği taşıyacağı için korkmuştum ama Sayın Bakanımız da teşrif ettiler. Onun için konuşmama başlıyorum.

Değerli arkadaşlar, Türkiye tam ateş çemberinin içinde Orta Doğu’da. Kuzeyinde de, Ukrayna’da biliyorsunuz ciddi bir gerilim var Rusya’yla birlikte. Bu istikrarsız bölgede Türkiye yolunu bulmaya, Türkiye özellikle dış politika konusunda kendi politikaları doğrultusunda ilerleyeme çalışıyor ve fakat bizlerin, işte bu politikalara, bu ateş çemberine dönük düşüncelerimiz elbette ki Hükûmetin düşüncelerinden çok daha farklı ve elbette ki Hükûmetin hâlihazırda sürdürdüğü dış politikaya, stratejilerine, uyguladığı taktiklere ve genel yaklaşımlarına, düşünlerine karşı bizim de eleştirilerimiz var. Muhalefet olarak bizim görevimiz, Hükûmetin politikalarını eleştirmek ve böylece, yararlanabiliyorsa doğruyu bulmasını sağlamaktır.

Tabii, Orta Doğru bir sırat köprüsünde. Sykes-Picot düzeni yüz yıl önce kuruldu. Bu düzen, bölgedeki halkları, Orta Doğu’da, içinde yaşadığımız bölgenin halklarını, inançlarını ve bütün diğer farklılıklarını reddeden ulus devlet ve ulus devletten diktatörlüklere kadar evrilen bir süreçte bir düzen kurdu ve bu köhnemiş düzen artık çatırdıyor. Onu kuranların, özellikle Batılı emperyal güçlerin ihtiyaçlarına cevap veremeyecek bir duruma gelen bu düzen yıkılmaya yüz tuttu. İşte böylesi bir düzende, bir taraftan ulus devletler ve diktatörlükler tasfiye edilirken diğer taraftan da bölgenin yeni şekillenmesi, yeni haritası ortaya konuluyor. Tam da yaşadığımız bu tarihî süreç, tarihî an bunu ifade ediyor.

Türkiye bütün bu meselelerin tam da ortasındadır. Tıpkı yüz yıl önce Orta Doğu’da Osmanlı çatırdarken, toprak kaybederken ve nihayetinde de yıkılıp giderken böylesi bir süreç yaşanıyordu, şimdi de benzeri bir tarihsel dönemi, bir süreci yaşıyoruz fakat yüz yıl sonra biz bu süreci yaşıyoruz. Özellikle son beş yılda, Türkiye'nin Orta Doğu’nun ağabeyliği rolüne soyunması ve bu konuda geçmişteki bütün politik deneyimleri, geçmişteki bütün ilkeleri, uluslararası hukuku da neredeyse kimi zaman hiçe sayarak bir sert güç olma, bölgede bir güç olma iddiasıyla politika geliştirmeye çalışıyor fakat bu politikaların da başarıya ulaştığını söylemek mümkün değil. Çünkü bir taraftan din eksenli, Sünni eksenli bir politika sürdüreceksiniz, AKP projesini neredeyse “sessiz devrim” adı altında bölge ülkelerine ihraç etmeye çalışacaksınız, Suriye’de, Filistin’de, Mısır’da, Tunus’ta, Cezayir’de bir İslami hat üzerinden bir politika oluşturacaksınız, Sünni hat, hatta daha da özelleştirelim Müslüman Kardeşler üzerinden bir hat oluşturacaksınız, bir dış politika oluşturacaksınız ve AKP modelini bunun üzerinden ihraç etmeye çalışacaksınız, bir taraftan da bölgenin diğer halklarını görmezlikten geleceksiniz; örneğin Kürtleri, Asuri-Süryani halkını, Ermenileri, oradaki dinî inançları, farklılıkları da yok sayacaksınız, yok sayan politikalar uygulayacaksınız. İşte, tam da böyle bir noktada bizim eleştirimiz, bizim itirazımız burada önem kazanıyor.

Değerli arkadaşlar, mezhepler arası kavga ve mezhepler arası bir çatışma arifesindeyiz ve maalesef, özellikle AKP Hükûmetinin sürdürdüğü dış politika, hem Suriye konusunda ve hem de Irak konusunda sürdürdüğü politika, bölgenin diğer güç odakları üzerinden bir ittifaklaşma; örneğin Katar-Suudi Arabistan hattı üzerinden bir ittifak kurgusu, öte yandan İran Şii ve kendi, Suriye-Lübnan ittifakı üzerinden bir ittifak bloklaşması bölgede kaçınılmaz bir biçimde yeni bir çatışma riskini ortaya getiriyor. Bu da, Allah korusun, Şii ve Sünni çatışmasıdır. Şimdi, Suriye’de ve Irak’ta olan budur aslında. Bu çatışmaya doğru hızla gidiliyor ve bölge ülkelerinin, özellikle Türkiye'nin ve İran’ın bu konuda yeniden düşünmesi gerekiyor. Herhangi bir mezhep çatışmasına, mezhepler arası bir gerilime yol açacak politikalardan kaçınmaları gerekiyor.

Tabii, burada, yine eleştirmemiz gereken konulardan biri daha var. Aslında, analiz etmemiz gereken, üzerinde durmamız gereken konulardan biri, AKP’nin dış politikasının dayandığı felsefe, düşüncedir değerli arkadaşlar. O da, AKP dış politikası ve ideolojik belleği Orta Doğu tarihinin etnik boyutunu yani Türklerin Anadolu’ya girişiyle başlatır, 1071. Biliyorsunuz, şimdiki Cumhurbaşkanımız bundan sonraki yani 2023, 2071 ve giderek de hedeflerini ilerleten bir yaklaşım sergiledi. İşte, bu 1071 yaklaşımı ve nihayetinde de İslami ideoloji açısından da 622’yi referans göstermesi bu politikanın dayandığı bu sığ felsefi ve ideolojik yaklaşımı ortaya koyuyor. Oysaki Orta Doğu tarihi çok dinli, çok etnik yapılı ve çok geniş bir belleğe sahip. Neredeyse Orta Doğu sekiz bin yıllık bir belleğe sahip. Bütün uygarlıkların doğum merkezi, bütün dinlerin doğum merkezi. Aslında, Türkiye'nin üzerine oturtacağı felsefe, dış politika felsefesi, yaklaşımları, ideolojisi, işte bu sekiz bin yıllık köklü uygarlık tarihinden geçiyor. Buna dayanmazsanız, bunu analiz etmezseniz bölgenin bütün diğer halklarını görmezlikten gelirsiniz. Her şeyin sadece Türk etnisite yapısından başladığını ve Türk-İslam sentezi çerçevesinde bir dış politikayla yürütebileceğinizi düşünüyorsunuz ve heyhat, bu, son derece yanlış bir yaklaşımdır ve bu ideolojik felsefi yaklaşımınız da kuşkusuz bu bölgede, özellikle Orta Doğu’da çatışmaların, rekabetin yoğun olduğu bir bölgede, yeni bir dünya düzeninin kurgulanırken Orta Doğu’nun payına düşen şiddetin ve hoşgörüsüzlüğün, bütün bu yaklaşımlar içinde hegemonik güç oluşturma yaklaşımının para etmediğini ve para etmeyeceğini de söylemekte beis görmüyoruz.

Değerli arkadaşlar, dış politikada halkların eşit temsilinden ziyade egemen ulus zihniyeti taşıyor AKP’nin dış politikası. Bu egemen ulus zihniyeti, kuşkusuz, kendi içinde bir tutarlılık gösterebilir, kendi içinde bir tutarlılığa sahip olabilir ama içinde bulunduğu bölge ve Türkiye'nin içinde bulunduğu ilişkiler ağı içerisinde bu ulus devlet, hâkim devlet, hâkim ulus anlayışının gerçekten işe yaramadığını, ideolojik olarak da çarpık bir ideolojik temel üzerinde şekillendiğini söyleyebiliriz.

Değerli arkadaşlar, bugün, biliyorsunuz, şimdi Başbakanımız olan Sayın Davutoğlu komşularla sıfır sorun politikası açıklamıştı. O günden bugüne geldiğimizde de bütün komşularımızla, aşağı yukarı, ciddi sorunlar var. İşte, bir taraftan Ermenistan yakında, biliyorsunuz, büyük bir yüzyıl dönümü olacak, soykırım iddiaları üzerine. Ermenistan’la ilişkiler iyi değil. Beri taraftan, gaz almamıza rağmen, gaz bağlantımız olmasına rağmen, İran’la ilişkilerin bu kadar iyi olmadığını söyleyebiliriz. Irak’ta ve Suriye’deki bizim politikalarımızın, özellikle AKP politikalarının hâli ortada. Durum buyken bizim kendi çevremizde dış politika konusunda ahkâm kesmemiz, “Bizim politikamız başarılıdır.” dememiz, “Başarılı bir dış politika izliyoruz, bunun önünde muhalefet engeldir.” demek herhâlde en büyük haksızlıklardan birisidir.

Değerli arkadaşlar, bu tekçi ve totaliter yaklaşımlar dış politikanın kabul etmeyeceği yaklaşımlardır. Bu nedenle özellikle Hükûmetin bu tekçi ve totaliter dış politika yaklaşımından bir an önce uzaklaşması gerekiyor. Yoksa Neoosmanlıcılık, yeni Osmanlıcılık bu işe yaramıyor. Bu konuda da bölge devletlerinde ve bizim kendi bölgemizde Türkiye’nin bu yaklaşımı ciddi biçimde rahatsızlıklara yol açıyor.
Şunu söylemekte fayda var: Türkiye’nin sürdürdüğü bütün bu dış politikalardan bütün bölge ülkelerinin rahatsız olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle 3 ülke sayarsam bunun ne demek olduğunu anlarsınız: İşte, doğumuzda İran. İran gerçekten Türkiye’nin özellikle Suriye politikasında son derece rahatsız ve bu konuda ciddi bir anlaşmazlık olduğunu biliyoruz. Mısır’la gerilimin ne boyutta olduğunu hepimiz biliyoruz. Özellikle Orta Doğu bölgesinde İsrail-Filistin çatışmasında bizim sürdürdüğümüz politikaların gerçekten Filistin halkının çıkarlarına ya da bölge halklarının barışının kurulması, kurgulanması için böyle bir yaklaşımı olmadığını söylemekte fayda var.

Değerli arkadaşlar, Suriye konusu üzerinde gerçekten durmak gerekir ve IŞİD’in yükselişi üzerinde durmak gerekir. Hem IŞİD’in yükselişinde gerçekten Türkiye’nin uyguladığı yanlış dış politikaların büyük bir yeri var hem de Suriye konusunda Türkiye baştan itibaren yanlış politikalar izledi. Sadece rejimin tasfiyesi ya da sadece bizim bölgemize başka bir diktatörün gitmesi konusunu, elbette ki bunu söylemek yetersizdir. Suriye’de doğrudan iç işlerine müdahil olmak, Suriye’de muhalifleri silahlandırmak, silahlandırılan muhaliflerin radikalizme kayacağında hiç beis görmeden onları desteklemek ve nihayetinde, özellikle Suriye’de savaşa giden yabancı savaşçılar başta olmak üzere, Türkiye üzerinden gönderilen silahların IŞİD’in eline, El Nusra gibi radikal, El Kaide bağlantılı örgütlerin de eline geçtiğini herhâlde bu Hükûmet de kabul etmek zorunda.
Fakat Suriye konusunda ciddi bir ayrımcılık da uyguluyor Türkiye politikalarında. Neden bir ayrımcılık uyguluyor? Biraz önce söyledik, özellikle “ılımlı İslam” ya da “ılımlılar” diye tabir edeceğimiz bir muhalefet grubu üzerinden, suni muhalefet üzerinden Türkiye’de şekillenen bir Suriye politikası oradaki Kürtleri, oradaki Asuri, Süryani halkını, oradaki Ermenileri, oradaki diğer, farklı inançlara sahip olan ve özellikle Şiilerin yani Nusayrilerin durumunu ciddi bir şekilde tehdit edecek bir dış politika yürüttü Türkiye. İşte bu dış politikada son derece ayrımcı bir yol izliyor. Hemen bu ayrımcılığı nasıl uyguladığını dair küçük bir örnek vermek istiyorum. Sayın Davutoğlu’nun kaleminden Dışişleri Bakanlığının İnternet sitesinde “2014 Yılına Girerken Dış Politikamız” isimli belgenin küçük bir bölümünü sizlere okumak istiyorum, paylaşmak istiyorum. “Ülkemizin Suriye muhalefetine yönelik desteği bağlamında Suriyeli Türkmenler özel ve öncelikli konuma haizdir. Ülkenin asli kurucularından biri olan ve devrim mücadelesinin başından bu yana en ön saflarda yer alan Türkmenlerin Suriye’nin geleceğinde hak ettikleri yeri alabilmelerini teminen destek çalışmalarımız sürmektedir. Bu süreçte Türkmenler arasında birlikteliğin sağlanması ve dayanışma içinde hareket edilmesi de önem taşımakta.”

Biliyorsunuz, Türkmenler için burada örgütlenmeler yapılıyor, toplantılar yapılıyor ve Türkiye’nin Suriye Türkmenleri konusundaki yaklaşımını gösteriyor ama öte yandan Kürtlere, PYD’ye son derece ayrımcı bir yaklaşım gösteriyor. Kürtlerin, özellikle Rojava Kürdistan’ında kuruduğu 3 kantonda, bu 3 kantonun demokratik yapısına karşı ciddi bir nefret söylemi içinde oldu biliyorsunuz. Cumhurbaşkanından başlayarak ta ki Dışişleri Bakanına kadar PYD’yi terör örgütü olarak gören yaklaşımlar, açıklamalar yaptılar. İşte, dün Cenevre’deydim. PYD dünyadaki bütün sol, sosyal demokrat, sosyalist partilerin örgütü olan Sosyalist Enternasyonale üye olarak kaydedildi, üye oldu. Bu tarihî ana da biz orada tanıklık ettik. Böylesi, kendi halkını koruyan, kendi topraklarını korumaktan başka hiçbir amaç gütmeyen, orada Esat rejimine karşı Suriye muhalefeti yokken bile başkaldıran ve direnen PYD’ye ve Kürtlere karşı bu ayrımcı tutum ve neredeyse nefret söylemine kadar varan tutumu da bizim benimsememizin imkânı yoktur.
Yine, Türkiye’yi batıda en çok zor duruma sokan, IŞİD’le olan ilişkiler konusudur. Biliyorsunuz Musul’daki konsolosluk baskınını ve 49 konsolosluk yetkilisinin IŞİD tarafından rehin alınmasını burada bu kürsüde o gün seslendirmiştim, dillendirmiştim. Fakat o gün bugündür, IŞİD konusunda karanlık bir taraf var. Hükûmet ve Dışişleri Bakanlığı bu konuda gerçekten kamuoyunu ve özellikle Batılı müttefiklerini ikna edecek açıklamalarda bulunmamıştır, imtina etmiştir, bu açıklamaları yapmıyor. IŞİD’i yarım ağızla terör örgütü olarak ilan ettiğini, terör örgütü olarak gördüğünü söylüyor ama Amerika Birleşik Devletleri başkanlığında ya da liderliğinde kurulan 60 ülkelik IŞİD karşıtı koalisyona da katılmıyor. Katılıp katılmaması elbette ki Türkiye’nin bileceği bir iştir ama IŞİD’e karşı doğrudan bir tavır almaması müttefikleri tarafından sorgulanıyor, bu da Türkiye açısından dış politikada gelecekte farklı komplikasyonların ortaya çıkacağının en büyük örneğidir.

Yine, özellikle, Batılı medya, Amerika medyası, Avrupa medyasının Türkiye-IŞİD ilişkilerini ortaya koyup dolaylı da olsa IŞİD’e var olan desteği göstermesi, söylemesi, yine, Hükûmetin bunu reddetmesi, ısrarla reddetmesi hiç de inandırıcı değil, bu konuda inandırıcılığı olmayan açıklamalardır. Çünkü iki hafta önce, arkadaşlar, Mürşitpınar sınır kapısında IŞİD açıkça Türkiye topraklarını kullanarak 2 bombalı araçla PYD mevzilerine saldırıda bulunmuştu ve orada 8 kişi yaşamını yitirdi, 20 kişi yaralandı, yaralananların büyük bir kısmı tabii ki aynı kapıdan tekrar Türkiye’ye getirildi. Bu çelişkili durumun da burada altını çizmekte fayda var. Aynı IŞİD, birkaç gün orada bulunan Toprak Mahsulleri Ofisine ait siloda mevzilenmişti ve Türkiye’nin bütün bunları bilmesine rağmen IŞİD’e karşı açık bir tutum takınmaması, kendi topraklarını kullanan IŞİD’e karşı harekete geçmemesi doğrusu son derece düşündürücüdür.

Esasında mülteciler konusunu da burada açmakta fayda var değerli arkadaşlar. Çünkü, yanlış uygulanan dış politikanın bir sonucudur. Özellikle, Suriye’den gelen mültecilerin sayısının neredeyse 2 milyona yaklaştığını, Türkiye’nin her kentinde, hepimizin illerinde mutlaka Suriyeli ailelerin bulunduğunu söylemekte fayda var. Bir kısmı tabii ki inşa edilen kamplarda yerleşik durumda. Tabii ki Türkiye milyarlarca dolar buraya harcama yapıyor, bizim halkımızdan toplanan vergilerle harcamalar yapıyor ama bunun da, bu harcamaların da Türkiye’nin uyguladığı yanlış dış politika sebebiyle olduğunu vurgulamakta fayda var.

Yine, Kobani’den -biliyorsunuz- 200 bine yakın mülteci geldi. Büyük bir kısmı Suruç ve Urfa’nın diğer ilçelerinde toplanmış durumda. Bunların çok küçük bir kısmına AFAD yardımcı oluyor, destek veriyor. Diğer büyük kısmının büyük bir fedakârlıkla bizim belediyelerimizin, halkımızın sağladığı destekle özellikle Kobani’den gelenlerin Suruç’taki kurduğumuz kamplarda kaldığını söylemekte fayda var.

Yine, çok büyük bir Ezidi göçü yaşadık. Şengal’de soykırımla karşı karşıya kalan Ezidilerin korunması ve yeniden bölgelerine dönmesi konusunda Türkiye’nin elbette ki yapacağı çok şey var. Bu konuda özellikle, Güney Kürdistan Bölgesel Hükûmeti ile Türkiye’nin yapacağı çalışmalar son derece önem kazanıyor. Yeri gelmişken, bölgesel hükûmetin de özellikle IŞİD Musul’u aldıktan sonra ve Erbil’e yönelik saldırısını gerçekleştirmeye başlarken hayal kırıklığına uğradıklarını burada, bu kürsüde söylemek isterim değerli arkadaşlar. Çünkü Sayın Barzani ve yönetimi, Türkiye’den IŞİD’e karşı yardım konusunda çağrıda bulunmuşlardı. Bu çağrılardan yanıt alamadılar ve bunun derin hayal kırıklığını yaşıyorlardı, kırgınlığını yaşıyorlardı. Bu çağrılara İran’ın derhâl cevap vermesi, IŞİD’e karşı Güney Kürdistan’ın savunması konusunda desteğini göstermesi de ayrıca bizim burada not etmemiz gereken olgulardan birisidir. Umarım, Hükûmet, özellikle dış politika konusunda muhalefetin sesine kulak verir, şimdiye kadar uyguladıkları yanlış politikaları gözden geçirir, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve bölge halklarının da demokrasiye ulaşması için öncü bir rol yapar, görev alır; bunun dışında, hegemonik yaklaşımlar, işgalci yaklaşımlar sonuç vermez.

Genel Kurulu sevgiyle saygıyla selamlıyorum.