Mültecilerin çalışma yaşamı ve örgütlenme alanına ilişkin yasal mevzuatta ciddi değişiklikler ve eklemeler yapılmalıdır

Diyarbakır Milletvekilimiz Sibel Yiğitalp'in TBMM Mülteci Hakları Komisyonunun hazırladığı Göç ve Uyum Raporuna yönelik muhalefet şerhi:

Genel Değerlendirme 

İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’na bağlı Mülteci Hakları Alt Komisyonunun kuruluş amacının büyüklüğüne karşın, yürüttüğü çalışmalar son derece zayıf, dar ve sorunu çözebilecek kapsam ve yoğunluktan uzaktır.

Türkiye’de bu gün 3,4 milyonu geçici koruma statüsüyle, 300 bini uluslararası koruma başvurusuyla, 600 bini ikamet izniyle olmak üzere yaklaşık 190 farklı ülkeden, farklı statülerde 4,3 milyon göçmen yaşamaktadır. 4,3 milyon göçmenden 28 Aralık 2017 itibariyle 3.424.237’si Suriyeli mültecilerdir. Suriyelilerin, yaklaşık 235 bini 21 geçici barınma merkezinde, kalan kısmı ise farklı şehirlerde yaşamaktadır. Yani Suriyeli mültecilerin yaklaşık yüzde 10’u kamplarda kalırken, geriye kalan yüzde 90’ı kamp dışında hayatını sürdürmektedir.  Suriye Savaşı ile ilgili mülteci öngörüsünde 100 bin rakamı kırmızıçizgi olarak ilan edilmiş idi ama bu rakamın iki katından biraz fazlası kamplarda barındırılırken, kamplarda kalanların 10 katı kadar insan da kontrol dışı alanlarda hayatını idame ettirmeye çalışmaktadır.

Uluslararası anlaşmaların mülteciyi başka bir devlet otoritesine sığınan kişi olarak tanımlamasına rağmen, Türkiye’deki kamu otoriteleri Suriyeli mültecileri ısrarla “misafir” olarak tanımlamayı sürdürmektedir. Bu yaklaşımla mülteciler statüsüzleştirilmekte ve sözleşmelerin Türkiye’ye yüklediği sorumluluklar yok sayılmakta, hukuki sorumluluklar göz ardı edilmektedir. Siyasi iktidar, uluslararası sözleşmelere Türkiye'nin koyduğu çekinceleri kaldırma konusunda adım atmamakta, ayrıca AB ile mülteciler üzerinden ahlaka ve hukuka aykırı bir pazarlık yaparak uluslararası hukuku ve insan hakları hukukunu çiğneyen birçok uygulamayı hayata geçirmektedir.

Türkiye 1951 Cenevre sözleşmesine koyduğu coğrafi çekinceyi devam ettiren dört ülkeden bir tanesidir. 140 kadar devlet tarafından imzalanmış olan Sözleşmede, coğrafi çekinceyi devam ettiren diğer devletler ise, Monako, Kongo ve Madagaskar’dır. Türkiye’nin, 1951 Cenevre Sözleşmesine koyduğu coğrafi kısıtlamayı kaldırması ve bu konuda yapısal bir değişikliğe gitmesi gerekmektedir.

Mülteci konusu AB ile pazarlık konusu yapılmış ve kapıların açılması tehdidi ile siyasi söylem geliştirilmiştir. Türkiye’deki Suriyeli mültecilere ilişkin krizin ilerlemiş olmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi, Suriye iç savaşı çıktıktan sonra ilk iki sene Türkiye’nin ilgisinin ülkede yaşayan Suriye rejimi üzerinde olmasıdır dolayı ilk iki sene Türkiye’de ülkede bulunan Suriyelilere yönelik olarak neredeyse hiç kayıt tutulmamıştır. Göç İdaresinin statü değişikliği de bu konunun sosyal politikalar perspektifle değil güvenlik politikaları, perspektifiyle ele alınması eğilimini güçlendirmiş, çözümsüzlüğü daha da arttırmıştır.

Fırsat bulması durumunda AB ülkelerine geçiş yapmak isteyen mültecilerin büyük çoğunluğu Türkiye’de bir istikbali olmadığına inanmasına rağmen, bu topraklarda yaşamak zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Yaklaşık 4 milyon kişinin her açıdan entegrasyonu çok önem taşımaktadır. Kayıt dışı mülteciler aynı zamanda sistem dışı kalmaktadır. Kayıt dışı mültecilerin sistem içine dâhil edilebileceği alternatifler üretilmelidir. Bu nedenle vatandaşlık ve/veya entegrasyon modelleri ve projeleri üzerinde durmak önem taşımaktadır. Entegrasyon konusunun demografik bir plana kurban edilmeden kademeli olarak nasıl bir süreç yönetimi ile ele alınacağı değerlendirilmelidir. OECD’nin uzmanlık alanından destek alacak şekilde ‘regülarizasyon’ sistemi değerlendirilmeli ve bu Türkiye için uygulanabilir bir model haline dönüştürülmelidir. Doğru çözümlerin başında, Türkçe’de tam karşılığı olmaması nedeniyle ‘doğrudan iskan’şeklinde ifade edilebilecek ‘resettlement’uygulaması gelmektedir.

Suriyeli mültecilerin büyük bir kısmının gelecekte geri dönmeyeceği, bu ülkede kalıcı olacağına dair araştırmalar ve verilere ilişkin kapsamlı bir değerlendirme ihtiyacı vardır. Elbette ki mültecilerin kısa vadede belirli temel insani haklara kavuşmuş olmaları, sadece kısa vadede çözümler sunulması açısından önemlidir. Ancak uzun vadede geliştirilecek olan çözüm önerileri için yasal statü temelli ve kalıcı sistemler üzerine çalışmak gereklidir. ‘Geçici koruma’ statüsünün belirli bir süresi olduğundan hareketle, uzun vadede bu kişiler için toplumda nasıl bir sistem geliştirileceğinin çalışmaları yapılmalıdır. Bugünden eşit vatandaşlık hukuku çerçevesinde konuya yaklaşmalı ve bu çerçevede mültecilerle ilişkiye geçerek eşit yurttaşlar olarak ortak sorunlarımıza ortak çözüm üretme temelinde birlikte siyaset yapabilmeyi olanaklı kılınmalıdır. Devletin statüsüz bıraktığı ve kullanılacak bir araç olarak gördüğü yeni vatandaşlarımıza yönelik politik yaklaşımımız, mücadele alanını genişleterek ve Suriyeli mültecileri bu mücadeleye davet ederek, özgür eşit bir toplumu birlikte inşa edebilecek olanakları hayata geçirme çabasındadır.

Kayıt dışı olan Suriyeli mültecilerin yeni doğan çocukları vatansız hukuki statüsünde yer almakta olup, bunlar gelecek dönemlerde farklı sorunlarla karşı karşıya kalacaklardır. O nedenle bu çocuklara yönelik politikaların da geliştirilmesi gerekmektedir. Türkiye koşullarında bir ülke için bu kişilere insan hakları temelli olarak sunulacak en insani statü ‘vatandaşlık’ olarak görülmektedir. Mültecilerle ilgili olarak sunulacak her tür hizmetin genel yapısı ve içeriğini, bu kişilerle görüşerek, onların temel talep ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirerek oluşturmak çok önemlidir. Bu nedenle mültecilerle olan iletişim kanallarının düzenli olarak aktif tutulması ve bu kişilerin sorun ve beklentilerinin birebir kurulacak iletişimlerle saptanması gerekmektedir.

Yaklaşık 235 bin Suriyelinin yaşadığı 21 Mülteci kampının işleyişi ve uygulamaları şeffaf değildir. Kampların sivil toplum ve medya denetimine açılması gerekmektedir. Uluslararası hukuka göre mülteciler kamplarda veya geri gönderme merkezlerinde tecrit edilemez. Mültecilere potansiyel suçlu muamelesi yapılamaz. Komisyon tarafından yapılan kamp ziyaretlerinde; kampların sağlıksız ve yetersiz koşullarda olduğu, ziyaretçi milletvekillerinin kamplarda kalan belirli kişilerle görüştürüldüğü tespit edilmiştir. Ayrıca kamplarla ilgili taciz, tecavüz vakasının medyada yer almasına rağmen bu olaylarla ilgili ciddi bir soruşturma yürütülmemiştir. Kamplarda kalanların kendi ülkelerine gidiş gelişleri ve savaşa katılımları ile ilgili iddialar BM Mülteci mevzuatı açısından ciddi sorunlar da oluşturmaktadır.

Dünyadaki mevcut uygulamalarda da mülteciler iç kamplaşmaları önlemek için topluca aynı bölgeye yerleştirilmez. Keza kendilerini güvende hissetmedikleri ve oradaki koşullardan dolayı sığınma talep ettikleri ülkenin sınırına da, çatışma çıkması ihtimaline karşı tampon bölge şeklinde yerleştirilmezler. Özellikle Suriye sınırı boyunca demografik yapıyı değiştirmeyi hedefleyen bir yerleşim politikası uzun vadeli toplumsal ve bölgesel sorunlara yol açacaktır.

AFAD kontrolündeki kamplarda kalan mültecilerin çevreyle olan bağları koparılmaktadır. Mültecilerin bürokratik işlemlerinin tamamlanması için gerekli olan süreler aşılmakta, bu tecrit hali ile özgürlükler kısıtlanmakta, telafisi zor travmatik olgular ortaya çıkmaktadır. Kamplarda barınmanın çadırlarda sürmesi, mevsim koşullarının değişimine bağlı olarak sağlık sorunlarına ve toplu yaşamaktan kaynaklanan hastalıklara yol açmaktadır. Mültecilerin kamp hayatını sona erdirecek projeler hızla hayata geçirilmelidir. Mültecilerin nerede ve nasıl yaşayacakları konusu kendi kararları olmalıdır. Ancak ülkelerine geri dönmek isteyen mülteciler için Kızılhaç vb. uluslararası örgütler ve sivil toplum kuruluşlarıyla güvenli geçiş koridorları oluşturularak geri dönüşler sağlanmalıdır.

AB ile yapılmış olan Geri Kabul Anlaşması’nın içeriği de belirsizdir. Üstelik bu anlaşma ile uluslararası toplumda iltica alanının anayasası olan 1951 Mülteci Hakları Sözleşmesi başta olmak üzere bu alandaki BM sisteminin hukuki ve kurumsal çatısı çökertilmiştir. Türkiye’de mültecilere uygulanan Geçici Koruma Rejimi hem insan hakları hukukuna hem de anayasaya aykırıdır. Geçici Koruma Statüsü AB’ye göre en fazla 3 yıl olabilir. Bu statü devam ettirilemez. Geçici Koruma Statüsü ’ne çözüm bulunmalı, ilk aşamada sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda güçlü uyum politikaları geliştirilmelidir. Bu politikalar mültecilerin farklı kültür, kimlik, anadil ve inançlarını dikkate alan bir anlayışla hazırlanmalı, asimilasyoncu bir özellik asla taşımamalıdır. Oysa geri gönderme merkezlerinde hak ihlalleri ve hukuka erişim sorunları önlenememiştir. OHAL düzenlemeleri bu sorunları daha da kötüleştirmiştir.

Mülteci alanında çalışan STK’ların KHK’lar ile kapatılması önemli boşluk oluşturmaktadır. Oysa Suriyeli mültecilerin sağlık, anadilinde eğitim, çalışma ve barınma haklarına dair demokratik kitle örgütleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla ortak çalışmalar yürütülmesi gerekmektedir.

Suriyeli mültecilerin yaşadığı en önemli sosyal ve toplumsal sorunlarının başında nefret söylemleri ve linç girişimleri gelmektedir. Yetkililer tarafından hali hazırdaki gerilimli durumun sağlatılması ve yaşadıkları riski azaltıcı bir adım atılmadığı gibi kimi zaman da bu durumu körükleyici bir takım açıklamalar yapılmaktadır. Nefret söyleminin kökleri günlük hayatın içindedir ve oradan beslenmektedir. Nefret söyleminin yöneldiği kişi, gruplar hakkında önyargılar ve kalıpyargılar içeren bütün olumsuz duygu ve düşünceler, toplumsal düzeyde zaman içinde oluşmakta; aile, okul, ders kitapları, dini, edebi ve diğer metinler, günlük konumalar, kitle iletişim araçları, vb. kanalıyla yaygınlaşmakta ve normalleşmektedir.

Konya, Ankara, Sakarya, Mersin, Gaziantep ve Adana vd. illerde yaşayan Suriyelilerin maruz bırakıldıkları insanlık dışı tehdit, linç girişimi, tecavüz ve yaşam kayıplarına neden olan saldırıların arka planına bakıldığı zaman özellikle medya tarafından yaratılan nefret söyleminin toplumda yarattığı infial açıkça görülmektedir.

Toplumsal algımızı şekillendiren en önemli unsurların başında gelen kitle iletişim araçları (radyo, televizyon, gazete, internet vb.) olumlu ve yapıcı olabileceği gibi aynı zamanda nefret suçlarına yol açan, ayrımcılığı oluşturan ve besleyen önyargıların, kısaca nefret söyleminin oluşmasında ve yaygınlaştırılmasında en etkili araçlardan biri olabilmektedir. Son kertede kitle iletişim araçları vasıtasıyla dolaşıma sokulan nefret söylemi, demokratik toplumun ve birlikte yaşama kültürünün oluşması ve devam ettirilmesinin önündeki en büyük engellerden biri halini almaktadır.

En basitinden haber dilinde sıkça kullanılan “Suriyeli gerginliği” kavramsallaştırmasının bizatihi kendisi bile nefret dilini besleyen bir söylemdir. Mültecilere yönelik olarak siyasetçiler, kanaat önderleri ve medya tarafından oluşturulan bu nefret dili ve söylemlerine, nefret suçlarına yönelik cezasızlık uygulamasına son verilmesi için samimi bir çalışma yapılması elzemdir.

Her ne kadar Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından kayıt altına alınmış olan her Suriyeli mülteci sağlık hizmetine ücretsiz-katkı payı ödemeksizin ulaşabildikleri, kayıt altına alınmamış olanlardan durumu acil olanlar yahut bulaşıcı hastalık taşıyorsa veya konu bağışıklamaya ilişkin ise tedavi hizmeti hemen verilmeye başlandığı belirtilse de yaşanan pratikler durumun böyle olmadığını göstermektedir. Hem medyada[7][8] yer alan haberlere hem de partimize iletilen bilgilere göre; Suriyeli mülteciler sağlık hizmeti almakta zorlanmaktadırlar. Sağlık hizmeti alırken de sosyal baskıya uğramaktadırlar. İlaç alımları da sadece anlaşmalı eczanelerden sağlandığı için sıkıntılıdır.

Türkiye’de 2017 yılının Kasım ayı itibariyle eğitim çağındaki Suriyeli çocuk sayısı 976.200’dür. Bu çocukların; 348 bin 964’ü devlet okullarına, 225 bin 581’i 21 geçici barınma merkezindeki eğitim merkezlerine, 8597’si ise açık öğretim okullarına gitmekteyken, 393 bin 058 çocuk ise okullaştırılamamıştır. En yüksekokullaşma oranları ilkokulda (%95) gözlemlenirken, ortaokul ve lise seviyesinde bu oran düşmektedir.  Bunun bir sebebi de bu yaştaki çocukların çalışmak zorunda kalmasıdır. Kayıp kuşak yetişmemesi için kalan çocukların da hızlı bir şekilde okullaştırılması gerekmektedir. Ek olarak Suriyeli mülteciler üzerinden devlet kaynaklarının yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre; çocukların yüzde 60’ınden fazlası okul dışı sistemde yer almaktadır. Çocukların devlet okullarına gitme konusundaki en büyük engellerinden birisi dil sorunudur. Bu nedenle anadilinde eğitim hem haktır hem de şarttır. Kalıcı olması gereken ve büyük operasyonlarla gerçekleştirilecek olan bu eğitim projelerinde yer alması gereken temel unsurlardan birisi, iki dilli eğitim verilmesidir.

Suriyeli Mültecilerin Çalışma Yaşamı

Yasal çalışma yaş dilimindeki 15-64 (yaklaşık 2.082.000 kişi ) yaş aralığındaki mülteciler toplam mültecilerin %61’ini oluşturmaktadır. Suriyelilerin %62’sinin de (çocuklar dâhil olmak üzere)  çalışma ihtiyacı içinde olduğu görülmektedir. Ancak kaç kişinin çalıştığı konusunda kesin bilgi edinme olanağı bulunmamakla birlikte, yaklaşık 1.000.000 kişinin kayıt dışı biçimde çalıştığını tahmin edilmektedir. Türkiye’de çalışan Suriyelilerin % 43,1’i gündelik işlerde, % 40,7’si düzenli işlerde, % 6,2’si ise mevsimlik işlerde çalıştığını ifade edilmekte buna ek olarak %9 oranında da kendi işyerlerini açan yatırımcı bulunmaktadır. 

Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik uyarınca 31.10.2016 tarihi itibarıyla geçici koruma altındaki Suriyelilerden toplam 10.267 kişiye çalışma izni verilmiştir. Suriyelilerden yaklaşık 1.000.000 kişinin kayıt dışı biçimde çalıştığı dikkate alındığında sadece %1,’ine çalışma izni verildiği, %99’unun ise halen kayıt dışı olarak çalışmaya devam ettiği görülmektedir. Geçici çalışma izni verilenlerin %33’ünün sanayide, %19’unun hizmetler sektöründe, %4’ünün inşaat sektöründe ve %44’ünün de diğer sektörlerde çalıştığı görülmektedir.

Göçmen işçiler genel olarak sağlık ve iş güvencesinden yoksun, insan hak ve özgürlüklerine aykırı koşullarda çalıştırılmaktadır. Göçmenlere, yerli işgücünün yerine getirmekten kaçındığı ve ‒İngilizce terimlerin baş harfleriyle‒ “3-D” olarak kısaltılan “pis” (dirty), “tehlikeli” (dangerous) ve “nitelik gerektirmeyen” (demeaning) işlerde çalışmak düşmektedir.

Ücretli çalışan kişilerin önemli bir bölümü, yaşadıkları kentin özelliklerine göre, emek-yoğun ve ağırlıklı olarak vasıfsız işlerde çalışmaktadır. Çalışmanın yoğunlaştığı sektörler; mevsimlik işler olan tarım ve hayvancılık başta olmak üzere, inşaat, tekstil ve hizmet sektörüdür. İnşaat ve tarım gibi alanlara yönelinmesinde, çalışma sırasında Türkçeye daha az gereksinim duyulması ve kayıt dışılığın yaygın olmasıdır.  

Suriyeli mültecilerin iş güvenliği ve iş sağlığı eğitiminden nasıl geçeceği belirsizliğini korumaktadır. Ayrıca, bu eğitimler sadece Türkçe olarak verilmektedir.

Çalışma izinlerinin alınması için işverenlerin belirli bir tutarda ödeme yapmaları gerekmektedir. Özel bir durum olmadıkça işverenler bu yükümlüğü yerine getirmek istememekte, böylece Suriyelilerin istihdamı zorlaşmaktadır. Sadece çalışma izninin verilmesi Suriyelilerin istihdamının sağlanması için yeterli değildir. İstihdamın devlet tarafından özendirilmesi ve bazı yükümlülüklerin devlet tarafından karşılanması elzemdir. Bu bağlamda, işverenler için vergi indirimi yapılmalı, SGK primlerinin bir bölümü kamu tarafından üstlenilmelidir.

Türkiye, işsizliğin yüksek olduğu ve hemen her işi yapmak isteyenlerin bulunduğu, bu nedenle işçi sınıfı arasında rekabetin yüksek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin yoğun olduğu bir ülkedir. Bu nedenle, Suriyeliler iş piyasasında geleneksel göçmen işçilerin yaşadıkları sorunları yaşamakla birlikte, bunu aşan sonuçlar üreten durumlarla da karşılaşmaktadır Artan rekabet ortamı, her iki kesim için ücretlerin aşağıya doğru çekilmesi, çalışma koşullarının geriye doğru gitmesi sonucunu yaratmaktadır. Yerli işçilerin ücret başta olmak üzere herhangi bir hak talebi karşısında işverenler, kendilerine önerilen koşulları kabul etmemeleri halinde, daha ucuza Suriyeli işçi çalıştırabileceklerini belirtmektedir. Suriyeli işçiler, yerli işçilerle karşılaştırıldıklarında daha kötü koşullarda, güvencesiz biçimde ve daha düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır. Tüm diğer koşullar yanında, ücretlerinin ödenmemesi gibi temel bir sorunla boğuşmaktadırlar.

İzmir’de yapılan bir araştırmada, “İşyerinde çalışan Türkiyelilerle aranızda ücret farkı var mı” sorusuna Suriyelilerin %93’ü ücret farkı olduğu yanıtı vermiştir.

Suriyeli mültecilerin en düşük çalışma süresi 11 saat olarak belirtilirken, en fazla saati olarak da 16 saat belirtilmiştir. Görüşülen Suriyelilerin verdiği bilgilere göre, ortalama çalışma süresinin günlük 12,4 saat olduğu saptanmıştır. Fazladan çalışılan haftalık 29,4 saatin karşılığı hiçbir biçimde ödenmemektedir.

Birçok işyerinde, Suriyelilere daha olumsuz davranılmakta, Suriyeliler zaman zaman hakaret ve aşağılamayla karşılaşmaktadır.

Ücretlerinin ödenmemesi Suriyeli işçilerin yaşadığı en önemli sorunlar arasındadır. İşverenlerin, bir sorun yaşadıklarında hangi makama şikâyet edeceklerini, haklarını nerede arayacaklarını bilememeleri ve en önemlisi kayıt dışı çalışmaları gibi nedenlerle Suriyelilerin ücretlerini ödememeleri yaygın davranışlardan biridir.

Sendikal örgütlenme hakkına vatandaş olmak/olmamak üzerinden kısıtlamalar getirilmesi sorgulanmaya muhtaç bir durumdur. Ayrıca Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) "İstihdam Amacıyla Göç” hakkındaki 97 Sayılı sözleşmesi ve "Göçmen İşçiler” hakkındaki 143 Sayılı Sözleşmelerini Türkiye’nin imzalaması ve yürürlüğe koyması önemlidir. Çünkü bu sözleşmelerle göçmen işçilerin; ücret, çalışma saatleri, izin, asgari çalışma yaşı, eğitim, sendika üyeliği ve barınma gibi haklardan eşit şekilde faydalanmaları düzenlenmektedir.

İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi (İSİG)’in hazırladığı 2016 Göçmen İşçi Raporuna göre; 2013 yılında 22 göçmen işçi, 2014 yılında 53 göçmen işçi, 2015 yılında 67 göçmen işçi ve 2016 yılında ise 96 göçmen işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.

Tüm bu sorunlar dikkate alındığında; Mültecilerle ilgili çalışma yaşamı ve örgütlenme alanına ilişkin yasal mevzuatta ciddi değişiklikler ve eklemeler yapılması gereklidir. Fiilen ve kayıt dışı biçimde, asgari ücretin altında, uzun çalışma saatlerine zorlanarak, ağır ölüm ve yaralanma riski taşıyarak, kölelik koşullarında çalıştırılan mültecilerin ve mülteci çocukların haklarının gaspı engellenmelidir. Türkiye’de yaşayan mültecilerin kayıtlı ekonomiye dâhil edilmeleri için, mültecilerin çalışma yaşamına katılmalarına dair düzenlemeler haklar zemininde ele alınmalı, bu alanlardaki uluslararası sözleşmelere (ILO, BM vd.) uyum sağlanmalıdır. Ayrıca mültecilerin sendikal ve diğer yasal örgütlenme olanaklarına kavuşma ihtiyacına cevap verilmelidir. Mültecilere yönelik, etnik kimlik, inanç, cinsel yönelim, cinsiyet kimliği üzerinden gelişen nefret söylemlerine ve ayrımcı dile dair yasal ve sosyal, kültürel önlemler alınmalıdır.

Suriyeli Çocuk İşçiler

Suriyeli çocuk işçiler, trikotaj atölyelerinde, tekstil fabrikalarında, kuru meyve fabrikalarında, ayakkabı imalat atölyelerinde ve araba tamirhanelerinde, tarım işçiliğinde, sokaklarda kâğıt mendil, su satıcılığı gibi işlerde çalıştırılmaktadır (Tarlan, 2016).

İzmir’de yapılan bir araştırmada her beş Suriyeli çocuktan birinin çalıştığı tespit edilmiştir.

Yetişkin işçilerle birlikte en kötü koşullarda, çoklukla küçük, izbe atölyelerde, uzun saatler çalışan çocuk işçilere, aynı işi yapmış olsalar bile yetişkinlerden daha az ücret verilmektedir. Çocuk işçiler bedensel olarak kaldıramayacakları ağır iş şartlarına boyun eğerken, çalışırken küfür ve hakaretlere de maruz kalmaktadırlar.

Bunların yanı sıra çocuklar fuhuş, zorla evlendirme, satılarak evlendirme gibi ağır sömürü ve insan hakkı ihlallerine maruz kalabiliyorlar. Geleceksizlik, aile baskısıyla Türkiyelilerle zorla evlendirmelere de neden olmaktadır. Erken yaşta evliliklerle çocuğuna güvenli bir gelecek sağlayacağını düşünen aileler, bu evliliklerden kendileri için de yararlar ummaktadır.

Dilencilik ise, sıklıkla karşılaşılan ve yaygınlaşan “işlerden”. Özellikle büyük kentlerde “neredeyse her köşe başında” mendil ve su satan, dilencilik yapan çocukla karşılaşmak mümkün hale gelmiştir.

Suriyeli Kadınlar

İşgücü istismarının yollarından biri de ucuz göçmen kadın emeğidir. Kadınlar, tarım başta olmak üzere, evde bakım ve diğer hizmet sektörlerinde yaygın olarak çalışmaktadır. Tüm diğer göçmen işçiler gibi Suriyeli kadın işçiler de, sık sık cinsel taciz ve istismara maruz kalmaktadır ve çoğu zaman tahammül ederek çalışmak durumundadır.

Kadınlar iş yaşamında mesleki yetersizlik ve vasıfsızlık nedeniyle erkek işçilerden daha fazla emek-yoğun ve vasıfsız işleri yapmak zorunda kalmaktadır. Sadece ev dışında değil, eve iş alma sistemiyle de çalışan kadınlar olduğu görülmektedir. Örneğin, İzmir’de evlerinde parça başı dikiş işleri yaparak gelir elde etmeye çalışan kadınlar vardır.

Tüm bunlara ek olarak geçtiğimiz dönemde çıkan ‘Yabancılar ve Uluslararası Koruma Yasası’ çerçevesinde, Türkiye’nin kadına bakış açısındaki ikiyüzlülüğü görmek mümkün olmaktadır. Yabancı erkeğe kendi ülkesinde resmi olarak gerçekleşmiş olsa bile olsa sadece tek bir eşini Türkiye’ye getirme hakkı tanınırken, çocuklarla ilgili kısımda ise bütün eşlerinden olan çocuklarını getirme hakkı verilmektedir. Bu tamamen erkek egemen bir bakış açısıdır. İkinci ve üçüncü eş konumunda olan mülteci kadınları koruyan başka ülke mevzuatları incelenerek, bu koruyucu maddelerin Türkiye’ye adapte edilmesi ile ilgili çalışmalar yapılmalıdır.

7 Mart 2018