
15 Temmuzda kanlı bir darbe girişimi yaşandı. Kanlı darbe girişiminin püskürtülmesinde sokaklarda gösterilen direnişin payı kadar siyasi partilerin tümünün karşı duruşu da önemli rol oynamıştır. Bu darbe girişiminin demokratik bir yenilenmeye, demokratikleşme reformlarına vesile olması pekâlâ mümkündü ama maalesef öyle olmadı. Darbe girişiminin amacı demokratik sistemi ortadan kaldırmaktır. Ona karşı alınması gereken tedbir ise demokrasiyi güçlendirmektir. Demokrasiyi güçlendirmek amacıyla bazı olağanüstü tedbirler alınması da çağdaş hukuk sistemlerinde kabul gören bir yöntemdir. Bu anlamda, olağanüstü hâl ilan edilmesine de çağdaş anayasaların büyük bir kısmı imkân vermektedir.
Olağanüstü hâlin çağdaş demokratik anayasalarda tanımı, çerçevesi ve sınırları da belirlenmiştir. Bu konuda özellikle Avrupa hukukunun evrensel sayılabilecek, evrensel olarak nitelenebilecek standartları vardır. Olağanüstü hâl rejimi bir keyfîlik rejimi değildir. Olağanüstü hâl rejimi hukuk dışı bir rejim değildir.
Olağanüstü hâl rejimlerinin kökünü eski Roma'da bulmak mümkün. Roma'da bu rejime "diktatör" ismi veriliyordu. Bütün yetkinin Sezar'a devredildiği, imparatora devredildiği bir yönetimdi söz konusu olan. O günden bugüne, hukukla bağlı olmayan, hukukla kayıtlı olmayan sistemlere "diktatörlük" adı verilir.
Bu uygulama, bu örnek daha sonra 20'nci yüzyılda çağdaş demokrasilerde farklı yönleriyle ele alınmış, 20'nci yüzyılın başında bazı anayasalar bu rejimin devamı anlamına gelecek olağanüstü hâl hükümleri içermişlerdir. Mesela Almanya'nın 1919'da yürürlüğe giren Weimar Anayasası'nda olağanüstü hâlle ilgili hükümler ve rejimin bütünü daha çok Roma sistemini çağrıştırıyordu, Roma sistemine benziyordu. Hukukla kayıtlı olma imkânları neredeyse bütünüyle ortadan kaldırılmış bir yönetim anlayışına imkân veren düzenlemelerdi Weimar Anayasası'ndaki olağanüstü hâl düzenlemeleri.
Bu düzenlemelerin kullanılmasıyla ortaya çıkan sonuçlar, insanlık açısından şimdiye kadar yaşanmış felaketlerin en büyüğü oldu. 1920'lerin sonlarından başlayarak, bu Anayasa'nın olağanüstü hâli düzenleyen 48'inci maddesi işletilmiştir. Adım adım parlamenter sistemi ortadan kaldıracak bir diktatörlüğe gidişin yolları böylece açılmıştır.
Kendisine bu yetkiyi tanıyan Anayasa'yı askıya alacak şekilde kullanımın en uç örneğini ise Naziler sergilemişlerdir. Hitler de 48'inci maddeyi kullanarak diktatörlüğünü ilan etmiş, Parlamentoyu feshetmiş, siyasi partileri yasaklamış, bütün özgürlükleri askıya almış, Anayasa'yı ilga etmiştir. Ardından, bu keyfîlik, bu geniş yetkilerin yarattığı sarhoşluk yeni maceralara da zemin hazırlamıştır. Hatırlayalım, İkinci Dünya Savaşı bu saldırganlık ve yayılmacı politikalar sonucu başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda hem soykırım yaşanmış hem de savaşın getirdiği yıkımlar çok büyük olmuştur.
15-16 Temmuzda yaşanan darbe girişimini püskürtmek amacıyla olağanüstü hâl ilan edilmesi kısmen anlaşılabilirdi, belli bir süre bazı tedbirlerin hızla alınması için olağanüstü hâl uygulamasından yararlanmak anlaşılır bir durum olurdu. Nitekim Hükûmet, olağanüstü hâlin ilk ilanında üç ay süreyle geçerli olacağını belirtse de bunu en fazla iki ayda yani üç ayı tamamlamadan bitirmeyi öngördüğünü söylemişti. Yani Hükûmetin temsilcilerinin burada yaptığı açıklamalar "Üç ayın bütünüyle kullanılması gerekmeyecek, gerekli tedbirler alındıktan sonra olağan yönetime geçilecek." şeklindeydi ama öyle olmadı.
Olağanüstü hâl döneminde alınacak tedbirler kanun hükmünde kararnamelerle hayata geçirilebiliyor, Anayasa bu imkânı tanıyor. Fakat bizim 1982 Anayasası Roma'daki diktatörlük uygulaması ile çağdaş olağanüstü hâl rejimlerinin arasında bir yerde duruyor; ne tam diktatörlüğe imkân veriyor ne de tam olarak çağdaş, evrensel olağanüstü hâl standartlarına uygun bir rejim öngörüyor. Dolayısıyla keyfî uygulamalara, keyfî politikalara elverişli yanları var. Bu imkânları tanıyan bir olağanüstü hâl sistemi yer alıyor 1982 Anayasası'nda. Biz 1982 Anayasası'nı yıllardır eleştirirken, en çok, olağanüstü hâli bu şekilde keyfî bir yönetime evrilecek bir düzen, bir rejim olarak düzenlemesinden dolayı da eleştiriyorduk, bunların mutlaka değiştirilmesi gerektiğini söylüyorduk. Hatta AKP'nin hazırlattığı anayasa taslaklarında da olağanüstü hâlin keyfî olmaktan çıkarılmasını sağlayacak öneriler yer alıyordu. Yani, AKP de 1982 Anayasası'ndaki olağanüstü hâl düzenlemelerinden rahatsızdı, şikâyetçiydi, değiştirilmesini istiyor ve vadediyordu. Ama pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da eline imkân geçtiğinde eski vaatlerini, eski tespit ve görüşlerini hemen unutuverdi.
Olağanüstü hâl ilan edildikten sonra neler yapıldığını burada haftalardır konuşuyoruz. Hatırlatalım yine de: Öncelikle, kamuda tasfiyeler başladı. Kamuda on binlerle başlayan işten atmalar ve açığa alınmalar yüz bin sınırına vardı, yüz bin insanın işinden, görevinden edildiği, gelirden yoksun bırakıldığı bir tasfiye süreci yaşandı. Mecliste, bu sürecin kontrolü için de yaptığımız bütün öneriler AKP çoğunluğu tarafından reddedildi. "Hangi ölçütlere göre yapıyorsunuz bu tasfiyeleri; neye göre, hangi delillerle, hangi ölçütlerle bu kararları alıyorsunuz?" diye soruyoruz, bir açıklama yok.
Mesela Bank Asya’da hesabı olmak veya cemaatin yurdunda çocuğunu barındırmış olmak işten atılma sebebi sayılıyor.
Bu darbe girişimine gelinceye kadar yapılan bütün işlemlerde son on dört yılın Hükûmeti olarak AKP'nin çok belirleyici bir rolü vardır, bir sorumluluğu vardır. Bank Asya’nın açılış törenindeki fotoğraflara bir bakın, hangi sevinç ve heyecanla kimler bir arada o bankayı açmış ve kutlamışlardır? Taraftarlarını o bankaya yatırım yapmaya yönelten AKP yönetimiydi. O gün bankanın kurulmasını sağlayan, bütün işlemlerin altında imzası yer alan siyasilerin hiçbiri hiçbir şekilde hesap vermeyecek ama orada hesap açmış, küçük ya da büyük mevduat tasarruf hesabı açmış bir insan terör örgütü üyesi olduğu suçlamasıyla işinden edilecek. Böyle bir adaletsizliği nasıl kabul edebildiğinizi anlayamıyoruz gerçekten.
Sadece o mu? 15 üniversite kapatıldı. Bu üniversitelerin kuruluşunda kimin imzası var, kim bu üniversiteleri denetlemekle yükümlüydü? Hangi siyasi kararlar, hangi idari makamlar burada görevlerini yerine getirmemişlerdir en hafif deyimiyle veya iş birliği yapmışlardır? Diyorlar ki: "Geçmişe sünger çekelim, 17-25 Aralığı esas alalım." Nasıl geçmişe sünger çekebiliriz. Eğer bu Türkiye tarihinin en kanlı terör örgütüyse, onu bugüne kadar besleyen, koruyan, bilerek bilmeyerek güçlenmesini sağlayan, devlete yerleşmesini sağlayan kim varsa, öncelikle onların hesap vermesi gerekiyor. Kaldı ki zaten sizler de "Hesabı soracağız, bu dünyada soracağız, hukuk çerçevesinde soracağız" diyorsunuz ama hukuku uygulamıyorsunuz. Bu dünyada sorduğunuz hesabın da şu kadar adaleti yoktur. Asıl sorumlular burada otururken, asıl sorumlular mevcutken, her gün gözümüzün önündeyken yüz binlerce insanı mağdur etmek adaletsizliklerin en büyüğüdür. Bu adaletsizliği gidermediğiniz sürece, bu adaletsizliği düzeltmediğiniz sürece sizin darbe girişimiyle mücadele ettiğinize kimseyi inandıramazsınız, en azından bizi inandıramazsınız.
Olağanüstü hâlin ilan amacı darbe girişimini püskürtmek olmadığını kayyum uygulamasında gördük. Burada, Meclis tatile girmeden önce, saatlerce AKP grup başkan vekilleriyle müzakereler yürütüldü; CHP grup başkan vekilleri buradaydı, MHP grup başkan vekilleri buradaydı. Bize söz verdiler ve dediler ki: "Çekiyoruz kayyum düzenlemesini, getirmeyeceğiz. Diğer maddelerin hızla geçmesini sağlarsanız, orada engelleme yapmazsanız başta kayyum olmak üzere bir iki düzenlemeyi daha bu torba yasadan çıkaracağız" Çıkardılar. Biz, diğer partiler verdiğimiz sözü tuttuk fakat AKP yine kandırdı. Aslında "Kandırıldık" diyorsunuz ama galiba "Kandırıldık." diyerek bu halkı kandırmaya devam etmek istiyorsunuz. Asıl kandıran sizsiniz çünkü cemaatin örgütlenmesine teşvik verirken, destek olurken bilmezlikten yapmıyordunuz bunu, işinize geldiği için böyle yapıyordunuz, iktidarınızı sağlamlaştırmak için böyle yapıyordunuz. Bugün insanlara "Cemaatçi" diye, "Terör örgütü mensubu" diye sövenler, küfredenler, hakaretler yağdıranlar, insanları işlerinden edenler boy boy resimler çektirmişler Fetullah Gülen'le, sıraya girmişler, yaranmak için neler yapmamışlar. Fotoğraflara baktığınızda görürsünüz; sanki bir mehdinin huzuruna çıkar gibi başlarını da örtmüşler başları açık olanlar, el pençe divan durmuşlar ve şimdi, "Kandırıldık" diyerek bundan sıyrılacaklar. Hayır, sıyrılamazsınız. Olağanüstü hâli bu şekilde kullanmak da hesabı verilmeyecek bir dönemin sonsuza kadar süreceğini sanmak da büyük bir saflık, hatta büyük bir aptallık olur arkadaşlar. Çünkü bütün keyfî yönetimler ebediyen devam edecekleri zehabüzannıyla işe koyulurlar. 12 Eylül 1982'de anayasayı yapanlar Türkiye'yi yüzyıl dizayn ettiklerini düşünüyorlardı. Ama o sistem en fazla yedi sekiz yıl sürdü, sonra çatırdamaya başladı. 12 Eylül'ü düzenleyenler, baş sorumlusu olanlar hangi şartlarda hayata veda etmek zorunda kaldılar gördünüz. Mahkemelerden kaçmak için neler yaptılar gördünüz. Sadece onlar da değil, anlı şanlı on sekiz yıl diktatörlük süren Pinochet, son yıllarında evden dışarıya adımını atmıyordu. Çünkü adım attığı anda Şili mahkemeleri yargılayacaktı. Şili mahkemeleri el koymadan önce Londra'da yine insan hakları aktivistlerinin mücadelesi sonucu aylarca göz hapsinde tutuldu ama o sanıyordu ki Şili'yi yüzyıl sürecek bir düzene sokmuştu. Aynı şey Arjantin'de de oldu, okuyun bakın. 1982'de yedi yıl süren darbe yönetimi bitti. O darbede sorumluluk alanların, yönetici olanların; bırakın onları işkence yapan özel kuvvetlere, güvenlik görevlilerine kadar peşlerine düştüler. Ve bugün, şu gün bile hapiste yatan 80-90 yaşında işkenceciler var, darbeciler var.
"Eğer adaletsizlikten vazgeçer, adaletsizlikten vazgeçip demokratik yola girerseniz, hesap sorma konusunda objektif ilkelere uygun davranacağınıza burada söz verirseniz hepimiz yardımcı olacağız" dedik. Her türlü öneriyi getirdik, "Şurada komisyon kurun, ortak bir komisyon olsun, işten atmaları birlikte konuşalım, denetleyelim" dedik. Biz de istemeyiz bir devletin içinde herhangi yasal bir dayanağı ve yasal hesap verebilirlik imkânı olmayan bir yapının yerleşmesini. Devlet içinde bir illegal yapılanmadan en çok şikâyet eden, buna en çok karşı çıkan biz ve geleneğini sürdürdüğümüz siyasi düşüncedir. Bu, Fetullah olabilir, başka cemaat olabilir, gladyo olabilir, Ergenekon olabilir, adına ne derseniz deyin, her şey. Devlet içinde bu tür illegal yapılanmalara kesinlikle karşı çıktık, bugün de karşıyız. Bu illegal yapılanmanın tasfiyesi için hukuk çerçevesinde hareket edildiği takdirde elbette destek verirdik ama asla hukuk içinde kalmaya niyetiniz yok. Öyle anlaşılıyor ki 1930'da Almanya'da yapıldığı gibi, olağanüstü hâl ilanını tek adam yönetimine, diktatörlük rejimine gidişin bir fırsatı olarak görüyorsunuz.
Kürt sorununda yapılanlara bakın, alınan tedbirlere bakın, kapatılan televizyonlara bakın. Zarok TV'den ne istediniz? Sizin Fetullah Gülen'le ilişkinizin milyonda birini tespit edin, Zarok TV'nin kapatılmasına "Eyvallah" diyeceğiz. Hayır, Zarok TV'nin kapatılması nedir biliyor musunuz? Zarok TV'nin, sadece onun değil, bütün Kürtçe yayın yapan kanalların kapatılması, fırsat bulduğunda, devletleştiğinde AKP'nin de Şark Islahat Planı'ndan başka bir yol tanımadığını gösterir. Şark Islahat Planı bütün dönüp dolaşıp geleceğiniz yer miydi? Bunu vicdanlı bütün AKP'lilere soruyorum: Karşı çıktığınız bütün o uygulamalar bugün sizin oylarınızla, sizin rızanızla, sizin omuzlarınız üzerinden mi hayata geçirilecekti?
Kayyumlar… Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır? Kanunlar zaten izin veriyor. İspat edin, tespit edin, belediye başkanını, belediye meclisini de görevden alabiliyorsunuz, suçluluğunu ispat edin. Bugün Belediye Kanunu'nda da hüküm var, yerel yönetimlerle ilgili diğer kanunlarda da hüküm var ama hayır, ispat edemiyorsunuz çünkü amaç, hukuk içinde kalmak, hukuka uygun bir yönetim sürmek değil; burada amaç, tasfiyedir, halk iradesini tasfiyedir, demokrasiyi tasfiyedir, tek adam rejimini kurumsallaştırmaktır.
Ama, tekrar hatırlatayım: Bu çabalar, iktidar sarhoşluk verir; derinlik sarhoşluğu tehlikelidir, bu yoldan vazgeçin.
12 Ekim 2016