HDP İstanbul Milletvekili Levent Tüzel, 2015 yılı Ekonomi Bakanlığı bütçesi üzerine Genel Kurul'da konuştu. Tüzel'in konuşması şu şekilde:

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Ekonomi Bakanlığı üzerine söz aldım.
İnsan Hakları Haftası'nda, öncelikle, yine insanlık dışı manzaralar görüyoruz. Öncelikle, bu insan hakları ihlaline karşı 12 Eylülden bu yana mücadele eden, dernek kuran, vakıf kuran bütün insanlarımızı sevgiyle selamlıyorum.

Bugün sanal medyada sıklıkla rastlaştığımız bir görüntü var. Bir polis memuru, gösterici bir kişiye âdeta ağzını yırtarcasına bir vahşet ve işkence uyguluyor. İşte, bu, Türkiye'nin insan hakları manzarası.

Bir diğer şey, biliyorsunuz, birkaç gündür medya operasyonu söz konusu cemaat üzerinde. Anlaşılan o ki AKP burada "Millete hesap verecekler." derken aslında kendisi hesap sorma peşinde. Ama, ne kadar bu hak ihlalleri yapılırsa yapılsın ayakkabı kutularının, çikolata kutularının, kasaların, işte, sıfırlanamayan servetlerin ve yolsuzlukların üzeri örtülemeyecek. Bunu biz çok iyi biliyoruz.

Ekonomi Bakanlığında elbette ülkenin ekonomisini konuşacağız. Ekonomi tıkırında mı? Ekonomi kimilerinin tıkırında ama ülke için böyle demek pek mümkün değil. Aslında, Hükûmet cenahından konuşmalara bakıldığında pek bir iyi gittiği söyleniyor, öyle değil. Göstergeler, rakamlar, bu konuda konuşan herkes özellikle küresel ekonomik krizden ve bunun etkilerinin devam ettiğinden söz ediyor, bunun karşısında Hükûmet, en son Ali Babacan Hükûmet adına yine konuştuğunda bu açıdan hayli iyimser ve gerçekçi olmayan açıklamaları yapmaya devam ediyor. Orta vadeli program, yüzde 5'lik büyümenin gerçek dışılığı ve dillerden düşmeyen işsizliği önlemenin tam anlamıyla bir hayal olduğu ortada. Yine, sıklıkla uyarılan şey enflasyon hedefinin revize edilmesi hususu ama yapar mı bunu Hükûmet, revize eder mi? Etmez. Çünkü bir kez işçiye ve memura "Size 3+3 vereceğiz bu hedefler doğrultusunda." diye söylemiş durumda. Öbür türlüsü, bunu izah etmeleri mümkün değil. Cari işlemler açığı büyüyor ve tabii ki dış finansman açığı hayli ciddi durumda. Yine, herkesin uyardığı şey, ciddi bir servet ve gelir adaletsizliği söz konusu. Refahın yüzde 80'ini yani pastanın kaymağını, en büyüğünü yüzde 10'luk bir azınlık, bu mutlu azınlık alıyor.

Şimdi, Hükûmet adına Ali Babacan geçen de burada konuştuğunda yine biraz böyle yarım ağız "Gelir dağılımında iyi değiliz ama..." diyerek, aması falan yok, "iyi değiliz" ne kelime, dünyada gelir adaletsizliğinde en kötü 2'nciyiz Meksika'dan sonra, bunun böyle amalık falan bir durumu yok.

Bir de AKP milletvekillerinin ve sorumlularının ağzından düşürmediği bir laf var: "Komşusu açken tok yatan bizden değildir." çok beylik bir laf. Bu edebiyat, bu hamaset ve tabii ki inançlar üzerinden istismar hâlâ devam ediyor. Şunu açıklıkla söyleyelim: Bu dünyada birlikte yaşıyor olsak da gerçekten biz ayrı dünyaların insanlarıyız.

Bakın, ekonomi neyin üzerine kurulu? Konut ve hizmet alanında sürüyor yani dış ticaret dışındaki alanlar. Uluslararası Finans Enstitüsü ne demiş: "En kırılgan 5 ekonomi." Yani rezervler yetersiz, borç oranı hayli yüksek ve işte dünyada konuşulan kapitalist krize karşı hazırlıksız ne yapacağını bilmez durumda. Suriye, Orta Doğu politikaları, yani dış politikadaki tercihler nedeniyle de hâlâ bizi bekleyen tehlikeler ve gerilimler risk oluşturuyor. Özel sektörün döviz borcu 278 milyar dolar ve tabii ki bu artı bir risk getiriyor.

Yine Sayın Ali Babacan'ın burada vurguladığı kamu-özel ortak projeleri ve burada devlet hazinesinin getirdiği garanti ve bunun oluşturduğu risk ne tür bir yük getirecek bilinmiyor. Ve bu dahi bilinmezken burada çok rahat konuşulabiliniyor.

"Merkez Bankası rezerv yönetimi riskli, maliyetli, standart dışı ve bağımsız olmadığı gibi yeterli bilgiye sahip değiliz." diyor uzmanlar ve en büyük tehlike de ne olacağı bilinmez Amerika Birleşik Devletleri hazine bonolarına yatırılmış olması. Kamu bankalarından, yani hazine adına ihraç edilen tahviller hangi limitlerle, hangi kurallarla yapılıyor? Bunlar sorgulanmaya muhtaç.

Geçen gün Keçiören'de bir halk toplantısı yaptım. Orada bir lokantacı esnaf, on yıldır lokantacılık yapıyor. "Bir sanal enflasyon." diyor. Dedim: Ne demek istiyor bu sanal enflasyon? "Biz on yıl önce, yani AKP iktidara geldiğinde kıymayı 3 liraya alıyorduk, şimdi oldu 23 lira, satış yapamıyoruz, kredi borçları, vergi borçları birikti, dükkân kapatmak zorunda kaldık." Evet, rakamlar ve bunun karşısında gerçekler ama Hükûmetin söyledikleri habire bir kuş gibi uçuyor. Geçen de burada Hasip Kaplan bir sapan gösterdi, hani bu işte sapana, taşa, molotofa ceza meselesi üzerinden. Hükûmet de dedi "Biz kuş muyuz ki?" Ama gerçekten bu uçmaya, bu kadar Hükûmetin uçmasına bir sapan gerekiyor. Artık siz yere inmelisiniz, ayaklarınız suya ermeli diyoruz.

Ekonomi konuşunca elbette ekonomi çarkını döndüren çalışma hayatına da bakmak gerekiyor. Geçen de Çalışma Bakanı burada "76 milyon" dedi, 77 milyon diyelim. Gerçekten bütün Türkiye'yi ilgilendiren bir bakanlık. Çokça, lafa başladıklarında işsizlikle mücadele, istihdamı artırma. Şimdi ortada bir mücadele var mı gerçekten? İşsizlik var da mücadele var mı acaba? Ben göremiyorum.

Ve işte geçmişte şu kadardı şimdi şu kadara indirdik dedikleri işçi ölümleri. Sizin döneminizde, lamı cimi yok, tam 15 bin işçi iş cinayetlerine kurban gitmiş. Başkaca bundan öte bir rekor var mı? Ve şimdi hazırlanan yeni paket: İş güvenliği paketi. Bunun orasını burası çok uzun uzun anlatmaya da gerek yok. Tek kelimeyle bu paketin yeni getirdiği şey bütün yükü, bütün sorumluluğu, kaza mı oldu, işçi mi öldü, o işçiye fatura etmektir. Çünkü sen gereğini yapmamışsın, talimatı dinlememişsin, eğitim almamışsın, tazminatsız bir şekilde senin işten attık. Hepsi bu.

Uluslararası anlaşmayı imzaladık diye övünülüyor. Nihayet burada da imzalandı. Farkındalık, altı çizilip çizilip duruyor. Peki, bu anlaşmalar, bu çıkarılan yasalar, bu üzerine büyük büyük laflar sorunu çözüyor mu? Sorun sistemde ve sistemde olduğunu da Soma'da, Ermenek'te ve Torunlar İnşaatta, Yalvaç'ta gördük.

Şimdi Yalvaç demişken... Yalvaç neydi? Isparta'da kadın, çocuk, mevsimlik tarım işçileri, 17 insan minibüste öldü. Görüntüde bir trafik cinayeti. Ama herhâlde Çalışma Bakanı kabul edecek ki çok açık bir işçi cinayetiydi.

Bakıyoruz, Sayın Çalışma Bakanının konuşmalarında Yalvaç'ın adı dahi geçmiyor. Mevsimlik işçiler Türkiye'de 4 milyon deniyor. Çok daha fazla. Adları dahi geçmiyor.

Bakan diyor ki: "İşçiye çalışmama hakkını verdik." Yani bir tehlike, bir risk varsa işçi çalışmayacak, kafa tutacak. Nerede böyle bir işçi? İşçinin, iş verene, patrona "Bu tehlikelidir. Benim ölümüme yol açar." diyebilmesi için iş güvencesi olması lazım. Yani yarın atıldığında ona sahip çıkacak bir yasa, bir işsizlik sigortası fonu ve örgütlü bir yaşantısı, çalışma hayatı olacak. Bunların hiçbirisi yok tabii ki.

"Kaçak ocaklarda ölünüyor." deniyor. Zonguldak'tan yine örnek verdi. Kaçak ocaklar söyleniyor da bu ocaklar niye kaçaktır Allah aşkına diye soran yok. Bunun kaçak ocak olmasına sen sebep olmuyor musun ey Bakan, ey Hükûmet? Yani Çalışma Bakanı böyle konuşuyor kazalardan sonra.

Soma'da 2.831 işçi atılmışken Enerji Bakanı ne diyor? "Çaresiz, temel politikalarımızdan vazgeçemeyiz." Nedir o temel politikaları? Devlet maden işletmez. Kömür İşletmeleri maden işletmeyecek, ne yapacak? Redevans, kiralama, hizmet alamı. O ocaklarda, o yeni açılacak, madenciler de gitsin çalışsınlar. "Çalışsınlar." demek yetmiyor, sen yine onları ölüme gönderiyorsun ve bunun karşısında Soma işçisi de, bakın, günlerdir talepkâr. "Bizi devlet çalıştırsın, TKİ çalıştırsın. Tazminatlarımız ödensin. Güvenceli çalışalım, bizi ölüme göndermeyin." deniyor.

Çalışma Bakanı "Emeğin sömürüsüne dönüşen taşeron sistemini kaldırdık..." Hani şu torba yasada. Taşeron sistemi kalktı mı, daha mı çok yaygınlaştı? Bugün Türkiye büyükleri olan, işte, Ülker de altında binlerce taşeron işçisi çalıştırıyor. Dünya devi ve işte bu taşeron işçilerinden bir tanesinin bize dilekçesi var. Geçen basın toplantısına geldiklerinde de bakana sorduk. Taşeron işçisi acımasız çalışıyor, asgari ücretle sırtında kilolarca şeker, un çuvallarıyla; boynu, iskelet sistemi baştan aşağıya hasta olmuş. "İntervertebral disk bozukluğu. Tanımlanmış mesleki sekel." Bunu diyen kim? İstanbul Meslek Hastalıkları Hastanesi. Sosyal Güvenlik Kurumu Bağcılar Şubesi de "Biz böyle bir şeyi tanımıyoruz, bu bozukluğun mesleki olmadığına karar verildi." diye işçiyi geri çeviriyor. İşte, "Taşeron işçisini kaldırdık." falan hikâyesi, hepsi bu.

İşsizlik oranı yüzde 5'e düşecekmiş. Nasıl düşecek? Ulusal İstihdam Stratejisi'yle. E, biz bunu çok iyi biliyoruz; kiralık işçi büroları, esnek, kuralsız çalışma, işçinin posasını çıkartma, "part-time" çalışma, uzaktan çalışma, köleliğin her türlüsü. İşte, toplum yararına çalıştırdığınız Vanlı işçiler, depremden sonra, sokağa konuldular ve işte, Şeker Fabrikasında çalışan 4 bin işçi, Karayollarında çalışan binlerce işçi kadro istiyor ey Hükûmet, güvenceli çalışma istiyor; siz hâlâ, işte, işsizliği şöyle önleyeceğiz, böyle... İşsizliği şöyle önleyebilirsiniz, bakın: Çalışma saatlerini düşürün. Değil sekiz saat, on saat, on iki saat çalışıyor. Bakın, düşürün çalışma saatlerini, o zaman binlerce işçiye ekmek kapısı açılacaktır.

Şimdi, biliyorsunuz, Ermenek'te Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan: "Ya, siz bizim evlatlarımızsınız. Bize keşke yazsaydınız." Ondan sonra Cumhurbaşkanına bir işçi mektup yazdı, açık açık söyledi. Bakın, o, gazetede de çıktı. Kimi başlıkları sizlerle paylaşmak istiyorum: "Özel bir maden ocağında çalışıyorum. Babam da madenciydi. O zaman bu ocaklar devletindi. Devlet madenleri satmaya başlayınca felaketleri sık sık yaşar olduk. Soma'dan sonra öğreniyoruz ki Almanya bizden daha fazla kömür üretiyormuş ama orada ölümlü olaylar yaşanmıyormuş. Alman Hükûmeti madenci ölümlerini kader olmaktan çıkartmış demek ki. Rahmetli babamın zar zor yaptığı evde anam ve kardeşlerimle birlikte 4 nüfus yaşıyoruz. Dokuz yıldır özel madende çalışıyorum. 450 lira maaşla başladık. Bu, kuru maaştı. Sosyal yardım olarak kömür sözü verdiler ama dokuz yıldır bu sözü yerine getirmediler. Bugün maaşım 1.100 lira; ne 1 kilo kömür ne bir ikramiye ne de farklı bir sosyal yardımımız var." Birçok sözler... Cumhurbaşkanının önüne gitmiştir. Herhâlde basın danışmanları bunu önüne koymuştur.

Anayasa'nın 46'ncı maddesinde "Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışanları ve işsizleri korumak, istihdamı artırmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır. Kimse, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamaz." gibi ibareler var. Ama bunlar Zonguldak'ta sadece kâğıt üzerinde unutulmuş durumdadır. Mektubun sonu "Birileri tarafından güzel öldürülüyoruz."

Değerli milletvekilleri -sayın bakanlar da burada, Kültür Bakanımınız da burada- özellikle, ben, eğitim ve kültür politikalarına da değinmek istiyorum ülkemizdeki sosyal hayat ve bekleyen tehlikeler açısından. Ciddi anlamda bir muhafazakârlaşma, tabii ki yine devlet politikası ve tercihi olarak özelleştirme ve bir AKP yöntemi olarak da kadrolaşma. "Değişim, değişim, değişim..." dendi. Müfredat değişti, yönetim değişti, istihdam politikaları değişti. Özel eğitime oluk oluk paralar akıyor, teşvik ediliyor ve bunun karşısında halkımızın eğitime yaptığı harcama tam 5 kat arttı.

Şimdi, sık sık, yakında bitmiş olan 19'uncu Millî Eğitim Şûrası'ndan tavsiyeler konuşulur oldu. Aslında burada artık iyice su yüzüne çıkmış, niyetler ortada. İmam-hatiplerdeki artış... Din görevlileri değil, bakın, Hükûmete göre din gönüllüleri. Biz zannederiz ki sadece Diyanet İşleri Başkanlığında 100 bine yakın, işte, imam, bir sürü personel ama onun ötesinde bir o kadar daha din görevlileri var.

Dindar nesil yetiştirmek üzerine varılan nokta. Ne oldu? 9 yaşındaki kız çocuğunun cinsiyeti üzerinden bir "başörtüsü serbestliği" adı altında örtünme özgürlüğü getirildi. Din eğitimi ilkokul 1'inci, 2'nci, 3'üncü sınıflarda getirilmeye çalışılıyor. Cinsiyetçi yaklaşım tabii ki karma eğitimde karşımıza çıkıyor. Karma eğitim de artık bu iktidara fazla geliyor, gözlerine batıyor. Örtünme, mescit...

Bakın, yanlış yapıyorsunuz, ateşle oynuyorsunuz. Yıllardır bu ülkede halkı birbirine karşı kutuplaştırmanın geldiği nokta, bu cinsiyetçi, ahlakçı yaklaşım insanları mahalle içerisinde, aynı sınıfta okuyan çocukları, aileleri birbirinin karşısına getirir duruma getirmiştir. Bu kabul edilebilir bir durum değil.

Sınavcı, ezberci, elemeci eğitim; bunun karşısında 300 bin atama bekleyen öğretmen. Öğretmenlerimiz sık sık rotasyondan, sürgünden, "mobbing"den şikâyetçi ama diğer taraftan da belleri bükülmüş durumda; maaşlar yetmiyor, her biri kredi kartı borçlusu.

Yine, bu Hükûmet ve Millî Eğitim Bakanlığı tabii ki, gençlerin kılık kıyafetine takmış durumda. Yok, küpe mi taktın, başka bir şey mi taktın; gençleri hakir görme, onları arkadaşları arasında küçük düşürme ve bu şekilde rencide etme; bunlar yanlış şeyler.

Bir Osmanlılık, bir Osmanlıca; bunlar konuşulur oldu. Şimdi, değerli milletvekilleri, Osmanlıcanın tarihte kimler tarafından kullanıldığını biliyoruz, bir Osmanlı Hanedanı. Bugün bu ülkede Osmanlı Hanedanı mı var? Yoksa Millî Eğitim Şûrası'nda ve bugün artık bir demokrasinin başat sorunu hâline gelmiş ana dilinde eğitim niye konuşulmaz? Bugün hâlâ Türkçe alfabede yok diye "w, x, q" harfleri çocuğa verilen isimde var diye kimlik verilmiyor. Böylesine utanç duyulacak bir gerçeklik var, üstüne üstlük yabancı istilasıyla, dil istilasıyla âdeta Türkçe bambaşka bir şey olmuş, bunun peşini kovalamak yerine bir Osmanlı sevdası. Şimdi, Osmanlıcayı öğreteceklerinden falan da değil aslında bu iş ya da "Tarihimizi öğrenelim." değil. Ta en tepeden, yukarıdan "Biz bunu yapacağız isteseniz de istemeseniz de." deyip bu despotik anlayışla vatandaşları dilsiz, lal kılmak. Bunu da kabul etmiyoruz.

Ve bu cinsiyetçi, bu ahlakçı, bu "mobbing"ci tutum Sayın Kültür Bakanlığının olduğu bünyede de karşımıza çıkıyor. Geçen mitingde gelen bir kamu emekçisi bilgilendirdi, Sayın Bakanın bilgilerine sunuyorum: Yakın zamanda yapılan bir toplantıda -burada zannederim kendisi de- Strateji Geliştirme Başkan Vekili Başbakanlığın önünde asaleti bekliyor. Bu Sayın Bürokratımız çağırıyor bütün görevlileri âdeta 12 Eylül generalleri gibi "Size iki dakika süre veriyorum, şunlar, şunlar hakkında şikâyetler var, dilekçeler var. Kızlı erkekli, kadınlı erkekli bir arada sizi bir daha görmeyeceğim. Asarım, keserim, doğrarım. Hadi gidin bakalım şimdi." Kültür Bakanlığı böyle yönetiliyor Sayın Bakan. Siz belki farkında değilsiniz ama bunu kurcalarsanız üzerine gitmeniz gerekir. Dinciliğin, muhafazakârlığın, cinsiyetçi ahlakçılığın geldiği yer de bu noktadadır.

Tabii ki ekonomi, sosyal hayat sağlıklı bir yaşamı gerektiriyor. Sağlık emekçisini Meclis önünde dövdünüz sağlık bütçesi görüşülürken. Bu ülkenin insanı sağlıklı olabilir mi? Böyle bir vatandaşa sağlık sunmak mümkün mü? Herkesi prime bağladınız, "Genel Sağlık Sigortası" dediniz. Bir de üstüne üstlük primden muafiyet şartını neye bağladınız biliyor musunuz? Açlık sınırının çok çok altında olan "Üçte 1 gelirden az gelire sahip olmak." Yani ancak onlar prim ödemeden muaf olacaklar.

Değerli milletvekilleri, şimdi, yine o, Keçiören'deki toplantıda bir emekli amcamız diyor: "Bizim eskiden bu kadar çok cebimizden para çıkmıyordu. Evet hastaneyi gidiyorduk falan ama şimdi 80 lira, 100 lira her ay maaşımdan kesinti var." İşte bu 10 çeşit kalemde katkı payı, en son, telefonla aramadan bile kesilen katkı paylarıyla vatandaşın beli bükülmüş durumda.

Mega projeler ve tabii ki mega hastaneler. Ne oluyor? Tıpkı küçük üretici, küçük esnafın başına gelen, küçük çaplı sağlık işletmelerinin başına geliyor. Yabancı zincirler, a sınıfı tekelleşmiş hastaneler her tarafta. Hani o "Hortumları kestik." diyen Başbakanı hatırlatalım tekrar. Kamuyu böyle, oluk oluk hortumluyorlar. Milletvekili arkadaşlarım tedavi olmaya gittiklerinde çok iyi bilirler. Kapsam dışı bırakılan ilaçlar, malzemeler.

Şimdi, bir başvuru: Kanser hastası kendisi rektum sea tanısıyla. Kolostomi ve kolostomi adaptörü ve torbası almak zorunda ama işte bu artık karşılanmayan envanter kapsamında olduğu için bu vatandaşımız da son derece mağdur duruma gelmiş durumda.

Aile hekimleri geçen grev yaptılar. Koruyucu sağlık diye bir şey kalmadı değerli yurttaşlar, değerli vekiller. Kalmaz. Bu bütçenin gerçekliği nedir sağlık anlamında? Kişi başına tam ayrılan pay 20 lira; 200 lira değil, 2.000 lira değil, 20 bin lira değil, 20 lira. İşte bu bütçe ne kadar halkçı olabilir, ne kadar refah payı taşıyabilir, gelin görün. Tabii ki personelin posasını çıkarma, angarya performans.

Evet, toplumun sağlığı ne kadar, iktidarın sağlığı o kadar. İktidarın sağlığına da değinmemiz gerekiyor. Özellikle, işte bugünkü operasyonlara da baktığımızda her muhalefeti bir darbe paranoyasıyla karşılayan iktidar söz konusu. Evet, şimdi en küçük sokak hareketinde kan dökülüyor, âdeta halk provoke ediliyor. Çıkarsanız, bakın, başınıza geleceklerden, kan dökülürse sorumlusu sizsiniz. Bir gazete kupürü, gazeteci arkadaşımız üşenmemiş, araştırmış, hani o 6-7 Ekim olayları. 50 tane yurttaşımız öldü, çoğunluğu Kürt yurttaşlar, çoğunluğu Halkların Demokratik Partisinin üyesi, taraftarı, sempatizanı. Cenazelerini onlar kaldırmış, istenmeyen acı olaylar ama bunun üzerine gidilsin, bunların arkasında hangi çeteler devreye sokuldu, hangi provokatörler, hangi karanlık güçler devreye sokuldu, İçişleri Bakanımız bunları elbette aydınlatmalı. Bu yargı, bu emniyet mekanizması, bu güvenlik paketleri, buralara müdahalelerle Kürtlerin, hak isteyen işçilerin, gençlerin yaşam hakkını ihlal etmek, bunları zapturapt altına almak, sağlıklı bir toplum olmak böyle mümkün değil.

Bakın, arkadaşlar, Hükûmetin, iktidarın psikolojisi bozuldu diyoruz. Gerçekten, şimdi, Sayın Cumhurbaşkanı adli yıl açılış töreninde hazmedemediği bir konuşma nedeniyle yıllardır yapılan adli yıl törenini kaldırıyor. Böyle bir şey hangi demokraside vardır, hangi sağlıklı toplumda vardır, hangi "Ben vatandaşa hizmet ediyorum." diyen iktidarın paketinde böyle bir anlayış olabilir? Yargı düzenlemesinde bunlar ortadan kalktı. Hangi sağlıklı akıl, esnafların katlettiği bir gencin mahkemesinin görüldüğü, Ali İsmail'in mahkemesinin görüldüğü gün esnafı, sivil yurttaşı göreve çağırır, "Sokaklar size emanet." der? Bunu tarihte yapanların dünyayı kana buladığını biz biliyoruz. Siz toplumun yüzde 50'sini makul şüpheli yaptınız, yarın da tabii ki o destek sizden çekilince diğerleri de böyle olacak. Çözüm demokraside, çözüm barışta, çözüm sadece iktidarın işine geldiği gibi kendisi için demokraside değil, halkın, bütün yurttaşların ihtiyaç duyduğu demokraside.

Evet, devam edelim, az bir zamanımız kaldı ama bu yolsuzluk ve bunun enerjiye, çevre politikalarına yansımasına da değinmek istiyorum, ekonomi bunlarla son derece ilgili. Yaşam hakkının, yaşam alanlarının tahrip edildiği özellikle iki alan: Enerji, çevre. Şimdi, enerji ihtiyacı deniyor. Bu enerji ihtiyacı gerçekten var mı? Kimin ihtiyacı olduğu ortaya çıkıyor. Kim HES yapıyor, kim termik santraller açıyor, kim nükleer santrale sırtını dayıyor? Bakın, Ereğli'den Arhavi'ye, Trakya'dan Anamur'a bütün Türkiye isyanda. Dereleri zapt etmeye kalktığınız için, verimli tarım arazilerinde kömür işletmeli termik santral açtığınız için Soma Yırca zeytinlik meselesi, 6 bin zeytin fidanı niçin katledildi? İşte bu kafa nedeniyle, bu zihniyetle. Şimdi, öbür taraftan, gelin, bu başkanlık sarayının aylık 700 bin lira enerji harcamasını konuşalım.

Evet, şimdi, Sinop'ta Ticaret ve Sanayi Odası -hani nükleer tesis yapılacak ya- yalvar yakar olmuş, bütün milletvekillerine gönderiyor: "Sayın milletvekili, halkımıza sorduk mu bu nükleeri, zararlarını faydalarını anlattık mı, kullandık mı ülkemizdeki yenilenebilir enerji kaynaklarını, tükettik mi suyumuzu, güneşimizi, rüzgârımızı? Herkes vazgeçiyor, biz niye yapıyoruz?" diyor. İşte Türkiye'nin çevre politikasının manzarası, enerji politikasının manzarası, tıraşlanmış yeşil alanlar.

Bakın, yolsuzluk meselesi bu iktidarı götürecek elbette ama hani o millete hesap verme var ya, o millete hesap vermek zorundasınız. Gerçekten Allah korkusuyla büyüyenler, daha çocuk yaşta bu eğitimi görenler, bütün yaşamı boyunca buna göre şekillenenler en azından bunun için halka hesap vermeli.

Bu bütçenin de halkçı bir bütçe olmadığını biliyoruz.
Ekonomi politikalarıyla da bu bütçeyi reddediyoruz ve gerçekten halkçı bir bütçe için de mücadele etmeye hepinizi çağırıyorum.

15.12.2014