Kubilay: Yarın parlamentoda mutabakat muhtırası değil savaş tezkeresi oylanacak

Parti Sözcümüz Günay Kubilay, İstanbul İl Örgütümüzde düzenlediği basın toplantısında gündemi değerlendirdi. Kubilay, şunları söyledi:

Ne yazık ki, artık her gün faşizmin benzer uygulamalarına uyanıyoruz. Seçilmiş belediye başkanlarının gözaltına alınmadığı, tutuklanmadığı, belediyelerin gasp edilmediği bir gün bile yok. Bugün de yeni gözaltılara uyandık. Bugün sabah saatlerinde Diyarbakır Sur Belediye binamıza polislerce baskın düzenlendi. Belediye, zırhlı araçlar ve bariyerlerle abluka altına alındı. Eşzamanlı olarak Sur Belediye Eşbaşkanımız Filiz Buluttekin ve Belediye Meclis Üyemiz Yılmaz Eken’in evlerine baskın yapıldı. Buluttekin ve Eken gözaltına alındı. Bu hukuksuzluk, bu despotluk yetmiyormuş gibi polis Belediye Eşbaşkanımız Filiz Buluttekin, eşi ve 10 yaşındaki oğlunun başına silah dayayarak yere yatırdığını öğrendik.

Çocuklarımızın başına dayadığınız silahlar utanç vesikanız

İçişleri Bakanı ve kolluk kuvvetleri Kürtlere öylesine düşman, HDP’ye karşı öylesine nefret dolu ki, 10 yaşındaki bir çocuğu sabahın şafağında yatağından çıkarıp başına silah dayayabiliyor. Seçilmiş bir belediye başkanının evini uzun namlulu silahlarla basabiliyor. Bu nasıl bir düşmanlık, bu nasıl bir nefret, bu nasıl bir korkudur! Tüm kamuoyunun şunu bilmesini istiyoruz. Bu yapılanın hesabını er ya da geç demokratik ve meşru yöntemlerle soracağız. Çocuklarımıza yaşattıklarınız yanınıza kalmayacak. 90’lı yıllar çok gerilerde kaldı. Kürt halkı iradesinin gasp edilmesini de evlerinin hukuksuzca basılmasını da çocuklarının başlarına silah dayanmasını da kabul etmedi, bundan böyle de kabul etmez. Bizleri yıldıramaz, korkutamaz, sindiremezsiniz. Çocuklarımızın başına dayadığınız silahlar ancak ve ancak sizin utanç vesikanız olabilir. Bunu böylece kabul edin.

Er ya da geç 19 Aralık Katliamının hesabının sorulacak

19 Aralık bu ülkenin tarihine kara leke olarak yazılan iki katliamın yıl dönümü. Hatırlanacağı gibi 2000 yılının 20 Ekim’inde yüzlerce siyasi tutuklu F Tipi hücre sistemine ve tecride karşı cezaevlerinde ölüm oruçlarına başlamıştı. 19 Aralık 2000’de dönemin Adalet Bakanı’nın deyimiyle ‘Devletin Şefkatli Eli’yle başta Ulucanlar ve Burdur olmak üzere 20 cezaevinde ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ adı altında büyük bir vahşet yaşandı, büyük bir katliam yapıldı, büyük bir insanlık suçu işlendi. Bu operasyonda 30 devrimci tutuklu katledildi, 237’si yaralandı. Bu katliamda yaşamını yitirenleri saygıyla anıyor, katliamı bir kez daha lanetliyoruz. Aradan 19 yıl geçmesine rağmen operasyon emrini verenler de gerçekleştirenler de yargı önüne çıkarılmadı ve cezalandırılmadı. Kitabına uyduruldu ve bir şekilde gerçeklerin üstü örtüldü. Er ya da geç 19 Aralık katliamının hesabının sorulacağına, bu karanlık tertibin açığa çıkarılacağına, siyasi ve askeri sorumluların bağımsız yargı önüne çıkarılarak yargılanacağına asla kuşku duymuyoruz.

Maraş Katliamı rejimin karakterini ortaya koyan tipik bir katliam

Cumhuriyet tarihinin en kanlı ve hunharca işlenmiş siyasi katliamlarından biri 19 ve 24 Aralık 1978 tarihleri arasında Maraş’ta gerçekleşmişti. Maraş’ta Alevilere yönelik organize edilen katliam, devletin sivil faşist güçleri tarafından yapılmıştı. Alevileri hedef alan, merkezden planlanmış, yerelde hem mülki hem de siyasi ayakları oluşturulmuş bu katliamda resmi verilere göre 111 kişi katledilmiş, 176 kişi yaralanmış, 210 ev ile 70 iş yeri tahrip edilmişti. Resmi olmayan bilgilere göre ise 500’e yakın insan öldürüldüğü kayıtlara geçmişti. Maraş katliamı 12 Eylül askeri darbesine giden yolu oluşturan yapı taşlarından biridir ve 12 Eylül’e zemin hazırlamak için yapılmıştır. Maraş katliamı, Türkiye’de rejimin siyasi karakterini bütün yönleriyle ortaya koyan en tipik katliamlardan biridir. Maraş katliamında rejimin Alevi nefretini, Kürt düşmanlığını, komünizm karşıtlığını en hoyrat ve en çıplak bir şekilde görürüz. Bundan nedenledir ki bugüne kadar aydınlatılamamış, sorumlular açığa çıkarılmamış, hatta katiller cezasız kalmış, zaman içerisinde salıverilerek ödüllendirilmiştir. HDP olarak ülke tarihinin karanlık sayfalarını aydınlatmak için ısrarımızı sürdürmeye ve Alevi toplumunun maruz kaldığı inkâr ve asimilasyon politikalarına karşı eşit yurttaşlık taleplerine sahip çıkmaya devam edeceğiz.

Kayyım meselesi artık iktidarın değil muhalefetin sorunudur

18 Aralık’ta Varto, Bulanık ve Erentepe belediyelerimize kayyum atanmıştı. Böylece KHK kumpasıyla el konulan 6 belediye dahil 37 HDP’li belediyeye karşı siyasi darbe yapıldı ve gasp edildi. Nitekim, Kürt illerindeki HDP’li belediyeler ve Kürt halkının siyasi iradesi kayyımlar yoluyla gasp edilmeye devam edilirken, geçen hafta da İzmir'de CHP’li Urla Belediye Başkanı İbrahim Burak Oğuz’un yerine de ilçe kaymakamı kayyum olarak atandı. Pek çok açıklamada dile getirdiğimiz gibi kayyımlar saray rejiminin yerel ayaklarını oluşturmak için başvurduğu siyasi bir darbe yöntemidir. Sandıkta kaybedileni siyasi zorbalıkla elde etmenin gayri meşru bir biçimidir. AKP-MHP iktidarı ihtiyaç duydukça, bu darbe yöntemlerine başvurmaktan geri durmayacaktır. Çeper bir kez genişlemiştir, arkasının geleceğine kuşku duyulmamalıdır. İronik olarak söylemek gerekirse bundan sonrası artık iktidarın değil, muhalefetin sorunudur.

İktidar siyasi ve iktisadi olarak rant kapısı gördüğü her yere el koyacak

Dün 'nasıl olsa el konulan HDP belediyeleridir, gasp edilen Kürt halkının siyasi iradesidir' diye uzaktan bakanlar, bugün Urla üzerine birkaç kez düşünmelidir. Sarayın saldırı dalgası kendinden olmayan herkesin kapısını aşındırmaya başlamıştır. Açıkça dile getirmek gerekir ki, başta Diyarbakır, Van ve Mardin olmak üzere HDP’li 37 belediyenin kayyımlarla gasp edilmesine itirazlarını yüksek sesle dile getirmeyenler, bugün Urla Belediyesinin gasp edilmesinin yolunu açmışlardır. Kimse kusura bakmasın ama bu konuda muğlak olan hiçbir şey yok. İkilem demokrasi mi, darbe mi ikilemidir. İkilem seçilmiş mi, atanmış mı ikilemidir. AKP-MHP iktidarı iktisadi ve siyasi bütün alanlarda rant kapısı olarak gördüğü her yere ve her şeye el koyacak, fiilen halkın siyasi iradesini bir şekilde gasp edecektir.

Kanal İstanbul zorbalıkla inşa edilecekse kayyım atanmasının, atanmamasının bir önemi yok

Ne diyor Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu’na? Otur oturduğun yerde… Yani sen bu işe karışma… Bu işe karışmayacak olan kim? İstanbul’un büyükşehir belediye başkanı… Saray İstanbul’a kanal yapıyor, İstanbul’un belediye başkanı işe karışamıyor. Bir kentin bütün geleceğini yıkıma uğratacak, eko sistemini kökten bozacak ve ekolojik felaketlere yol açacak bir projeye o kentte yaşayan insanlar karışamıyor, seçilen belediye başkanı karışamıyor. Tek söz ve karar sahibi Erdoğan… Merkezi iktidar gücü kullanılarak İstanbul Boğazı’na el koyulduktan sonra ‘Kanal İstanbul’ İstanbullulara rağmen zorbalıkla inşa edilecekse İstanbul’a resmen bir kayyım atanmış olmasıyla atanmamış olmasının ne önemi var? Artık İstanbul’a dair bütün kritik kararlar Saray tarafından alınarak uygulanacaksa, seçilmiş belediye başkanı devre dışı bırakılıp İstanbulluların seçme ve seçilme hakkı ortadan kaldırılacaksa İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu şimdi harekete geçmeyecekse ne zaman geçecek? ‘Kanal İstanbul’a itiraz eden iki DSİ raporu olduğu ve sümen altı edildiği basın vasıtasıyla kamuoyuna yansıdı. İktidar yandaşı olmayan hiçbir bilim insanı bu projeye onay vermiyor. İstanbul’un tatlı su kaynaklarının yok edilmesi ve ekolojik felaketler dahil, burada sıralanması olanaksız yıkıcı etkilerde bulunacak böyle bir projeye evet diyenler, sarayın sofrasından nemalananlar dışında hiç kimse değil.

Tehdit altında olan İstanbul Boğazı değil,  AKP’nin rant kapılarının kapanacak olmasıdır

İleri sürdükleri tek gerekçe İstanbul Boğazı'nın tehdit altında olmasıyımış, her an kaza olabilirmiş. Her an kaza olacaksa, siz iktidarsınız, olası kazaları önlemenin yolu İstanbul’un sırtına hançer saplama mı, yoksa etkili önlemler almak mı? Bu yalanlara İstanbulluların karnı tok. Kimse de bunlara inanmıyor. Tehdit altında olan İstanbul Boğazı değil, tehdit altında olan İstanbul’da 31 Mart’tan ve 23 Haziran’dan itibaren, belediyenin el değiştirmesiyle AKP’nin rant kapılarının bütünüyle yüzüne kapanacak olmasıdır. Erdoğan merkezi iktidar gücünü kullanarak İstanbul Boğazı’na bu nedenle el koymuştur. ‘Kanal İstanbul’ ise İstanbul’un önünde uzanan 30-40 yıla damgasını vuracak olan en büyük vurgun kapısı olma potansiyeli taşıyor. Bu nedenle Erdoğan İmamoğlu’na açıktan rest çekmekte, otur oturduğun yerde demektedir.

AKP’nin bünyesinden doğan yeni partiler siyasi iktidarın kan kaybını hızlandırdı

Saray rejimi kayyımlara, savaşa ve şiddete mahkumdur. Bu iktidar gidicidir. AKP’nin bünyesinden doğan yeni partiler siyasi iktidarın kan kaybını hızlandırmıştır. Erdoğan, iktidarını korumak için içerde daha fazla şiddete başvuracak, dışarıda savaşa daha fazla yatırım yapmaya devam edecektir. Kuzey ve Doğu Suriye’de kurtaramadığı siyasi iktidarı ve ikbalini Libya’da, Fizan’da aramaktan vazgeçmeyecektir.

Trablus Hükümetiyle yapılan anlaşma prematüredir

Libya’nın sadece yüzde 10’unda hakimiyeti bulunan, selefi Müslüman Kardeşler Örgütü’nün Libya şubesi olarak tanınan Trablus Hükümeti’yle AKP-MHP iktidarının 27 Kasım’da yaptığı iki anlaşma parlamento gündemine yıldırım hızıyla taşındı. 5 Aralık’ta Dışişleri Komisyonu’nda görüşülen ve aynı gün içinde Genel Kurul’da oylatılan Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması’na ilişkin bu anlaşmada Libya’daki iç savaşın taraflarından biri olan Trablus Hükümetiyle Saray Rejimi Akdeniz’de kendilerine göre bir sınır çiziyorlar. Bu sınırları çizerken diğer sınırdaş/kıyıdaş ülkeler Mısır, Yunanistan ve Kıbrıs’ı bu anlaşmanın dışında tutuluyorlar. Türkiye’nin Libya ile kıyıdaş gösterilen bölgeleri de haritaya göre Erdoğan Rejimi’ni “düşman” olarak gören Hafter güçlerinin denetimindeki kıyı bölgelerine denk düşüyor. Kısacası Trablus Hükümetiyle yapılan bu deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşması aslında ‘prematüre’ bir anlaşmadır. Ancak AKP-MHP iktidarının bu tek taraflı sınır çizme girişiminin bir dizi tehlikeli sonuçları da önümüzdeki süreçte gündeme gelecektir. Bunlardan birisi de Hafter güçlerinin kurması muhtemel yeni Libya Hükümetinin ve Mısır’ın hem Kıbrıs hem de Yunanistan ile yeni deniz sınırı yetki anlaşması yaparak Türkiye’nin deniz yetki alanlarını minimum düzeye çekmesi söz konusu olabilir.

Akdeniz'i barış denizi olarak görmek istiyoruz

Biz HDP olarak Akdeniz’i bir barış denizi ve askersizleşmiş bir medeniyetler havzası olarak görmek istiyoruz. Sırf Libya’daki selefi çetelere askeri yardımda bulunmak ve Akdeniz’deki doğal varlıkların kapitalist rekabet eşliğinde yağmalanmasında avantaj elde etmek için bu agresif ve müdahaleci dış politika Türkiye’yi ciddi bir gerilimin merkezine sürüklemektedir.

Türkiye, Libya iç savaşında taraf haline gelebilir

Halihazırda Trablus Hükümeti ile yapılan ikinci mutabakat muhtırası bir savaş tezkeresinden farksızdır ve Türkiye’yi Libya iç savaşında Selefilerin yanında muharip bir taraf haline getirebilir. Selefi bir hükümeti desteklemek AKP’nin ideolojik politik çıkarlarına hizmet etmekten başka bir anlama gelmiyor. AKP, diğer Orta Doğu ülkelerinde kendisiyle özdeş örgütlerin iktidara taşınmasını kendince bir başarı olarak görüyor. Kuzey Afrika’daki son Siyasal İslamcı yönetim Trablus’a sıkışmış durumda ve AKP, Kuzey Afrika’daki son kalesini korumak için Libya’ya asker göndermeyi göze alabiliyor.

Mutabakat muhtırası değil savaş tezkeresi oylanacak

Açıkça ifade etmek gerekir ki, Cumartesi günü parlamentoda mutabakat muhtırası değil, savaş tezkeresi oylanacak. Türkiye kamuoyu bunu böyle okumalı, böyle bilmelidir. Bu vesileyle buradan bütün milletvekillerini uyanık olmaya ve tezkereye hayır oyu kullanmaya çağırıyoruz.

Adalet Bakanlığı genelgesi göz boyamaya yönelik

Kadına yönelik şiddeti ve artan kadın cinayetlerine yönelik Las Tesis eylemleri dahil yükselen tepkiler üzerine Adalet Bakanlığı, 6284 sayılı yasanın uygulanmasına dair bir genelge yayımladı. Kadın örgütleri özellikle genelgedeki 5 ve 7. maddelere dikkat çekerek genelgenin mevcut yasalardan farklı bir düzenleme olmadığını, kadına yönelik şiddeti sona erdirmede çözüm getirmeyeceğini, ‘Siz istediniz, biz de yaptık’ türünden göz boyamaya ve tepkileri dindirmeye yönelik olduğunun altını çiziyorlar. Bu genelge tekrar niteliğindedir ve sorunun yasada değil uygulamada olduğunun itirafıdır. Kadına yönelik şiddete son vermek amacıyla değil kadınların baskısı sonucu yayınlanmak zorunda kalınan bir genelgedir.

Adalet Bakanlığı genelgesi ile soruşturmalar gizlenecek, erkekler korunacak

Genelgenin 5. Maddesi, kadın cinayetlerine ‘gizli soruşturma’ adı altında basın yasağı getirmektedir. Bu maddeyle basının bu davaların üzerine gitmemesi, kadın cinayetlerinin deşifre edilmemesi, kadın dayanışmasının yolunun kesilmesi, cinayetlerin üstünün örtülerek, dosyaların kapatılarak erkeklerin korunması anlamına gelmektedir. Örneğin, başta ‘intihar’ şeklinde tanımlanan ancak ailesinin sosyal medyada yürüttüğü kampanya sonrasında intihar olmadığı ortaya çıkan Şule Çet davasında da görüldüğü gibi kadınların şiddete karşı basında ve medyada yürüttüğü kampanyalar gerçeğin açığa çıkması ve yargı sürecinde çok etkili olmaktadır.

Rıza dışında sığınma evine götürmek şiddettir

7. Maddeye gelince, 7. madde açık biçimde, şiddete uğrayan kadınların rızası dışında sığınma evine götürülebileceğini ifade ediyor. Bu madde “Mağdur istese de istemese de koruyucu tedbir uygulanabilir” demektedir. Bu maddeyle şiddete maruz kalmış bir kadın isteği dışında bir şeye zorlanarak ikinci defa şiddete maruz kalacaktır. Böyle bir uygulama insan haklarına da aykırıdır. Oysa ki devletin yapması gereken şiddete uğrayan kadına değil, faile yaptırım uygulayan bir düzenleme yapmaktır.

Genelge İstanbul Sözleşmesine aykırı düzenlemeler içeriyor

Özcesi bu genelge kadına yönelik şiddeti artıran mevcut sorunlara da çözüm üretmediği gibi İstanbul Sözleşmesi’ne de aykırı bazı düzenlemeler nedeniyle, özünde kadına yönelik şiddeti önlemek, kadın cinayetlerine son vermek amacıyla değil, kadınların yükselen tepkilerini dindirmek için düzenlenmiş yüzeysel bir genelgedir.

Bütçe sadece gelir gider hesaplaması değildir

2020 Yılı Bütçesi’nin en önemli özelliği halkın Magna Carta’dan bu yana elde ettiği ‘bütçe hakkı’ yok sayılmıştır. AKP iktidarı gerek bütçe hazırlık aşamasında gerekse genel kurulda 5018 sayılı yasanın gösterdiği takvime uymamıştır. Bütçe sadece ekonomik rakamların yan yana dizilmesi, gelir gider hesaplaması değildir. Bütçe işçilerdir, emekçilerdir, yoksullardır, kadınlardır, çocuklardır, engellilerdir, emeklilerdir, ezilen haklardır… Bütçe ekolojidir, anadilinde eğitimdir, sağlıktır, sosyal güvenliktir. Bütçe barıştır, demokrasidir, eşitliktir, özgürlüktür, haktır, hukuktur, adalettir, toplumsal cinsiyet eşitliğidir. O yüzden bütçe görüşmeleri sırasında HDP’li vekiller sadece ekonomik verilerle değil, bütçeyi bütçe yapan bütün yönlerini temel alan bir yaklaşım göstermişler, tutum almışlardır. Vekillerimiz bulundukları komisyonlarda ilgili bakanlık bütçelerine dair kapsamlı ve çok yönlü müdahalelerde bulunmuş, itirazlarını gerekçeleriyle birlikte dile getirmiş, yazılı şerhlerle ifade etmişlerdir.

2020 bütçesi halkın bütçesi değil

Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, bu bütçe bir bütçeyi bütçe yapan bütün özellik ve niteliklerden yoksundur. Bu bütçe halkın bütçesi değildir. Büyük sermaye gruplarının ihtiyaçlarını temel alan, ekonomik krizin faturasını yeni vergilerle emekçilere ödeten, kamu kaynaklarını yandaş sermaye gruplarına, savaş ve silah tüccarlarına aktarma amacıyla yapılmış bir bütçedir.

Asgari ücreti düşük tutmak için enflasyonu düşük gösteriyorlar

Aynı politika asgari ücret için de geçerli. Birkaç gün sonra asgari ücret de açıklanacak. Anlaşılan o ki, TÜİK asgari ücretin sadece 5,3 puan artırılmasını istiyor. Kasım ayında açıkladığı 8,9 gıda enflasyon oranını komisyona 5,30 olarak sunuyor. Bunlar önce minareyi çalıyor, sonra kılıfı uyduruyorlar. Oysa ki, TÜİK’in ne Kasım ayı oranı ne komisyona bildirdiği oran gerçeği yansıtıyor. Onlar asgari ücreti düşük tutmak için resmi enflasyonu düşük gösteriyor, kendilerince cinlik yapıyorlar.

Asgari ücretin en az 3200 lira olması gerekiyor

TİSK temsilcisi TÜİK’in bu rakamlarını bile yüksek bulup reddediyor. Bakanlık adına toplantıya başkanlık yapan Çalışma Genel Müdürü Nurcan Önder ise ‘Bu rakamı dikkate almak zorunda değiliz’ açıklaması ise Perşembe'nin gelişinin Çarşamba'dan belli olduğunu gösteriyor. O masada işçiler adına oturan Türk İş’in hesaplamalarına göre 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 6850, açlık sınırı 2130, asgari yaşam maliyeti 2578 lira… Asgari ücretin en az 3200 lira olması ve vergiden muaf tutulması gerekiyor. Yıllık değil, dönemsel olarak belirlenmesi gerekiyor. Gerçek işçi temsilcileri bulunmayan, arkasında grev yaptırımı olmayan, toplu iş sözleşmesiyle belirlenmeyen bir asgari ücret görüşmesinin işçilerin lehine sonuçlanmasını beklemek ham bir hayalden başka bir şey değildir.

20 Aralık 2019