HDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan’ın bütçenin tümü üzerine yapmış olduğu kapanış konuşması

37. Birleşim
22 Aralık 2014-Pazartesi

Değerli milletvekilleri, 2015 Yılı Merkezî Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı hakkında Halkların Demokratik Partisinin görüşlerini sunmak üzere söz almış bulunmaktayım. Konuşmama başlarken Genel Kurulu ve ekranları başında bizleri izleyen tüm halkımızı saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; görüşmelerini bugün tamamlamak üzere olduğumuz 2015 yılı Bütçe Kanunu, Hükûmetin sahip olduğu siyasal perspektifin politik olarak neleri amaçladığının ve de planladığının izahı niteliğindedir ve Hükûmetin önümüzdeki yıl için politik hedeflerini açıkça ifade etmektedir.

Bu bütçe, onlarca yıldır hazırlandığı üzere yine darbe geleneğinin, darbe zihniyetinin kalemlerini içeren, demokratik kurum ve kuruluşlar işletilmeden darbe ürünü yasalar ve hatta o yasaların bile gerisine düşen AKP dönemi düzenlemeleriyle oluşturulmuştur. Bu bütçeye bakarak bile şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki otuz beş yıldır Türkiye, demokratikleşme, sivilleşme ve de şeffaflaşma yolunda bir arpa boyu mesafe, yol katetmemiştir.

Denetime kapalı olarak hazırlanan bu antidemokratik Bütçe Kanunu Tasarısı sosyal bütçe anlayışından tamamen yoksundur. Türkiye’nin gerçek sorunlarına ve ihtiyaçlarına bu bütçede kaynak ayrılmamıştır. Bu bütçede barışın adı yoktur. Çözümü hedefleyen mali bir planlamaya bu bütçede ne yazık ki yer verilmemiştir. Türkiye toplumunun ötekileri, yani ezilenleri, yani kadınları, emekçileri, yoksulları bu bütçenin dışında bırakılmıştır. 17 Aralık operasyonuyla gün yüzüne çıktığı üzere AKP Hükûmetinin önümüze koyduğu bütçe kanun tasarılarında cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluklarının gölgesi bulunmaktadır.

Bu bütçe kendi ailelerini, oğullarını küçük ülkeler kuracak kadar zenginleştirirken halkının cebinden yiyen, halkını yoksulluğa, muhtaçlığa mahkûm eden bir Hükûmetin bütçesidir. Bu bütçe yandaşlarını maden ocaklarında zengin ederken binlerce işçiyi göçük altında çaresiz ve kimsesiz ölüme terk edenlerin bütçesidir. Yandaşlarından oluşturduğu patronlar sınıfının iş güvenliği sağlanmadan binlerce işçinin ölümüne sebebiyet vermesine göz yumanların bütçesidir. Bu bütçe yine bu kalantorların, ülkenin doğal kaynaklarını yağmalayanların, köylünün geçim kaynaklarını talan edenlerin, suyumuza, toprağımıza zehir akıtanların yasalarını oluşturan ve uygulayan bir Hükûmetin bütçesidir. Bu bütçe yüzde 70 dolaylı vergiyle halkın belini bükerken, halkın parasıyla kendi patronlarının sırtını pek edenlerin bütçesidir.

Sonuç olarak Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu bütçe koca bir ülkenin varını yoğunu kendi zenginlerinin sermayelerine kanalize ederken halkını devletin soysal adaletinden, güvencesinden, korumasından mahrum bırakanların bütçesidir.

Emekçileri kölelik koşullarında çalışmaya, esnafı büyük holdinglerin gücü karşısında tükenmeye, köylüyü koyduğu kotalarla tarım dışı kalmaya mahkûm eden bu Hükûmetin eli; artık bu köylünün dağında, taşında, toprağında ve suyundadır. Bu vesileyle HES’lerle derelerimiz kurutulmakta, madencilik faaliyetleriyle doğal varlıklarımız heba edilmekte bir gecede yüzlerce ağaç bir şirketin kârı uğruna tek seferde yok edilmektedir.

Onlarca yıldır bütçe tasarrufunun savaştan yana yapılmasının yanı sıra, demokratikleşme ve sivilleşme iddiasında olan; barışı, çözümü hedeflediğini deklare ederek iktidar olan AKP Hükûmeti, verdiği sözleri gerçekleştirecek adımları atma konusunda yeterince istekli ve kararlı hareket etmemiştir ve Hükûmetin, bu vaatlerini gerçekleştireceğine dair ipuçlarına da hiçbir devlet plan ve programında görmemekteyiz. İşte bizim 2015 Bütçe Kanun Tasarısı’ndan gördüğümüz, okuduğumuz ve anladığımız bu gerçekliktir.

AKP’nin bu yola çıkarken sarf ettiği demokrasi vaatleri açıkça söylemek gerekirse berhava olmuştur. Dolayısıyla, bu bütçe kadar Hükûmette meşruluğunu hızla yitirmektedir çünkü aldığı destekle mücadele yürüttüğü askerî vesayetin yerine kendi vesayetini kurmuştur ve rejimi daha keskin bir şekilde monarşik, totaliter bir duruma getirmiştir. Çünkü Hükûmet demokrasi, adalet ve sivilleşme iddiasını gerçekleştirecek bir demokratik reform sürecine yönelmemiştir. Kendinden olmayanı, kendisi gibi düşünmeyeni, itiraz edenleri; bastırılması, susturulması gereken kesimler olarak görmüş ve toplumsal muhalefete karşı oldukça tahammülsüz, baskıcı, otoriter bir yaklaşım içerisinde olmuştur.

İşte cezaevlerinin bugün itibarıyla cumhuriyet tarihinin en dolu seviyesine ulaşmasının nedeni bundandır. Sokak ortasında devlet eliyle gerçekleştirilen infazların, sokakların ve meydanların devlet eliyle birer vahşet alanına çevrilmesi bu nedenledir. Cumhuriyet tarihi boyunca hiç olmadığı kadar onlarca, yüzlerce çocuk bu nedenlerle ya sokaklarda infaz edilmiş ya da cezaevlerine kapatılmıştır.

Gazetecilere, yayıncılara ve yazarlara yönelik baskı artarak devam etmektedir. Hükûmeti eleştiren bütün kesimler yargı pençesine alınmıştır. Darbeciler hariç, herkes darbeci ilan edilmiştir. Muhalif duruşa sahip birçok kamu görevlisi işinden edilmiştir. Öğrencilerin eğitim hayatlarına son verilmiştir. Halkın değil devletin, bilhassa Hükûmetin güvenliği esas görülmüş, bu nedenle de bir korku imparatorluğu inşa edilmiştir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dile getirdiğim bu antidemokratik uygulamalar ülke gündeminde ve Hükûmetin masasında esasen çözüm, barış, demokratik açılım varken meydana gelmektedir. Bir yanda demokratik yollardan ülkeyi yüzyıllık bir yanlışlıktan çıkarmak, ülkenin en ağır, en yakıcı sorununu çözüme kavuşturmak hedeflenirken, diğer taraftan bu hedeflerle asla uyuşmayacak uygulamalar devreye sokulmaktadır.
Bu bağlamda, Hükûmetin vaatleri ile tezahür edenler arasında çok ciddi bir mesafe bulunmaktadır. Toplumun yükselen adalet, eşitlik, özgürlük taleplerini karşılama noktasında Hükûmetin tutumu oldukça geri düzeyde kalmakta, aradaki makas açılmaktadır.

Sayın Başkan, sayın üyeler; Kürt özgürlük hareketi yirmi yılı aşkın süredir silahsız bir çözümü dillendirmekte, bu yönlü bir çözüm için çaba sarf etmektedir. Bu süre içerisinde tam 9 defa çatışmasızlık ilan edilmiştir. AKP bu süreçlerin avantajlarından faydalanarak 3 genel seçim, 3 yerel seçim, 2 referandum ve 1 Cumhurbaşkanlığı seçimi atlatmıştır.
Sayın Öcalan’ın 21 Mart 2013’te açıkladığı tarihî deklarasyonun üzerinden yaklaşık olarak iki yıl geçti. Hükûmet, her seferinde çözüm ve kalıcı bir barış konusunda ne kadar kararlı olduklarını deklare etti. Ancak bu süreçte, ifade edilenin tam tersi uygulamalara bolca yer verildi. İki yıllık süreçte onlarca kişi, polis ve asker kurşunuyla hayatını kaybetti.
Kalekolların, askerî yolların ve barajların inşasına devam edildi. 6-7 Ekim Kobani direnişinde bir ay içerisinde 51 insanımız hayatını kaybetti. Bunların büyük çoğunluğu güvenlik güçlerinin öldürücü müdahaleleri ve saldırısında yaşamlarını yitirdi. Ancak bu ölümlerin sorumlularından tek bir tanesi bile yargı önüne çıkarılmadı.

Sadece 6-7 Ekim Kobani direnişinden bu yana 4 bin dolayında kişi gözaltına alındı; bunların 600’ü tutuklandı, üstelik bunların da büyük bir çoğunluğu çocuktu. Son bir yıl içerisinde 120 bin çocuk; polis, karakol, cezaevi ve yargı sürecine dâhil olmuştur. Son bir yıl içerisinde 14 bin çocuk yargı karşısına çıkarılmıştır.

Adalet Bakanlığı 8 tane daha çocuk cezaevi açacaklarını gururla açıklamaktadır. Çocuklar cezaevlerinde F tipinde tecrit edilmektedir. Çocuk cezaevlerinde ayda bir defa açık görüş yapılmakta; çocukların, annelerinin saçlarına dahi dokunmasına izin verilmemektedir.
Şimdi, Hükûmete sormak isterim: Sizler devletin bu kadar ağır şekillerde cezalandırdığı ve onlar için sadece yeni yeni cezaevleri hayal ettiği bu çocuklarla mı bir barış oluşturacaksınız, aydınlık bir geleceğe yürüyeceksiniz?

Bir hukuk devletinde insan onurunu korumak, insanı yaşatmak esastır. Cezaevleri, eza ve zulümevleri değildir. Son yıllarda her yıl 200’ün üzerinde hasta tutuklu ve hükümlü cezaevlerinde hayatlarını kaybetmektedirler. Ağır hasta tutuklu ve hükümlüler cezaevlerinde âdeta ölümle cezalandırılmaktadırlar. Hükûmetin bu hayati konuda adım atması için daha kaç tutsağın canından olması gerekir? Bu insanlık dışı durum hangi haklı devlet politikasıyla açıklanabilir? Hangi zihniyet, hangi dünya görüşü bu hukuksuzluğu daha anlaşılır hâle getirebilir? Bu noktada ısrarla vurgulamak isterim ki insan hakkının teslim edilmesi, insan onurunun korunması bir devlet için binlerce ölümden sonra tanınır hâle gelmemelidir, bu hakların edinimi bu denli kanlı olmamalıdır.

Yine, bazı maddeleri değiştirilse de Anayasa’nın tekçi ve militarist özüne hiçbir şekilde dokunulmamıştır. Aksine, Hükûmet, daha fazla militarizm tesis eden güvenlikçi yasa tasarılarını Meclisin gündemine getirmiştir. Demokrasiyle yönetilen ülkelerde emsaline rastlanmayacak ibareler içeren bu yasalar insanlar için dağı, sokaklardan ve meydanlardan daha güvenli bir hâle getirmektedir. Dahası, bu yasalar birer darbe mekaniği değil de nedir? Darbe niteliği taşıyan uygulamaları icra ederken toplumun farklı kesimlerini sürekli darbecilikle suçlamanız ne kadar inandırıcı olabilir? Hangi cenahtan olduğu hiç fark etmez; bir yandan kendi çizginizde durmayan tüm medyayı polis operasyonlarıyla derdest edeceksiniz, bir yandan sokağa çıkmayı yasaklayacaksınız, sokağa çıkanı vuracaksınız, infaz yasalarını yürürlüğe koyacaksınız. Barış sürecinin tüm hızıyla yürüdüğüne dair mesajlar verirken, bir yandan siyasi kadrolarımızı yeniden cezaevlerine kapatacaksınız. Partimize yönelik bu sürdürülen gözaltı ve tutuklama operasyonları demokratik siyasete müdahale değil de nedir?

Hükûmet, “kamu güvenliği” adı altında kendi otoritesini güvence altına almaya çalışmaktadır. Biz, devleti yönetenlerin “kamu güvenliğini, millî güvenliği sağlamak” derken aslında neyi hedeflediklerini yakın siyasi tarihimizden en ağır şekillerde deneyimleyerek öğrendik. “Millî güvenlik” adı altında türbanlı kadınlar derdest edildiler, okullarından uzaklaştırıldılar, kamusal alandan itildiler. Solcu, aydın, sanatçı ve öğrenciler bütün dönemlerin olağan suçlusu sayıldılar. Alevilik inancına sahip olmak, katliama uğramak ve inancından dolayı aşağılanmakla eş değer tutuldu. Kürtler millî güvenlik bozulmasın diye her türlü hakaret, haksızlık ve işkenceye maruz bırakıldılar. Diyarbakır Cezaevi böyle oluştu. Mamak’ta, Ulucanlar’da işkence tezgâhları böyle kuruldu. Seyit Rızalar, Denizler, Erdal Erenler ve daha niceleri için millî güvenlik adına darağaçları kuruldu. Dersim, Zilan, Uludere katliamları millî güvenliği tesis etmek adına yapıldı. 17 bin yurttaşımız millî güvenliği sağlamak maksadıyla devlet güçlerince katledildi.
Bu nedenle, Sayın Hükûmet, biz bir asırdır “millî güvenlik” derken neyin kastedildiğini çok acı bir şekilde öğrendik. Sizin “millî güvenlik”, “kamu güvenliği” dediğiniz şey iktidarın güvenliğidir. Hükûmetin bu yasalarla halk için tasavvur ettiği millî güvenlik tesisi, her türlü hukuksuzluk, işkence ve ölüm demektir.

Diğer taraftan, darbeyle kurulmuş kurumların gölgesinden faydalanmak sizi darbecilerden nasıl ayırabilir? Hem bu kurumları koruyacaksınız hem darbe yasalarını daha da militarist, daha da katı bir hâle getireceksiniz, sonra da kamuoyuna “Süreç yürüyor.” diyeceksiniz. “Demokratik siyaset” diyeceksiniz ama bir yandan siyasetçilerimizi tutuklarken diğer yandan “Yüzde 10 barajına dokundurmam.” diyeceksiniz? “Millî irade” lafını dilinizden düşürmezken diğer taraftan milyonların iradesini yüzde 10’luk barajla ipotek altına alacaksınız. Bu koca aldatmacaya inandıracak birilerini belki bulursunuz fakat bu aldatmacanın bir çözüm yolu açmayacağı, ülkeyi demokrasi hedefinden kesin bir şekilde saptıracağı ve karanlık günlerin habercisi olacağı gayet açık ve nettir. Bu nedenle, Sayın Başbakanın da ifade ettiği üzere, tutarlı olmanız icap eder.

Siz barajlardan korkmuyorsunuz, bu doğru çünkü bu barajın mimarı siz değilsiniz ama bekçisi sizsiniz. İnsan bekçiliğini yaptığı şeyden korkmaz tabii ki. Sürekli dile getirdiğiniz millî irade sizin için bu kadar kıymetli ise millî iradenin önündeki engelleri de kaldırmanız gerektiğini hatırlatmak isteriz. Yüzde 10 barajının yürürlükte olduğu bir siyasal sistemde kimse millî iradeden söz edemez. Böyle bir sistemde ancak ve ancak millî iradenin gaspından söz edilebilir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; AKP Hükûmetinin iktidara geldiğinden bu yana yürüttüğü politikalar sonucunda mezhepler, kültürler ve cinsler arasında müthiş bir kutuplaşma meydana gelmiştir. Şiddet kültürü hiç olmadığı kadar derinleşmiştir. 90’lı yıllardan söz etmiyorum, 2014 yılında hâlâ Kürtçe konuştuğu için yurttaşlarımız linç edilerek öldürülmektedir.

Her gün onlarca kadın çok sıradan bir şekilde katledilmektedir. Ki bu katliamların nicel ve nitelik olarak ülke tarihinde eşi ve benzeri yoktur. Türkiye Cumhuriyeti yeryüzünde kadın kıyımlarının ve şiddetinin en fazla yaşandığı ülke konumuna bu Hükûmet döneminde ulaşmıştır. On yıllardır sürmekte olan savaş ortamının, tesis edilmeyen barışın, uzun uzadıya süren çözümsüzlük sürecinin toplumu hızla çürüttüğü nefret ve şiddet sarmalının toplumun bütün kesimlerine hâkim olduğu bir gerçeğe sahibiz. Bu gerçeği görmezden gelerek şiddet politikalarına ve yasalarına yönelmek, bu antidemokratik politikalarda ısrar etmek kaosta ısrar etmektir. Unutmayınız ki tarih boyunca ispatlanmıştır; zulüm rejimi politikaları er ya da geç kaybetmeye mahkûmdur. Bugün itibarıyla Orta Doğu’da yaşanan savaş ortamı da yine bu tezi doğrulamaktadır. Zulüm rejimlerinin hâkim olduğu devletler kendilerini birer alev topuna dönüşmekten kurtaramamışlardır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 21 yüzyılda Orta Doğu acı ve gözyaşı ile yeniden şekillenirken Orta Doğu’nun kadim halkı olan Ermeniler, Aleviler, Türkmenler gibi Kürtler de bölgeye salınan çetelerin hedefi haline geldiler. Bu saldırılar sonucu bu kadim halklar kıyımdan geçirildiler, talan edildiler; binlerce kadına el uzatıldı, kadınlar ve çocuklar köle pazarlarında satılığa çıkarıldı. Bu uygulamalar uygarlık tarihinin tanıklık ettiği en vahşi saldırılar olarak gerçekleşti.

Ve bütün bunlar olurken Türkiye Cumhuriyeti, mazlum halklara yardım eli uzatmadığı gibi bu canilere yardım etmek, onlara sınırlarını açmak, Türkiye topraklarında örgütlenmelerine olanak sağlamak ve her türlü lojistik desteği sağlamak iddialarıyla dünya gündeminde yerini aldı.

Savaş bölgesine gönderilen binlerce tırın bu çetelere silah ve mühimmat taşıdığı bilgisi gündeme bomba gibi düşmüştür. Türkiye-Suriye sınırında Türk silahlı güçleri bu çetelere yardım ederken sık sık görüntülenmişlerdir ve hatta bu görüntüler özgür basın tarafından canlı olarak Türkiye halklarının bilgisine sunulmuştur.

Yakalanan çete mensuplarının üzerlerinde sık sık Türkiye Cumhuriyeti resmî evrakları ele geçirilmiştir ve en son IŞİD çeteleri Türkiye topraklarından bomba yüklü bir kamyonla ve ateş açarak Kobane’ye saldırmışlardır. Bütün bunlar dünya kamuoyuna taşınan iddiaları somutlaştırmaya kâfi gelen delil niteliği taşımaktadır. Vaktinde bu kürsülerde küfür yerine kullanılan Ezidilik bu dilin devamı olan çetelerce katliama maruz kalmıştır.

Bu somut veriler göstermektedir ki Türkiye Cumhuriyeti bir insanlık trajedisi içerisinde faillerle beraber hareket etmiş, onlara örtük ve kimi zamanda aleni bir şekilde destek sunmuştur. ve bu desteğin aksini kanıtlayacak girişimlerde bulunmaya bugüne kadar hiçbir şekilde ihtiyaç duymamıştır.

Ne bin yıldır beraber yaşamaktan kaynaklanan bir vefa, ne tarihi bağlarımız ve ne de kader birliğimizin bizi bir arada yaşamaya mecbur kıldığı gerçeğini Hükûmet hiçbir şekilde referans almamıştır. Hükûmet, kardeşlik hukukundan değil imha girişimlerden yola çıkarak hareket etmiştir.

Sınırlar içerisinde KCK operasyonları ile paralel yapıya ihale edilen imha girişimi sınır ötesinde IŞİD terör örgütüne ihale edilmiştir. Oysa Türk halkı, Orta Asya’dan Anadolu’ya ayak basmalarından bu yana Kürtlerin desteğine ve kabulüne ihtiyaç duymuştur. Ve bu destek ve kabulle bin yıldır bu topraklarda varlığını idame ettirebilmiştir.
Kurtuluş Savaşı, Kürtlerin canı pahasına verdiği destekle zafere ulaşabilmiştir. Tarih boyunca Türk halkından desteğini esirgemeyen bir halkı imha girişimine maruz bırakmak, soykırım tehdidi altında yalnız bırakmak, Kürtlerden ziyade Türkiye devletine kaybettirecektir.

Nihayetinde bugün için gelinen nokta, tam kelimeyle “başarısızlık” olmuştur. Ortadoğu’daki vekâlet savaşlarının bir parçası olma hevesiyle yola çıkan Hükûmetin dış politikası, Suriye krizinde batmıştır. Kürt iflah olmasında ne olursa olsun politikasında batmıştır. Uluslararası alanda dışlanmaya ve içeride de kaosa ve savaş ortamına sebebiyet veren bu stratejik akıl tarihsel bir hata, bir felaket girişimidir.

Kobane’de olanları, bütün dünyanın gördüğünü, Hükûmetin de ivedilikle görmesi gerekmektedir. Çünkü Kobane’de iyilik kötülüğe karşı savaşıyor. İnsanlık onuru köleliğe, barbarlığa karşı savaşıyor. Haklı olan zalime karşı savaşıyor. Bu nedenle, Kobane kazandığında iyilik kazanacak, haklı olan kazanacak, insanlık onuru kazanacak. Kobane düşerse yalnız Kobane değil dünya kötülere yenilmiş olacak.

Bu nedenle, hemen sınırda bin yıllık bir halk kendisini soykırımdan, talandan, tecavüzden korumak için ölüm kalım savaşıyla mücadele verirken ve Hükûmet sadece seyretmekle yetinir ve hatta canilere destek görüntüleri verirse ne Allah katında ne tarih sahnesinde bunun hesabını veremez, bu vebalin altında kalır.

Hiçbir hükûmetin ve hiçbir gücün Türkiye Cumhuriyeti’ni savaş suçları mahkemesinde sanık sandalyesine oturtmaya hakkı yoktur. O nedenle, Hükûmete çağrımızın altını önemle çizmek istiyorum: Savaşa değil, barışa; vahşete değil, vicdana güç verin. İnsanlık değerlerini yücelten politikalar aynı zamanda ülkemizi de yüceltecektir. Bu nedenle Kobani’ye bir an evvel insani koridor açın, hem halkların kardeşliği ve birliği adına hem de insanlık adına.

Sayın Başkan, değerli üyeler; tarih zaman aşımını tanımayan bir kara kutudur, hiçbir şey kaybolmuyor. Bir Meksika atasözü diyor ki: “Bizi gömmeye çalıştılar fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” Bu nedenle, yüzleşilmeyen geçmiş geçip gitmiyor, şimdiyi ve geleceği de biçimlendiriyor. Resmî tarih, resmî ağız unutturmaya çalışsa da kolektif hafıza unutmuyor. Psikoloji ilmine göre, travmalar anne karnındayken nesilden nesle aktarılmaktadır. Oysa bizler acılarımızı ve travmalarımızı geleceğe miras bırakmak istemiyoruz. Acının acıya üstünlüğü yoktur, biliyoruz. Biz halk olarak acılarımızı ortaklaştırabilir, duygu bağı kurabiliriz fakat yüzleşme olmadan, hakikatler gün yüzüne çıkmadan, adalet sağlanmadan yasımızın bitmesi imkânsızdır. O yüzden, sayın Hükûmet, bu yası bitirin artık. Dokunmadığınız, hesaplaşmadığınız her kötülük sizindir. Her defasında farklı suçlular göstererek bu cinayetlerin aydınlatılmasındaki sorumluluğunuzun üstünü örtemezseniz. Bir zamanlar ortak olduğunuz güçlerin bulaştığı her suça siz de ortaksınız. Bu ortaklığı daha fazla sahiplenmek istemiyorsanız gerçek anlamda bir yüzleşme ve hakikatleri gün yüzüne çıkarma sorumluluğunu ifa etmelisiniz. Gerçek hesaplaşma ortaklarla değil, geçmişle yapılır.

On iki yıldır sadece vadettiniz fakat bizler vaatten fazlasını, icraat bekliyoruz ve biliyoruz ki dünya ve tarih huzurunda yüzleştiğiniz kötülükler karşısında diz çöküp “Bir daha asla.” demediğiniz sürece de bu acılara yenileri eklenecek ve de ekleniyor. Nitekim 2014 yılı faili meçhul cinayetlerin son yıllarda en çok yaşandığı ve arttığı yıl olmuştur.

2008 yılında düzenlenen güneş operasyonu askerin PKK’nin kökünü kazımak üzere düzenlemiş olduğu son operasyondur. O tarihten bu yana AKP hem Hükûmettir hem de devlettir. Bu nedenle, Hükûmet tarihsel görevlerini yerine getirmekten ne askeri vesayet ne paralel güçler ve ne de darbe tehditlerini gerekçe göstererek imtina edemez.
Yirmi yılı aşkın süredir silahın çözüm olmadığı tüm kesimler tarafından kabul görmüştür ve uzun bir süredir Sayın Hükûmet ile gerçekleştirilen çözüm odaklı görüşmeler mevcuttur. Fakat süreç uzadıkça uzuyor, somut anlamda ilerleme ne yazık ki sağlanamıyor. Aksine tutuklamalar, militarist yasalar, düzenlemeler ve her türlü uygulamalar ve en kötüsü de ölümler doğru tabirle de infazlar meydana gelmektedir ve bütün bu olanlar aslında süreci ciddi anlamda tehlikeye sokmaktadır. Bir müzakere söz konusu olacaksa amaç uzlaşma olmalıdır, amaç taraflardan birini alt etmeye çalışmak, oyalamak ya da aldatmak değildir, olamaz da.

Aksi durumda, bir çözüm sürecinden bir müzakereden değil, başka bir savaş yönteminin devreye sokulmuş olduğundan söz edilebilir. Sürecin başlatılması kadar korunması ve ilerletilmesi de her iki tarafın sorumluluğundadır.

İşte bu nedenlerle Hükûmete çağrıda bulunuyoruz. Faşizmin sermayesi nefrettir. Nefretle barış olmaz. Nefretin yeşertildiği bir ülkede aydınlık bir gelecek mümkün olmaz.
Bu bağlamda, öncelikle bir zihniyet değişimine ihtiyaç vardır. Türk ve Sünni olmayan kimliklere karşın sahip olunan kötümser tutum ve bu karşıtlık üzerinden takip edilen strateji terk edilmelidir, ivedilikle müzakere sürecine geçilmelidir. Ancak müzakere yolu ile sorunun çözümü konusunda ortak bir hedef belirlenebilir, bu hedeflere ulaşmada hangi yöntemlerin nasıl geliştirilebileceği konusunda ortak bir kanaate varılabilir. Süreç, taraflardan birinin mevcut eşitsizliğe dayanarak konumunu, üstünlüğünü ve gücünü kullanmaya kalkışması ile ne yazık ki sekteye uğrar. Bu nedenle Hükûmet üyelerinin zaman zaman başvurduğu buyurgan, üstenci ve suçlayan üslubu terk edilmelidir ve zaman zaman HDP kanadından birini hedef alarak yıpratma çabasından bir an önce vazgeçilmelidir.

Şunu inanarak ve çok emin bir şekilde söylüyorum: Toplum onurlu bir barışa, insanca bir yaşam vaadine her zaman hazırdır. Önemli olan Hükûmetin de bu gücü göstermesi, barış arzusunu icraatları ile ortaya koymasıdır. Fakat demokrasiden, hukuktan ve hukukun üstünlüğünden, çoğulculuktan, basın ve ifade özgürlüğünden, eşitlik ilkesinden, inanç ve kimliklerin özgürlüğünden yönünü döndürmüş bir hükûmet, değil toplumu, bir çocuğu bile barış sürecine inandıramaz.

Bizler, bu vatanın asli unsurları yani bu toprakların ezeli sahipleri olan halklar; bizim bir başka vatanımız, bir başka toprağımız…

Bizim bir başka vatanımız, bir başka toprağımız ve başka başka diyarlarımız yok. Biz de yeryüzündeki bütün halklar gibi içine doğduğumuz din, dil ve kültürle çocuklarımızı büyütmek ve yaşatmak istiyoruz. Bu nedenle kendi aidiyetlerimizle demokrasi ve hukukun üstün güç olduğu bir toplumsal düzende yaşam mücadelesini ne pahasına olursa olsun elden bırakmayacağız. Bizler bu mücadeleyi yürütürken zindanları da işkenceleri de idamları da gördük, OHAL yasalarını da. Bu nedenle Hükûmetin yeni güvenlikçi konsepti, özgürlük ve demokrasi güçlerini asla ve asla geriletemeyecektir. Ancak demokrasiyi, hukuku ve evrensel insan hakları kriterlerini hiçe sayan bu konsept, tarihî bir sürecin, barış şansının heba olmasına neden olur ki Hükûmet bu durumdan bir zafer beklemesin. Bilinsin ki zafer, demokrasiyi, özgürlükleri, eşitliği, insan haklarına yakışır bir yaşamı ve barışı tesis edenlerin ve bu mücadeleyi yürütenlerin olacaktır diyor, Genel Kurulu saygıyla sevgiyle selamlıyorum.