HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken’in bütçenin tümü üzerine yapmış olduğu kapanış konuşması

37. Birleşim
22 Aralık 2014-Pazartesi

2015 yılı merkezî yönetim bütçesinin tümü üzerine Halkların Demokratik Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Öncelikle, bütçenin Genel Kurula getirilişiyle ilgili birkaç hususu buradan belirtmek istiyorum. 2015 yılı merkezî yönetim bütçesi, ne yazık ki demokratik, katılımcı ve şeffaflık ilkesinden uzak bir anlayışla hazırlanarak Genel Kurula getirilmiş ve bugün de Genel Kurulda yasalaşmak üzere burada görüşülmeye başlanmıştır. Bütçenin halka kapalı yapılmış olması, komisyon gündemi sırasında muhalefet milletvekillerinin önerilerinin dikkate alınmaması, iktidar partisi milletvekillerinin Hükûmetin getirdiği planlamaya farklı boyutlarda eleştirel birtakım yaklaşımlarla katkı sunması anlayışının olmaması ve Genel Kurulda da önergelerle bu bütçe planlamasıyla ilgili değişikliklerin yapılmamış olması bütçenin demokratik ve katılımcılık açısından maalesef ilkeli bir şekilde hazırlanmamasını beraberinde getirmiştir.

Bizler, yapılan bütçelerin sadece istatistiksel birtakım düzenlemeler olmadığını, gelir-gider dengelerini sağlamaya çalışan birtakım rakamlardan ibaret olmadığını defalarca bu kürsüden dile getirdik. Bütçe planlamalarına bakılarak hem iktidar partisinin ve Hükûmetin toplumsal yaşamla ilgili hem de ortaya koyacağı politikalarla ilgili net tomografilerin çekilebileceğini yine bu kürsüden defalarca dile getirdik. Maalesef üzülerek söylüyoruz ki on iki günün sonunda burada önümüze getirilen tomografi sonucunda büyük sorunlar, büyük hastalıklar vardır ve buna karşı umarız ki iktidar partisi, görüşmeler sırasında yapmadığı birtakım düzenlemeleri önümüzdeki yılın içerisinde Genel Kurulda yapacak şekilde bir politika izler.

Bu hazırlanan bütçe, açık bir şekilde ifade ediyoruz ki yüzü sermayeye dönük olan rant sahipleri için hazırlanmış bir devlet bütçesidir. Toplumsal barışı değil, zoru, baskıyı, silahlanmayı merkezine alan bir bütçedir. Bu bütçe, demokratik bir geleceği değil, otoriter bir hegemonyayı dayatmaya çalışan bir bütçedir. Bu bütçe, kadını dışlayan, erkek egemen; doğayı talan etmeye çalışan çevre düşmanı, emekçiye ölümü reva gören emek karşıtı bir bütçedir.

Yine 2015 bütçesinin de Sayıştay raporlarının eksik gelmesinden ötürü ve yine bütçe içerisindeki birtakım ek ödeneklerin, örtülü ödeneklerin açık bir şekilde detaylandırılmamasından dolayı şeffaflık ilkesi açısından da gayrimeşru olduğunu buradan açık bir şekilde ifade ediyoruz. Yani gerek usul açısından gerekse içerik açısından 2015 yılının bütçesi, halklarımız nezdinde, bugün gayrimeşruluğu henüz yasalaşmadan bile kabul edilmiştir.

Değerli milletvekilleri, Türkiye’de yaşanan en büyük sorunlardan biri gelir dağılımı adaletsizliğidir. Bu süre içerisine AK PARTİ adına konuşan konuşmacıların çoğu bir ekonomik büyümeden burada bahsettiler; oysa, biliyoruz ki bahsettikleri ekonomik büyüme gerçek bir büyüme değil, gelir dağılımı adaletsizliğinin büyümesinin ta kendisidir. “Bir hırka, bir lokma” ifadeleriyle seçmene giden, iktidara gelen bir parti ne yazık ki on iki yıllık iktidarı süresi içerisinde 40’ın üzerinde dolar milyarderi yaratmıştır. AKP döneminde son on yılda 10 milyon aile sosyal yardımlara muhtaç olacak şekilde sosyal yardımlar üzerinden kendi geçimini sağlayan bir noktada olmuştur. Yine, bu on yıllık süre içerisinde halkın değerlerine hakaret eden, halka küfürler eden, burada isimlerini zikretmeyi gerekli görmediğim birtakım iş adamlarının önü açılmış, deyim yerindeyse memleketin her tarafı bu iş adamlarına âdeta peşkeş çekilmiştir.

Açıktır ki zenginler daha fazla zenginleşirken yoksullar daha fazla yoksullaşmıştır. Hazırlanan bütçede de nüfusun yüzde 20’sini oluşturan zengin kesim bütçeden yüzde 46,7, yoksul kesimi oluşturan yüzde 80’lik kesim ise yüzde 53,4’ünü almaktadır yani yüzde 20 en zengin ile yüzde 80 en yoksul arasındaki bütçeden yararlanma payı âdeta birbirine denk olarak görülmektedir.

Avrupa ülkeleri içerisinde gelir dağılımı adaletsizliğinde Türkiye 1 numaradır. Türkiye'nin bu mevcut durumunda, bugünkü koşullarında her 100 kişiden 15’i yoksulluk sınırının altında yaşamakta, her 100 kişiden 65’inin de borçlu olma gibi bir gerçekliği vardır. Özellikle siyasal İslam referansına dayanarak iktidara geldiğini iddia eden bir parti için bizce bu tablo son derece vahimdir çünkü biz biliyoruz ki referans verdikleri İslam dininin hem özünde hem de pratik uygulamasında bu şekildeki adaletsizlikler asla söz konusu bile olmamıştır. Hazreti Ömer’in “Dicle’nin kenarında bir kurt bir kuzuyu kapsa hesabı benden sorulur.” korkusuyla devlet yönetimini, bugün neredeyse cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk iddialarının dolaştığı bir dönemle kıyaslamak açıktır ki mümkün değildir. Biz her şeyden önce bu pratiğinizin referans olarak kullanmış olduğunuz değerlere büyük haksızlık olduğunu buradan ifade etmek istiyoruz.

Böylesi yoksulluğun olduğu bir dönemde milyon dolarların, milyar dolarların havada uçuştuğu saraylar yapmayı -bütün tartışmaları bir kenara bırakıyoruz- her şeyden önce haram olarak, israf olarak yorumladığımızı buradan açık bir şekilde ifade ediyoruz. Binlerce insana yardım elini uzatacak birtakım mekanizmaları kurmanın imkânı varken, yüzlerce hastane, yüzlerce okul yapabilmenin imkânları varken, milyonlarca öğrenciye karşılıksız burs verme imkânı varken, ataması yapılmayan binlerce öğretmeni bu şekilde istihdam etme imkânı varken milyon dolarların bir saraya harcanmasını biz asla kabul edilemez olarak buradan tekrar ifade ediyoruz. Özellikle, bu konuda AK PARTİ’li milletvekillerinin de ellerini vicdanlarına koyarak arpa unu ve helvayla karnını doyuran bir Peygamber’in anlayışı ile bu dönem uygulamalarının ne kadar örtüştüğünün hesaplaşmasını mutlaka yapmaları gerektiğini ifade ediyoruz.

Değerli milletvekilleri, bu bütçede çalışma hayatı ve emek alanıyla ilgili mevcut sıkıntılar aynı şekilde devam ediyor. Esnek ve güvencesiz çalıştırma, sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırmanın ruhu maalesef bu bütçenin içerisinde de yine aynı şekilde görülüyor. Burada, işçi ölümlerinin, işçi cinayetlerinin bu kadar yoğun tartışıldığı bir yılda bile hâlâ işçi güvenliği üzerinden değil iş güvenliği üzerinden birtakım planlamaları yapan bir zihniyetle karşı karşıyayız. Açık ifade etmemiz gerekirse ülkemiz AKP döneminde âdeta bir işçi mezarlığına dönmüştür. Mevcut politikalarınızla, duyarsız yaklaşımlarınızla her yıl işçi ölümleri değil, âdeta işçi katliamları yaşanmıştır. Soma ve Ermenek başta olmak üzere tüm madenlerde, inşaatlarda, pek çok çalışma alanında yaşanan ölümler kaza veya fıtrat değil, açıkçası ihmal ve sorumsuzluğun getirdiği katliamlardır. Bizler Türkiye'nin her tarafının âdeta bir işçi kıyım makinesine döndüğünü buradan üzülerek ifade ediyoruz ve işçi katliamlarında ortaya çıkan görüntünün de âdeta bir iç savaş görüntüsü olduğunu, tabloların bir iç savaş tablosu olduğunu buradan tekrar hatırlatıyoruz. Türkiye’de her gün 172 iş kazası yaşanıyor, her gün ortalama 4 işçi yaşamını yitiriyor. Sadece 2014 yılının 8 ayında 1.270 işçi yaşamını yitiriyor ama buraya getirdiğiniz bütçe planlamasının sırtı emeğe, emekçiye dönük oluyor. Bunu, Halkların Demokratik Partisi olarak kabul etmemizin mümkün olmadığını ifade etmek istiyorum.

Yine ekolojik yıkım, doğa ve çevre tahribatı açısından da aynı durumla karşı karşıya olduğumuzu ifade etmek istiyorum. Ağaca bakınca odun gören bir anlayış, suya bakınca HES gören bir anlayış büyük doğa tahribatlarını maalesef halklarımızın gündemine getirmiştir. Gezi’de, İstanbul’un Taksim’deki tek yeşil alanı olan bir alana AVM yapmaya çalışan anlayış Karadeniz doğasını, Kürdistan doğasını, coğrafyasını HES’lerle âdeta insansızlaştırmaya çalışıyor. Sadece AKP döneminde 1.012 HES Türkiye'nin dört bir tarafına yapılmaya başlanmıştır. Bu HES’lerin bioçeşitliliğin ölümü olduğunu, ekosistemin tamamen talanı olduğunu burada defalarca dile getirdik, bugün yine aynı uyarımızı buradan ifade ediyoruz. Bizler sizin bu ekolojik yıkımı öngören politikalarınızı değil, Karadeniz’de sularımız özgür aksın diyen, Yırca’da zeytin ağaçlarına sahip çıkan halkımızın onurlu duruşunu dikkate alıyoruz. HES yapımlarının enerji politikasıyla açıklanmaya çalışılmasını da yine buradan kabul edilemez bulduğumuzu ifade etmek istiyoruz. HES’lerin dışında özellikle gündemleştirmeye çalıştırdığınız termik ve nükleer santrallerin sadece güncel yaşamı değil, gelecek nesillerin yaşamını da tamamen ortadan kaldırma riskini buradan tekrar ifade ediyoruz. Burada enerji politikalarıyla ilgili, yenilenebilir enerji politikasıyla ilgili rüzgâr, güneş ve jeotermal enerji elde etmeyle ilgili hiçbir çabanızın olmadığını tekrar vurgulamak istiyoruz.

Ekolojik açıdan özellikle Kürdistan coğrafyasında 1990’lı yıllarda yaşanan pek çok uygulamanın AKP döneminde de aynı şekilde yaşandığını burada tekrar vurgulamak istiyorum. Orman yangınları Bingöl dağlarından, Gabar’dan, Cudi’den Munzur dağlarına kadar âdeta biri sönmeden bir diğerinin başlaması şeklinde son birkaç yıl içerisinde de maalesef aynı şekilde yaşanmaya devam ediliyor.

Köy boşaltmalar, eski köy yakmalar yöntemiyle olmasa bile HES’ler, karakollar, kalekollar, güvenlik barajları ve bölgeye gönderilen korucu kadroları üzerinden âdeta farklı bir teknikle hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bakınız, sadece iktidarınız döneminde, son birkaç yıl içerisinde bölgeye 402 yeni karakol ve kalekol ihalesi yaptınız. Bunların 102’si tamamlanmış, 143’ünün yapımı sürmekte, diğerleri de ihale aşamasındadır. Deyim yerindeyse Bingöl’ün, Dersim’in, Diyarbakır’ın, Şırnak’ın her tarafını kalekollarla çeviren bir politikayı maalesef gündemleştirdiniz. Bitlis’e, Van’a, Bingöl’e, Diyarbakır’a çözüm sürecinde, silahların bırakılmasının konuşulduğu bir süreçte, silahların devreden çıkarılmasının konuşulduğu bir süreçte binlerce korucu kadrosu gönderdiniz. Güvenlik barajları, güvenlik yollarıyla ilgili tablo da yine aynı şekildedir. Dolayısıyla, bu 2015 bütçesinin toplumsal barışa değil âdeta savaş hazırlıklarına delalet ettiğini buradan ifade etmemiz gerekir.

Biz Halkların Demokratik Partisi olarak, yürüyen çözüm süreciyle ilgili de bu ülkede bir toplumsal barış bakanlığının mutlaka kurulması gerektiğini ifade ettik, hatta bütçeden en büyük payın da bu barış bakanlığına verilmesi gerektiğini buradan yine ifade ediyoruz ama maalesef sizin uygulamalarınıza baktığımızda Millî Savunma Bakanlığına ve Emniyet Müdürlüğüne aslan payı ayıran bir planlamayı görüyoruz. Âdeta barışın yerine TOMA’ya, silaha, güvenlik barajına, karakola bütçe ayıran bir Hükûmet programıyla karşı karşıyayız.
Bizler özellikle önümüzdeki dönemde bu yaklaşımın otoriterleşme anlamında toplumda kaygıları artırdığını ve bu uygulamalardan bir an önce vazgeçmeniz gerektiğini ifade ediyoruz çünkü yakın dönemdeki siciliniz de bu kaygıları artırmaya yetiyor da artıyor bile. Lice’de Medeni Yıldırım’ın, Eskişehir’de Ali İsmail’in, Ankara’da Ethem Sarısülük’ün, Hatay’da Ahmet Cömert’in, İstanbul’da Berkin Elvan’ın, Gever’de, Yüksekova’da Rojhat Özdel’in, Diyarbakır’da Kadir Çakmak’ın sokak ortasındaki yargısız infazlarıyla ilgili siciliniz bütün halkımız tarafından, halklarımız tarafından görülüyor.

Değerli milletvekilleri, AKP’nin özellikle çöktüğü alanlardan birinin de dış politika olduğunu tekrar buradan ifade etmek istiyorum. Bakınız, Avrupa Birliğinden gün geçtikçe uzaklaşan AKP Hükûmetinin uygulamaları son, polise “vur” verme yetkisi ve makul şüpheden sonra artık iyice tartışılır bir hâle geldi. Son operasyonel süreçlerden sonra da Avrupa Birliğiyle neredeyse ipler kopma noktasına geldi. Avrupa Birliğiyle bu şekilde olan ilişkiler Orta Doğu’da da deyim yerindeyse tam bir bataklığa saplandı. Suriye’de yaşanan ölümlerden egemen politikaların sahibi olan tüm ülkeler ne kadar sorumluysa AKP Hükûmetinin politikaları da o düzeyde dolaylı olarak sorumludur. AKP Hükûmeti, Suriye’de Esad rejiminin birkaç ayda gideceğini öngörerek ve Kürtlerin orada hak kazanmaması üzerinden bir politikayı öngörerek maalesef büyük yanlışlara imza attı. Ancak, bu politikanın iflas ettiğini Şengal’e ve Kobani’ye bakarak görebilirsiniz. Şengal’de iki gün önce YPG, YPJ, HPG, HPJ güçlerinin ve peşmerge güçlerinin IŞİD’i kovmasıyla beraber, artık Orta Doğu’da yeni bir sürecin işlediğini burada rahatlıkla ifade edebiliriz. Bizler, Sayın Öcalan’ın Ezidi halkına gönderdiği mektupta da ifade ettiği gibi, Ezidi halkının şahsında tüm insanlığa dayatılan ihanet ve katliam kültürüne karşı Dervişi Evdi’nin yaşam pınarından fışkıran özgürlük sevdasını, direnişi, mücadeleyi, onuru buradan selamlıyoruz. Kobani’de de aynı direniş çizgisinin bugün IŞİD’i tamamen o bölgeden atmak üzere büyük zaferlere hazırlandığını buradan ifade etmek istiyoruz.
Bakın, Rojava’da kabul etmediğiniz tabloda Türk, Kürt, Ermeni, Asuri, Süryani, Sünni, Şii, Nusayri, bütün halkların ortak bir gelecekle bir araya gelmesinin modelleri var. Sizin anlayışınız maalesef hâlâ tekçi olduğu için, oradaki çoğulcu yapıyı hâlâ içinize sindiremiyorsunuz ve hâlâ bu anlayıştan dolayı da IŞİD’e destek verir görüntünüz bütün dünya kamuoyunda tartışılmaya devam ediyor. Biz açık bir şekilde ifade edelim ki Türkiye’nin çözüm sürecinin de, toplumsal barışının da geleceği Kobani’yle yakından ilgidir. Türkiye’de darbe mekaniğinin sonuç alıp almaması da yine Kobani politikasıyla yakından ilişkilidir. Çünkü, Kobani Kürt halkı açısından artık bir onur meselesi hâline gelmiştir, sadece Kürt halkı açısından değil, insanlık açısından da oradaki mücadele bir onur meselesi hâline gelmiştir. O nedenle siz hâlâ bütün bu tabloyu görmeyerek anlamaz bir şekilde “Niye bütün dünyanın gündemi varsa yoksa Kobani?” diye serzenişlerinize devam ediyorsunuz. Önümüzdeki dönemde bizler bu anlayışın büyük kaybedeceğini buradan tekrar ifade etmek istiyoruz. Hele hele son üç günde, Cumhurbaşkanının birkaç konuşmasında hâlâ, Suriye’de, kuzey Suriye’deki kantonların birleşmesini bir tehdit olarak gören, PYD ve IŞİD’i aynı kefede terör örgütü olarak tanımlayan yaklaşımlarını kabul edilemez ve son derece tehlikeli olarak görüyoruz. Yıllarca Esad rejimiyle sınır komşuluğu yaptığında onu bir tehdit olarak görmemişti. Şu an itibarıyla Hatay sınırında IŞİD’le, En Nusra çeteleriyle sınır komşuluğunu tehdit olarak görmeyen bir anlayış, orada Kürtlerin statüsü üzerinden şekillenen bir modeli tehdit olarak görüyorsa burada tehlike gerçekten son derece büyüktür.

Biz, Cumhurbaşkanına şunu ifade edelim: Senin PYD’yi terör örgütü görüp görmemen önemli değil, senin IŞİD’i nasıl değerlendirip değerlendirmediğin önemli değil. Zaten bütün dünya IŞİD’in ve YPG’nin nasıl tanımlandığını ortaya koyuyor. IŞİD bütün dünyada, bütün dünya halklarında barbar bir insanlık düşmanı terör örgütü olarak, orada çarpışan YPG güçleri de kahramanca direnen özgürlük savaşçıları olarak görülüyor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde de bu yaklaşımların hızla netleşmesi gerekiyor.

Bu tanımda hâlâ ısrar etmenin iki yönü olabilir: Birincisi, ya büyük bir ideolojik körlük söz konusu. İkincisi, iflah olmaz bir Kürt düşmanlığı söz konusu. Umarız ki, ikinci seçenek geçerli değildir. Eğer birinci seçenek geçerli ise de ihtişamına boğulduğunuz o saraydan çıkıp, halkın gündemine, bölgenin gündemine bakmanızı tavsiye ederiz. Çünkü sizin cümlelerinizle ifade edelim: Hem Orta Doğu’da hem Kürdistan’da IŞİD düştü düşecek haberiniz olsun. O nedenle önümüzdeki dönemde de Kobani politikasıyla ilgili yanlışlardan bir an önce vazgeçmeniz gerekir. Özellikle 6-8 Ekim olaylarında da, 6-8 Ekim direnişinde de içerideki tüm Türkiye halklarının Kobani’ye ne kadar duyarlı olduğu ortaya çıkmıştır.

Değerli milletvekilleri, önemli bir konu başlığımız da demokratikleşme ve yerelleşmedir. Maalesef, biz, bu bütçenizde bu iki başlıkla ilgili de halkın gerçek sorunlarını çözen bir planlama görmüyoruz. Bakın, yerelleşmeyle ilgili Gezi direnişinde ortaya çıkan mesajları alamadınız. Orada, bir, ekolojik duyarlılık; iki, halkın karar alma süreçlerine katılımı yani yerinden yönetim; üç, demokrasinin ve özgürlüklerin genişletilmesi mesajı vardı ama siz maalesef o mesajlara kurşun sıktınız. Öyle yaptığınız için de bugün Karadeniz’de yapılan HES barajlarının kararını Ankara’da alıyorsunuz. Yırca’da zeytin ağaçlarıyla ilgili kararları burada almaya devam ediyorsunuz. Lice’ye karakol yapılıp yapılmayacağını Lice halkına değil, kendi bürokratlarınıza soruyorsunuz. Bu anlayış devam ettiği sürece ne yerelleşme adına ne demokratikleşme adına yol almanız mümkün değildir.

Demokratikleşmeyle ilgili Türk Ceza Kanunu’nun antidemokratik bütün mevzuatının ayıklanması gerektiğini defalarca siz ifade ettiniz. Terörle Mücadele Kanunu’nun kaldırılması gerektiğini defalarca Hükûmet yetkilileriniz buradan aktardı. Siyaset yapma önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini defalarca ifade etmenize rağmen hâlâ Siyasi Partiler Yasası ve Seçim Yasası’na dokunamıyorsunuz. Hâlâ 12 Eylül darbecilerinin apoletlerinin arkasına saklanarak yüzde 10 seçim barajını savunmaya devam ediyorsunuz. Bir de bu pozisyonunuzdan çıkıp “Biz, yüzde 10 seçim barajından korkmuyoruz.” diye halka doğru olmayan beyanlarda bulunuyorsunuz. Biz biliyoruz ki siz gece rüyalarınızda da barajda boğulmuş kabuslarla uyanıyor, gündüz de o şekilde konuşuyorsunuz ama bunların kâr etmeyeceğini buradan ifade etmek istiyorum.

Bakın, önümüzde bir seçim var. Bütün seçimlere siyasi partiler hangi eşitsiz koşullarda girdi, defalarca ifade ettik. 3 siyasi parti bütçeden 315 milyon değerinde hazine yardımı alırken Halkların Demokratik Partisi bugüne kadar devletin hazinesinden tek bir kuruş almadı ve siz bu tabloyu içinize sindiriyorsunuz. Biz size şu çağrıyı yapıyoruz: Burada çeşitli politikalarla ilgili, madencilerin yaşadığı sorunlarla ilgili, çalışma hayatıyla ilgili sorunlarla ilgili defalarca konuşma yaptınız, her üç siyasi parti de. Gelin, o zaman hep beraber devletin hazinesini soymaktan vazgeçelim. Gelin, hiçbir siyasi parti devletin hazinesinden aldığı paralarla siyaset yapmasın, halkına başvursun. Biz nasıl yapıyorsak siz de sırtınızı devlete değil halka dayayarak siyaset yapın. Gelin, bir de o koşullarda seçime girin de bakalım demokratik seçeneklerin nasıl şekillendiğini hep beraber burada görelim.

Değerli milletvekilleri, özellikle Türkiye’deki önemli sorun alanlarından biri de bütün farklı kimliklerin, halkların, inançların yasal ve anayasal güvence altına alınması gereken hak ve özgürlükler sorunudur. Alevi halkının, gayrimüslimlerin, bütün inanç, bütün kimliklerin hak ve özgürlük taleplerinin anayasal güvence altına alınmasını ısrarla savunuyoruz; bu ısrarımızı 2015 yılı içerisinde de halkımızla birlikte buraya taşımaya devam edeceğiz. Cemevlerinin ibadethane statüsünü kazanması, gayrimüslim insanlarımızın, halkımızın inanç özgürlüğüyle ilgili düzenlemelerin yapılması hem Hükûmetin hem devletin en önemli görev ve sorumluluğu olarak karşımızda duruyor.

Özellikle son dönemde Türkiye her alanda yaşanan bu sorunlardan dolayı büyük bir gerilimi biriktirerek âdeta fay hatlarının kırılma noktası üzerinde bulunuyor. Biz, bu fay hatlarının kırılmasını aşmak için, bu büyük enerji boşalmasının önlenmesi için tek çıkışın çözüm sürecini kalıcı barışa götürecek, Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak ve Kürt meselesinin çözümünü sağlayacak uygulamalar olduğunu ifade ediyoruz. Halkların Demokratik Partisi olarak Sayın Öcalan ile devlet heyeti arasında başlayan görüşmelerin kalıcı barışa evrilmesi için bugüne kadar gerekli olan tüm katkıyı sunduk, bundan sonra da katkı sunmaya devam edeceğiz.

Partimize karşı, eş genel başkanlarımıza karşı, milletvekillerimize karşı yürütülen linç ve saldırı kampanyalarına rağmen, halklarımızın barışa olan ihtiyacı ve onlara vermiş olduğumuz barışın sözünü yerine getirmek üzere, çözüm süreciyle ilgili ısrarımızı devam ettireceğimizi buradan ifade etmek istiyorum.

Burada, Meclis bütçe görüşmeleri sırasında on dakikalık bir konuşma yapmıştım. Yurt dışındaki Türklerin kültürel asimilasyon, ana dil eğitim hakkı, kendi kendini yönetim hakkıyla ilgili bir konuşmada hepiniz beni can kulağıyla dinlemiştiniz; ta ki, özneyi değiştirip “Türk”ün yerine “Kürt”ü koyduğumuz zamana kadardı. İşte, Kürt meselesinin aslında tanımı da budur; Türk için istediğini Kürt için istemektir. Kürt meselesinin çıkış sebebi de Türk’e reva gördüğünü Kürt’ten esirgemektir. Bu anlayışın açılması gerektiğini, ana dil başta olmak üzere bütün sorunların çözülmesi gerektiğini ifade etmek istiyoruz. “Demokrasi sorunu” dediğimiz şey de aynı anlayışla, aynı hakkı Alevi için de, Ermeni için de, Asuri Süryani için de, Türkiye’deki bütün farklılıklar için de tanımaktır diyoruz.
Aslında Türkiye bütün bu meseleleri nasıl çözeceğini çok iyi biliyor; çünkü, yakın dönemde, Filipinler ile Moro İslami Kurtuluş Cephesi arasında yürütülen müzakere sürecinde, Türkiye, 3’üncü göz olarak, ara bulucu olarak görev aldı ve orada, Moro İslami Kurtuluş Cephesi’nin talep ettiği özerklikle bir kalıcı barış sağlandı. Bunu bilmenize rağmen, içeride, özerklikle ilgili, statü talebiyle ilgili yapay gündemler yaratıyorsunuz; bunu bilmenize rağmen, bir 3’üncü gözün bu süreci takip etmesini -bugüne kadar büyük bir çelişki içerisinde- reddetmeye devam ediyorsunuz. Biz, bütün dünyada bu sorunlar nasıl çözülmüşse Türkiye’de de aynı şekilde çözülmesi gerektiğini ifade ettik, bugün de aynı şeyi söylüyoruz.

Meclis Başkanlığına da ben buradan bir çağrı yapmak istiyorum: Burada, bu süreçle ilgili tereddüdü olan bütün milletvekillerini, bir planlama dâhilinde, benzer sorunların yaşandığı ülkelere göndermenizi özellikle tavsiye ediyoruz. İspanya ETA, İrlanda-İngiltere IRA, Kolombiya FARC, Güney Afrika ANC, pek çok örnek var. Bütün bu ülkeler nasıl bu sorunu çözmüşse burada tereddüdü olan milletvekillerinin de o ülkelere gidip gerekli olan bilgileri almasını özellikle sizden talep ediyoruz. Biz çözüm sürecinde sürecin hızlandırılması, dengede giden bisikletin düşmemesi için hızla pedalların çevrilerek nihai hedefe ulaştırılması gerektiğini düşünüyoruz. Bunun için dünya örnekleri dışında başvurabileceğimiz önemli bir referansımız daha var.

Bu Meclisin kuruluş iradesini incelediğinizde çözümü tüm milletvekilleri tüm çıplaklığıyla görür. İlk Mecliste, Meclis-i Mebusanda tüm milletvekillerinden 71’i Müslüman, 48’i gayrimüslimdi. Bu Mecliste Kürdistan ve Lazistan mebusları tüm ülke için, tüm halkımız için burada faydalı tartışmalar yapıyorlardı. İşte bu tablolar, inkâra, redde, asimilasyona gelen tablolar Kürt meselesinin de yaratıcısıdır.

Yine, 1921 Anayasası’nda da Kürtlere özerklik tanıyan, muhtariyet tanıyan anayasal statünün de yine bu Meclisin tutanaklarında olduğunu ifade etmek istiyorum. Biz o nedenle Meclisin inisiyatif alması gerektiğini ifade ediyoruz. Cumhuriyet Halk Partisinin de önerdiği gibi bu Meclis bünyesinde hakikatleri araştırma ve adalet komisyonlarının, toplumsal çözüm ve barış komisyonlarının iktidar partisi tarafından bir an önce kurulması ve bu şekilde kalıcı barışa gidecek bir yüzleşmenin, tarihî bir yüzleşmenin esas olması gerektiğini ifade ediyoruz. Şeyh Sait kıyamı, Dersim katliamı, Ağrı Zilan’da yapılan katliamlar, Yassıada mahkemeleri, Sivas, Çorum, Maraş katliamları, darbe dönemleri, Roboski katliamları, yüzleşilmesi gereken ve artık tarihin utanç sayfalarına yazılması gereken, demokratik geleceğimizi şekillendirmemiz için mutlaka Meclisin gündemine gelmesi gereken toplumsal olgular olarak, toplumsal olaylar olarak önümüzde duruyor. Önümüzdeki dönemde de barışla ilgili, çözüm süreciyle ilgili bu hassasiyetimizi ortaya koyacağız. Biz anaların ağladığı, anaların oğullarının arkasından yas tutan, gözyaşı döken tablosunun artık devreden çıkması gerektiği, barışla uyanan, ölümün de, yaşamın da barışla ve dostlukla şekilleneceği bir ülkenin özlemini çekiyoruz. Fazla söze hiç gerek yok, aslında burada yaptığınız bütün planlamaların tek bir reçetesi var: Silahların ölüm kusmadığı, zeytin dallarıyla, barış güvercinlerinin uçurulduğu bir 2015 yılının Türkiye’sinde yaşamak istiyoruz.

Bunu bütün halklarımız adına buradan tekrar sizlere hatırlatıyor, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.