HDP grubu adına Ağrı Milletvekili Halil Aksoy’un Orman ve Su İşleri Bakanlığı Bütçesi üzerine konuşması

31. Birleşim
16 Aralık 2014-Salı

Orman ve Su İşleri Bakanlığı 2015 yılı bütçesi üzerine grubum adına söz aldım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Pakistan’ın Peşaver kentinde yaşanan Taliban saldırısında 100’ü çocuk, 130 kişi yaşamını yitirdi. Bu saldırıyı nefretle kınayarak sözlerime başlamak istiyorum.

Değerli milletvekilleri, Türkiye’de demokrasi ve insan hakları kültürü gelişmediği gibi, kültür ve tabiat varlıklarını koruma kültürü de yeterince gelişmemiştir. İnsana saygısı olmayan yönetimlerin doğaya da saygısı olmaz. Aynı şekilde doğaya ve başka canlılara saygısı olmayanların insana da saygısı olmaz. Bir devlet, bir hükûmet düşünün ki yurttaşlarını sırf demokratik bir hakkını kullanıyor diye sokak ortasında katlediyor. Böyle bir hükümetin icraatları arasında rant uğruna ormanları yok etmek ve kültür varlıklarını sular altında bırakmak kimseyi herhâlde şaşırtmıyor.

AKP Hükûmetinin on iki yıllık geçmiş icraatlarına baktığımızda, genel olarak doğayı hiçe sayan, ormanları rant alanları olarak gören, barajsız nehri boşa akan su kabul eden bir Hükûmet gözlerimizin önündedir. Çevrecilikten ağaç ve çiçek fidesi dikmeyi anlayan AKP Hükûmetinin, doğa tahribatında, ekolojik dengelerin altüst edilmesine yol açan politikaların hepsinde sorumluluğu vardır. Ne yazık ki Türkiye’de ormanları, suları, doğayı ve genel olarak canlıların tüm yaşam alanlarını yok eden proje ve uygulamalar hız kesmeden devam ediyor. Bu projeler yaşama geçirilirken, ekonomiye yapacağı faydalar hesaba katılırken doğaya ve çevreye yapacağı tahribatlar göz ardı ediliyor.

Değerli milletvekilleri, Türkiye’de önemli derecede bir yıkım ve talan olayı ülkenin suları üzerinde gerçekleştirilmektedir. Hükûmet tarafından para kazanılan, kâr edilen bir meta hâline getirilmek istenen ülke sularının yaşamsal bir varlık olduğu ve kamuya ait olduğu âdeta unutulmak istenmektedir. Doğaya ve insana can veren akarsular, yer altı suları Su Kullanım Hakkı Sözleşmesi’yle kırk dokuz yıllığına özel teşebbüse kiraya verilmektedir veya peşkeş çekilmektedir. Kamu ve özel sektör tarafından Türkiye genelinde yapılması planlanan 2 bine yakın HES projesi bulunmaktadır. Bakınız -seçim bölgem olduğu için söylüyorum- sadece Murat Nehri üzerinde “Bulut”, “Şimşek”, “Yıldırım”, “Yağmur” adlarında 4 ayrı HES projesi bulunmaktadır. Bunların 3’ünün Tutak’ta, 1’inin Hamur’da yapılması planlanıyor. Bunlardan Yağmur ve Bulut için arazi kamulaştırması bile yapılmış.
Değerli milletvekilleri, keza Eleşkirt’te de Şeryan Çayı ve Sarıcan Deresi üzerinde yapılması hedeflenen HES’ler söz konusudur. Bu kadar kapsamlı ve yakıcı etkisi olan HES’ler, ne yazık ki projelerin tamamlanması öngörülen 2023 yılında elektrik talebinin sadece yüzde 5’ini karşılayabilecek bir kapasitedir. Yani ülkenin yüzde 5’lik kapasitesini ancak 2023’te karşılayacak bu HES’lere bu kadar önem vermek, doğrusu mantıkla çelişiyor. Bu durum ise çevreye verilen zarar düşünüldüğünde çok ağır bir bedeli içermektedir.

HES projeleri, ayrıca, AKP Hükûmetinin uyguladığı Kürt coğrafyasını insansızlaştırma politikasının bir amacı gereği “enerji kaynağı yaratma” adı altında stratejik bir silah olarak da kullanılmaktadır. Kürt coğrafyasında tarım ve hayvancılık alanında yaşamsal öneme sahip olan Dicle, Zap ve Munzur gibi akarsuların üzerinde kurulan HES projeleri kuruldukları coğrafyayı insandan tamamen arındırmaktadır.

En ufak nehirlerin önünü bile setlerle kapatan AKP zihniyeti, aynı şekilde, güvenlik barajlarıyla da çizmiş olduğu sınırları daha da derinleştiriyor. Şırnak sınırında 7, Hakkâri’de ise 4 tane barajın yapımına DSİ Genel Müdürlüğü tarafından 2008 yılında başlandı ve hâlen devam ediyor. Şırnak’ın Irak federe Kürdistan sınırında Uludere, Hezil ve Ortasu yani Roboski çaylarının üzerinde “güvenlik barajı” adı altında, “Silopi”, “Şırnak”, “Uludere”, “Ballı”, “Kavşaktepe”, “Musatepe” ve “Çetintepe” adıyla; Hakkâri’nin Çukurca ilçesi yakınlarında ise Güzelce Çayı üzerinde, “Gölgeliyamaç” ve “Çocuktepe” adlarında 2; İran sınır kesiminde bulunan Şemdinli ve Yüksekova ilçeleri arasında bulunan Bembo Çayı üzerinde ise “Beyyurdu” ve “Aslandağ” adında 2 olmak üzere, toplam 11 tane güvenlik barajı yapılıyor.

Şırnak’tan başlayarak federal Kürdistan sınırları boyunca Şemdinli ve Yüksekova’ya uzanarak oradan da İran sınırına kadar yaklaşık 400 kilometre sınır boyunca, bölge güvenlik barajlarıyla insansızlaştırılmıştır. Tıpkı Munzur Vadisi’nde olduğu gibi, devlet, bir dönemler yakarak, yıkarak, silah zoruyla boşalttığı köyleri, strateji değiştirerek insanın ortak kullanımında olan akarsuları kullanarak boşaltmayı amaçlıyor. Elbette ki daha önceki yöntemlere karşı gösterdiği direnişi bu halk, HES projeleriyle uygulanmak istenen insansızlaştırma projelerine karşı da gösterecektir, bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Baraj yapımında yaşanan artışın kısa vadede ve kısmen ülkenin sulama, içme suyu ve enerji ihtiyaçlarının karşılanması noktasında katkı sağlayabileceği düşünülebilir. Kısmen bu doğru kabul edilse dahi bu uygulamalar çevre, su, ekolojik denge, biyoçeşitliliğe ve genel olarak insanın yaşam alanlarına karşı büyük bir yıkıma sebebiyet verecektir.
Bakın, doğal su alanları da yok ediliyor. Çok sayıda göl, gölet yok oldu çünkü gölleri besleyen akarsular kâr hırsına kurban edilerek önlerine bentler çekildi, Türkiye'nin birçok yerinde göller kurumaya yüz tuttu. Van Gölü, Tuz Gölü, Burdur Gölü, Eğridir Gölü, Göller Bölgesi, kısaca tüm göllerin suyu çekilmektedir. Bunun nedeni, az önce ifade ettiğimiz gibi, kelepçelenen akarsular ve iklim değişikliğidir. Keza, bu göllerde yaşayan değişik canlılar da yok olmakla yüz yüzedir. Bu göllerde yaşam bulan çok sayıda kuş türü artık bu göllere uğramamaktadır. Yine balık çeşitliliğinde de azalma söz konusudur. Size yine seçim bölgemden bir örnek vermek istiyorum. Doğubayazıt ve Taşlıçay ilçeleri arasında 2.250 rakımda bulunan Balık Gölü’ne bilinçli ya da diyelim ki bilinçsiz bırakılan İsrail sazanları nedeniyle çok nadir rastlanan ve şifalı olduğu da belirtilen alabalıklar yok olmaya yüz tutmuştur çünkü bu balık yani İsrail sazanları kendi türü dışındaki diğer bütün balıklara düşmandır ve yok etmektedir.

Yine binlerce yıllık kültür mirası Hasankeyf’i su altında bırakıyorsunuz. Her biri doğa harikası Munzur Vadisi’ni, Fırtına Vadisi'ni ve daha birçok yeri yok ediyorsunuz. Bunun vebali çok ağırdır, bir kez daha hatırlatıyorum ve Hükûmeti uyarıyorum.
Değerli milletvekilleri, Türkiye yüzde 80 oranında bir orman alanına sahip olabilme kapasitesine sahipken ne yazık ki şu an ülke topraklarının ancak yüzde 27'si ormanla kaplıdır. Bir ülkenin ormanlarının yeterli seviyede olabilmesi için o ülkenin yüzde 30'unun ormanla kaplı olması gerekiyor. Mevcut ormanların ise yaklaşık yüzde 80'i verimsiz ormanlardan oluşuyor. Her ne kadar Anayasa ve yasalarda orman alanlarının korunması ve daraltılamayacağına ilişkin hükümler yer alsa da "ancak" ile başlayan cümleler ile bu ilkeler sürekli aşındırılmıştır. Yanan orman alanlarının ağaçlandırılacağı hususu yasada zorunlu kılınsa da 1985 yılından günümüze 250 bin hektar orman alanı yanmış ancak bu alanların sadece yaklaşık 50 bin hektarı, diğer bir deyişle yaklaşık yüzde 20’si ağaçlandırılarak geri kazanılmıştır. Anayasa’daki bu açık hükme rağmen askerî operasyonlar sırasında son otuz yılda Hakkâri, Dersim ve Şırnak’ta kısaca Kürt coğrafyasında bilinçli olarak ormanlar yakılmıştır. Sorulduğunda da: “Sebebi bilinmeyen nedenler.” şeklinde cevaplar gelmektedir. Sırf güvenlik gerekçesiyle Kürt coğrafyasında yaklaşık 20 bin hektar orman yakıldı ve yok edildi. Otuz yıldan fazla devam eden savaşta denenmeyen hiçbir yöntem kalmadı, sonuç alınamayan bu yöntemlerle ülkenin en büyük zenginlikleri yok edildi. Sadece doğal kaynakları değil, ayrıca mali kaynakları da heba edildi. Son otuz yılda Türkiye savaşa 1,2 milyar dolar harcamış bilindiği gibi. Bu paralarla alınan bombalar ve silahlarla dağlar, taşlar, ormanlar dövüldü. Bu paranın sadece yüzde 10’u bile ağaçlandırmaya veya doğayı korumaya harcansaydı şimdi Türkiye’de yaşanan çevre felaketlerinin hiçbirisi yaşanmaz olacaktı. En azından bizden sonraki nesillere tertemiz, yemyeşil bir ülke bırakırdık.

Değerli milletvekilleri, ormanların sermaye için yatırımlara tahsis edilmesinin sınırlarının alabildiğince genişletilmesi dahi yeterli görülmemiş, 2B yasası ile talana yasal kılıf uydurulmuştur. Hem gerekli önlemlerin alınmaması hem de kasıtlı olarak çıkarılan orman yangınları ve orman talanı nedeniyle her geçen gün orman vasfını kaybeden 473 bin hektarın üzerindeki araziyi yeniden ormanlaştırma yerine 2B kapsamında imara açılmıştır. Üstelik bunu yaparken orman köylüsü mağdur edilmiş, büyük sermayedarlara ucuz fiyatlarla bu araziler peşkeş edilmiştir. 2010 yılında üçüncü derece sit alanı ilan edilen Atatürk Orman Çiftliği, hukuk ve yargı kararları da çiğnenerek ak saray için talan edildi. Ak saray tartışmaları genellikle hep yapı maliyeti üzerinden sürdü ancak bu saray ayrıca bir çevre felaketine de neden olmuştur. 10 bine yakın ağaç kesilmiştir sadece bu yapı için. 300 bin metrekare üzerinde inşa edilmiş bu saray Dolmabahçe Sarayı’yla kıyaslandığında bir anlam kazanıyor. Dolmabahçe Sarayı örneği özellikle veriyorum, zira ikisinin de yapılış mantığı ve amacı aynıdır. Bilindiği üzere Dolmabahçe Sarayı’nın yapımı Sultan Abdülmecit zamanına ve Osmanlının yıkılış tarihine denk düşmektedir, 1845-1855. Abdülmecit de her geçen gün ağır ekonomik buhran altında iyice zayıflayan iktidarını ve Osmanlıyı Batı’ya güçlü göstermek adına böyle bir saray inşa etmiştir. Sonuç olarak, Dolmabahçe Sarayı’nın maliyeti Osmanlının sonunun gelmesini hazırlamıştır. 5.320 kişinin hizmet verdiği sarayın yıllık masrafı 2 milyon sterlini buluyordu o dönemde. Ak saray da AKP iktidarının yıkılışının başlangıcı olur gibime geliyor çünkü ne halk ne de Allah bu derece israf yapanı affetmez, cezasız bırakmaz.

Bir gecede Orta Doğu Teknik Üniversitesi ormanında binlerce ağaç kesilmedi mi? İstanbul’un ormanlarını Kanal İstanbul, üçüncü havaalanı, üçüncü köprü ve daha birçok projeyle yok etmek istiyorsunuz. Yine, kuzey ormanları tüm İstanbul’a nefes aldıran bir ekosistem. Kuzey ormanlarında kesilen ağaçların taşınması mümkün değil. Bu bir doğa katliamıdır. “Kuzey ormanlarında milyonlarca ağaç kestik, yine milyonlarca ağaç dikeriz.” şeklindeki bir yaklaşım da doğru değil. Dikilecek tek fidanın dahi kendi ekosistemini geliştirebilmesi için en az yirmi-otuz yıla ihtiyaç vardır. Kuzey ormanlarının katledilmesiyle birlikte yeni yaşam olanaklarının açılması İstanbul’u hepten bitirecektir. Hükûmet, trafik sorununu gerekçe gösterse de bilimsel çalışmalar üçüncü köprünün İstanbul trafiğine çok az bir katkı sunacağını ortaya koymaktadır. Trafiğe bu kadar küçük bir etki için bu kadar büyük bir mali yatırım, çevrenin bu kadar ciddi tahribatı hiçbir şeyle açıklanamaz, izah edilemez. Manisa Yırca Köyü’nde 6 bin zeytin ağacına kıyıldı biliyorsunuz hem de çevreyi ve doğayı tahrip eden termik santral için. Zeytin ağacını keserek verdiğiniz zarar yetmiyormuş gibi kurulduğu bölgeyi âdeta kurutan, zehirleyen ve dolayısıyla, yakınlardaki zeytinlikleri de yok edecek termik santrale izin veriyorsunuz. Bir zeytin ağacı kaç yılda yetişiyor? Zeytinin Ege için, Türkiye için ve Yırcalı köylüler için ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Sizi çevre ve doğa konusunda daha duyarlı ve vicdanlı olmaya davet ediyorum.
Değerli milletvekilleri, son on yılda büyük bir şehir büyüklüğünde ormanlık arazi ve yine Marmara Denizi büyüklüğünde yani yaklaşık 1 milyon 300 bin hektar sulak alan yok edildi. Üçüncü havaalanı projesi için 2,5 milyon ağaç kesilecek, 70 göl ve gölet kurutulacak. Bu göletlerin bazılarının bataklık olduğu yönündeki değerlendirmeler de yanlıştır, pekâlâ bu bataklıklar ıslah edilebilir ve ekosistem için farklı bir amaçla kullanılabilir.

Binlerce yıldır çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış Karadeniz coğrafyası ne yazık ki şimdilerde “Yeşil Yol” denilen projeyle bitirilmek isteniyor. İnsanların denizle bağlantısını kesen sahil yolu, taş ocakları, çarpık yapılaşma ve neredeyse her vadiye yapılan HES’lerle yeterince yıpratılan doğa harikası Karadeniz bu kez de Yeşil Yol ile katledilecek. Yapılması hedeflenen bu projeyle Ünye'den Yusufeli'ne kadar yaklaşık 1.500 km uzunluğunda ve ortalama 2 bin metre kotlarından geçecek bir yol bu. Güzergâhı üzerinde doğal sit alanları, milli parklar var. Yol, en başta doğanın kendini yenileme imkânı olmayacak kadar yüksek rakımlardan planlanmış. Bu yüksekliklerde doğa kendini rehabilite edemez. Biyolojik çeşitlilik bu yüksekliklerde son derece hassastır. En küçük değişimin etkisi insan ömründen çok daha uzun süre bu alanlarda maalesef görülecektir. Bu yüksekliklerde, habitatlarda parçalanmanın neden olacağı çevresel etkiler ise ne yazık ki kimsenin umurunda bile değil. Bir ÇED süreci bile yürütülmeden harita üzerine cetvelle çizdikleri bir yolu planlayan bu akıl dışılığa karşı durmak mecburiyetindeyiz.

Keza Türkiye, gezegeni yok eden karbon salınımını en hızla arttıran bir ülkedir. 2002-2012 yılları arasında karbon salınımı yüzde 58 arttı. Kamu kuruluşu olan “Hamidiye Su” kırk iki ülkeye ihraç ediliyor, İstanbul ise susuzluktan boğuluyor. Korunması gereken ama özelleştirilen kıyılar inşaata açılıyor. Hasankeyf gibi binlerce yıllık tarihî ve kültürel bir miras yok olma tehdidiyle karşı karşıya.

Batı ülkelerinin enerji üretimi alanında, yenilenebilir ve doğaya zarar vermeyen güneş ve rüzgâr enerjisi santralleri gibi alternatif enerji kaynakları neden tercih edilemiyor anlayamıyoruz. Türkiye'de ise, rant ve kâr hırsı uğruna "enerji üretimi" adı altında doğayı katleden termik santraller, HES'ler, barajlar ve diğer uygulamalarda artış görülmektedir.
Çevreye zarar veren bu anlayıştan vazgeçilmeli, insana ve doğaya… Bu anlamda Hükûmet yeni bir politik anlayışla yaklaşmalıdır. Aksi takdirde Hükûmet tarafından uygulanmış ve uygulamakta olduğu yanlış çevre politikaları, doğanın, havanın, suyun, ormanların, biyo çeşitliliğin karşısındaki büyük tehlike arz etmeye devam edecektir.

Keza, yeraltı su kaynakları bilinçsizce kullanıldığı için yine büyük kuraklıklar söz konusudur. Aynı şekilde yeraltı sıcak su kaynakları enerji alanında yeteri kadar değerlendirilmemektedir.

Bakınız, yine seçim bölgem Diyadin'den bir örnek vereyim: Yüksek derecede termal suları bulunan Diyadin'de, bu enerji hem ısınma, hem seracılıkta hem de turizm alanında yüksek verimlilikte kullanılabileceği hâlde, bu tür projelerle ilgili Bakanlık tarafından geliştirilmiş bir proje henüz görülmemektedir.

Değerli milletvekilleri; ekolojik dengelerin bozulduğu, doğa ve canlı yaşamının tahrip edildiği, sermayenin kâr hırsının anbean tükettiği, yaşam ve tarım alanlarının adım adım yok edildiği bir ekosistemin içindeyiz.

On yıllardır insanlığın gündemine oturmuş olan bu sorunlar, dünyanın bütünsel bir yaşam alanı olarak ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Dünyadaki bu gelişmelerin ağır yansımaları ülkemizde de yaşanıyor. Şu çok açık ki AKP Hükûmeti de bu tür sorunları aşacak politikalar izlemekten de oldukça uzaktır. Gezi direnişinden tutun da Erciş'e kadar, son olarak Yırca ve İkizdere Şimşirli Köyü'nde görüldüğü gibi su ve yaşam haklarını ve alanlarını savunan köylülere karşı şiddet kullanılmasına kadar, Hükûmet, vatandaşlara ve çevre haklarına yapılan saldırıların başında geliyor.

AKP iktidarı, hukuk ve mali adalet ilkesini yok saydığı gibi, çevre adaleti ilkesini de yok saymaktadır. Doğaya ve çevre haklarına karşı bu saldırının arka planında sürdürülemez bir kalkınma ideolojisi var. Ekolojik felaket projeleri demek olan üçüncü havaalanı, üçüncü köprü ve Kanal İstanbul gibi çılgın projeler ve HES'ler, güvenlik barajı gibi doğa düşmanı bir büyüme anlayışının lokomotifi olarak bizi de artık kaygılandırıyor. Bu nedenle, Hükûmet, sermayenin değil, toplumun ihtiyaçları üzerine planlanan enerji politikalarını esas almalı ve bu anlamda çalışmalar yürütmelidir.

Suyun ticarileştirilmesi karşısında suyun doğanın hakkı olduğunu söylemek, sermayenin doğaya saldırılarına karşı canlı yaşamını ve çevre hakkını savunanların yanında mücadele etmek demokratik zihniyete sahip tüm çevrelerin görevidir. Ekoloji mücadelesi tüm canlılar için verilen bir mücadeledir, demokrasi mücadelesinden koparılamaz.
Bu duygu ve düşüncelerle Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.