HDP Grubu adına Ağrı Milletvekili Halil Aksoy’un Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı bütçesi üzerine konuşması

33. Birleşim
18 Aralık 2014-Perşembe

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı 2015 yılı bütçesi üzerine grubum adına söz aldım, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, artan dünya nüfusuna paralel olarak gıda ihtiyaçları da gittikçe artıyor ve bir sorun hâlinde artıyor. Bu da tarım sektörünün yüzyılımızda stratejik önemini daha da artırıyor.

Türkiye’de ulusal gelire yüzde 9, istihdama yüzde 25 katkı koyuyor tarım sektörü. Kırsal alanın hemen hemen tek ekonomik kaynağıdır tarım sektörü, doyurandır, barındırandır, böyle bir sektördür. Son on yılda Türkiye nüfusu 8 milyon artarken tarım alanları maalesef dramatik bir şekilde azalmaya başlamıştır; 2,5 milyon hektar gibi bir azalma söz konusudur. Bitkisel ürünlerin çoğunda üretim ya gerilemiş ya da artmamıştır.

Sayın Bakan tarım arazilerini uydudan takip ettiklerini söylüyor, numara verdiklerini söylüyorum. Keza, televizyonda kamu spotlarıyla birtakım şeyler bizlere izletiliyor ama şu var ki Bakanlar Kurulu kararıyla enerji, madencilik ve benzeri yatırımlar için tarım alanları acele kamulaştırma adı altında özelleştiriyor ve birilerine peşkeş çekiliyor. Keza, Soma-Yırca’da da görüldüğü gibi, 6 bin zeytin ağacının kesilmesi de bu uygulamanın bir sonucudur ve altında da Sayın Bakanın imzası vardır. Bunun yanı sıra, istihdam, tüketim harcamaları, diğer sektörlere ham madde temini, millî gelir ve ihracattaki payı tarım sektörünün sosyoekonomik açıdan sahip olduğu önemi bir kez daha ortaya koyuyor.
Değerli milletvekilleri, bu çok önemli bir sektör ve payının yüzde 25 olduğunu belirtmiştik. Amerika Birleşik Devletleri’nde tarımın istihdamdaki payı da yüzde 1,6, Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde 3,6, OECD ülkelerinde yüzde 5,1, Türkiye'de ise yüzde 25. 2000 yılında tarımdan geçimini sağlayan çiftçi sayısı 7,8 milyon iken, 2014 sonunda bu rakam 5,5 milyona gerilemiş, yani 2,3 milyon çiftçi tarımdan kopmuş. Tarımda çalışan 5,5 milyon kişinin yüzde 54,86’sı erkeklerden, yüzde 45,14’ü ise kadınlardan oluşuyor. Toplam çalışan kadınların yüzde 33,2’si tarımda istihdam ediliyor. Bu da demektir ki, çalışan her 3 kadından 1’i tarımda çalışıyor.

2000 yılında tarımın istihdamdaki payı yüzde 36 iken, 2012’de yüzde 25’e düşmüş, bugün de o civarda. Ha, bu düşüş yaşanırken, Türkiye modern tarıma geçtiği ya da sanayi ülkesi olduğu için değil, çiftçi ezildiği ve borç batağında boğulduğu için üretimden vazgeçmiş ve tarımdan kopmuştur. Türkiye tarımda kendi kendine yeten bir ülke durumundan, ne yazık ki son on yılda net olarak ithalatçı bir ülke konumuna düşmüştür.

Şimdi, Sayın Bakan, sektörünün 2004 ile 2013 yılları arasında,10 yılın 9’unda büyüdüğünü belirtiyor. Nasıl bir büyüme peki? 2,3 oranında bir büyüme bu. Oysa aynı dönemde ekonominin genelindeki artış oranı yüzde 4,6, bellidir ki, hâlen daha öyle ciddi bir ilerleme yok.

Değerli milletvekilleri, hükûmetler tarımda düzenleyicilik yapan kurumları özelleştirerek ortadan kaldırdı. Kamunun düzenleyicilikten çekilmediği ürünlerde ise var olan düzenleyici kurumların, piyasayı düzenleme olanakları gittikçe kısıtlandı, üretim girdileri temini ve pazarlaması tamamen özel sektörün eline geçti, ürün fiyatlarını ise üreten çiftçiler değil ürün alımını yapan özel sektör tek başına belirlemeye başladı. Üretim girdilerinin belirlenmesinde de çiftçilerin bir rolü yok. Çiftçiler üretim girdilerini alırken pazarlık yapma olanağına da sahip değiller. 2013 yılı için Hükûmet “Anadolu kırmızı sert”, “AKS” diye ifade edilen ekmeklik buğday fiyatının tonunu 720 liradan belirledi. Bu belirlemeyle 2012 yılına göre buğday alım fiyatında yüzde 8,27’lik bir artış yapılmış oldu. Üretim girdileri ise 2012-2013 sezonunda, aynı dönem içerisinde yani yüzde 15 ila yüzde 30 arasında bir artış gördü. Sayın Bakan açıklamasında yine enflasyon oranında artış yapıldığını da belirtiyor. Fakat buğdayın fiyatı piyasada Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığının açıkladığı gibi de gerçekleşmemiştir. Piyasada buğdayın yüzde 85’ine yakını 50 ve 55 kuruştan satılmış, alıcı bulmuş, 2013 buğday fiyatı ton bazında 720 lira olarak açıklanmış olmasına rağmen piyasa fiyatları da düşük gerçekleşmiştir. 2014 yılında buğdayını bekletme gücüne sahip olmayan yoksul çiftçilerin yüzde 80-85’i buğdayını yemlik fiyatına satmak zorunda kalmıştır. Bekletme gücüne sahip olanlar ise bir-iki ay sonra aynı kalitedeki buğdayı 80-85 kuruştan satabilmişlerdir. Fiyatın düşmesini ancak Toprak Mahsulleri Ofisinin piyasa girmesi ve açıklanan fiyat üzerinden alım yapması engelleyebilirdi. Toprak Mahsulleri Ofisi ise piyasaya yeterince girmedi veyahut da geç girdi, açıkladığı fiyatın arkasında durmadı; çiftçiler tüccara yem edildi.

Bakınız, bu tarz örnekler hep verilir ama çarpıcı olması itibariyle hatırlatmakta da yarar var. 1970’li yıllarda 1 kilo buğday ile 2 litre mazot alınabiliyordu. 2002 yılında 3,5 kilogram buğdayla 1 litre mazot alabiliyordu. Şimdilerde ise çiftçiler 1 litre mazot alabilmek için 8 kilogram buğday satmak zorundadırlar. Son on yıldır buğday ve mısır ithalatına para ödenmektedir. 21 milyon ton buğday ithalatı yapıldı, karşılığında 6 milyar dolar para ödendi. Keza, mısır için 8 milyon ton ithalatın karşılığında 1,7 milyon dolar ödendi. Pamukta yıllık ithalat 1,5 milyar doları aştı. Yağlı tohum türevlerinde yıllık ithalat 2,5 milyar doları aştı. Ne yazık ki Türkiye yılda ortalama 8 milyar doların üzerinde tarım ürününün ham maddesini ithal eder duruma gelmiştir.

Değerli milletvekilleri, TEKEL destekleme alımından çekildikten sonra üretim koşulları ve tütün fiyatlarının belirleyiciliği tek başına çok uluslu tütün şirketlerine bırakıldı. Ancak şirketlerle sözleşme yapabilenler tütün üretimi yapabiliyorlar. Tütün fiyatları girdi artış oranı seviyesinde gerçekleşmiyor, çiftçilerin emeği, tütün ve girdi sağlayıcı şirketler tarafından çalınmış oluyor böylelikle. Çiftçiler çok uluslu şirketlerin sözleşmeli üreticiliğine mahkûm edilmiş durumda.

Değerli milletvekilleri, şeker pancarında 22 milyon ton olan üretim 16 milyon tona düştü. Şeker pancarı birim fiyatı son on yıldır değişmiyor. Üreticiler bu anlamda kan ağlıyor; Muş, Ağrı, Bingöl, Bitlis ve birçok yerde hâlâ şeker pancarının kilosunu ortalama 150-160 kuruştan satmaktadır. Şeker pancarı tarımı yaklaşık 500 bin ekici aile tarafından yapılmaktadır, yüz gün süreyle 250 bin işçiye de iş sağlamaktadır. Fabrikalarında 20 binden fazla işçi çalışır. Hayvancılığa yem, ilaç sektörüne ham madde, nakliye sektörüne de iş yaratıyor.

Ekolojik dengeye katkı da koyuyor. Bakınız, 1 dekar şeker pancarı tarlası 3 dekar çam ormanından daha fazla oksijen üretebiliyor.

Şeker pancarında en büyük sorun kota. Kotanın işleyişi şöyle: Varsayalım ki kota 200 ton ama kotanın yanılma payı da 200 tonun yüzde 15’i yani azı 170, çoğu 230. Eğer 170 tondan aşağı üretirseniz kota fazlası üretmiş olan çiftçiden satın alıp kotanızı doldurabilirsiniz. Yok, eğer 230 tonun üzerinde üretmişseniz o zaman tonuna 140-150 lira yerine 70 lira almak durumunda kalırsınız. Yani, bu, üreticiyi cezalandırmadır. Keza, şeker fabrikalarında çalışan mevsimlik işçilerin sorunları oldukça büyüktür. Defalarca burada tekrarlanmış. Tekrarlamakta tekrar yarar var. Bu işçiler mağdur ediliyor. Bu emekçi arkadaşlarımızın mağduriyeti mutlaka giderilmelidir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; AKP iktidarının tüccar zihniyetinin başka bir sonucu da tarımsal ürünlere ulaşmada vatandaşın karşı karşıya kaldığı sorunlardır. Bugün çiftçi binbir güçlükle ürettiği mallarını tüketiciye birkaç elden geçtikten sonra ancak ulaştırabilmektedir. Üreticinin tüccarlara çok küçük rakamlarla sattığı mal, vatandaşın eline geçene kadar fahiş fiyatlara yükseliyor ve bu durumda mağdur olan üreticiler ve biz tüketiciler oluyoruz. Bu işten tek kazançlı çıkan, her fırsatta destek gören tüccar kesimler oluyor.

Bugün üretici fiyatlarıyla market fiyatları arasında yüzde 400 gibi bir fark var. Ürün grupları itibarıyla baktığımızda ise bu oranın yaş sebze ve meyvede yüzde 498, kurutulmuş üründe yüzde 286, baklagillerde yüzde 252, pirinçte yüzde 199, hayvansal ürünlerde yüzde 206’lara kadar çıktığı da görülmektedir.

Mersin’deki, Adana’daki portakal ya da mandalina üreticisi, kilosunu ancak 20-25 kuruştan satabilirken Ankara’da market fiyatları 3 Türk lirasının üzerindedir. Peki, bu aradaki fark nereye gidiyor? Zarar eden üretici, kaybeden tüketici. Kazanan kim?
Değerli milletvekilleri, eldeki verilere göre tarımda ortalama işletme büyüklüğü Türkiye’de 6 hektardır. Aynı rakam Avrupa Birliğinde 27, İngiltere’de –söz gelimi- 54, Fransa’da 52, Almanya’da 46, İspanya’da 24, ABD’de ise 181’dir. Buna, Türkiye’deki işletmelerin sahip olduğu arazinin çok parçalı oluşu da eklendiğinde bir facia ile karşı karşıya olduğumuz da görülmelidir. Sadece parçalanmadan kaynaklanan kayıp arazi miktarı 2 milyon hektardır.
Sınır kaybı, ulaşım zorluğu, mekanizasyon maliyeti ve verim kayıpları da dikkate alındığında, çok parçalı araziler ve bu arazilerin parçalanması nedeniyle Türkiye’nin bir yıldaki kaybı 2 milyar Türk lirasıdır.

Kısaca söylemek gerekirse, bugünkü işletme ölçeği, çok parçalı arazi yapısı ve arazilerin hâlâ daha da ufalmasına yol açan mevcut miras hukukuyla yola devam edilemez. Bu yaraya muhakkak bir neşter vurulmalıdır.

Geçtiğimiz yıl yapılan yasa değişikliyle kısmi bir iyileştirme yapıldı ancak bu düzenleme yetmiyor. Tabii, bunu yaparken dikkat edilmesi gereken hususlar da vardır. Bunlardan birincisi: Küçük üreticiyi, çiftçiyi tekellere kurban etmemek gerekir.

İkincisi ise: Köylüyü ve çiftçiyi karşı karşıya getirmemek gerekir. Zira, özellikle bölgede bu anlamda ciddi bir arazi kavgası ortaya çıkıyor, bunun önüne de geçmek gerekir. Bu nedenle, daha önce toplulaştırma çalışmalarına mutlaka hız verilmelidir.

Tarımda olduğu gibi hayvancılıkta da iç açıcı bir tablodan söz etmek mümkün değil. Hayvancılığa oldukça elverişli bir ülkeyiz; “ihracatçı” konumundan “ithal eden bir ülke” konumuna düştük.

2013 sonu itibarıyla sığır sayısı 14 milyon 415 bin, koyun sayısı 29 milyon 284 bin, keçi sayısı 9 milyon 226 bin baş olarak gerçekleşti. Uzun yıllardan bu yana da hayvan ihracımız sürekli azalıyor.

Türkiye 2011 yılında ilk kez kurban için canlı hayvan ithal etti. Son üç yılda da 3 milyar dolarlık canlı hayvan ve karkas et ithal edildi. İthalat nedeniyle besiciler ve süt hayvancılığı yapanlar büyük bir zarar gördüler. Kısacası, ithalatla kontrol politikası uygulanmamalıdır ve bundan vazgeçilmelidir; hükûmetler, üretimi arttırıcı politikalar yerine ithalatla hayvancıları terbiye etme yolunu seçmemelidir. İthalatla terbiye etme politikaları ülkeyi hayvansal ürünler konusunda büsbütün ithalatçı konuma taşıdı. Üretimi geliştirmek ikinci plana itildi, üretimi tüketimi karşılayamaz duruma geldi Türkiye. İthalat rakamlarıyla üretimimizi karşılaştırdığımızda ithalatın azımsanmayacak bir boyuta ulaştığını da artık görüyoruz. Uygulanan bu politikalar sonucunda bir yandan hayvan sayımız azalırken, diğer yandan canlı hayvan ve et ithalatımız artıyor.

Otuz yıllık hayvancılık politikasının geldiği nokta şudur: 1980’de 16,5 milyon olan büyükbaş hayvan sayısı 14 milyona düşmüş, 50 milyon olan koyun sayısı 29 milyona, 16 milyon olan keçi sayısı 9 milyona düşmüştür. Üstelik, Türkiye'nin nüfusu da 44 milyondan 75 milyona çıkmış.

Değerli milletvekilleri, Türkiye’de hayvancılık sektöründe yaşanan sorunların en büyük nedenlerinden bir tanesi de son otuz yıldır bölgede devam eden çatışma ve şiddet ortamıdır. Yine, getirilen mera ve yayla yasakları bölgede tarım ve hayvancılığı durma noktasına getirmiştir. Binlerce hektar mera ve yayla güvenlik gerekçesiyle yasaklanmıştır. Bu yasaklar birçok yerde hâlâ devam etmektedir. Yine, binlerce dönüm arazi mayınlanmış ve bu mayınlar hâlâ temizlenmemiştir. Hükûmet mayınların temizlenmesi için gerekli kaynağı 2015 yılı bütçesine mutlaka koymalıydı ama gördüğümüz kadarıyla öyle bir şey de yok. Temizlenecek bu araziler ise yöre halkına tarımsal üretim için mutlaka tahsis edilmelidir.

Hükûmetin bulduğu her meydanda sürekli övünerek dile getirdiği destekleme primleri, bugün, tarım sektörünün fişini çekme girişiminden başka bir şey değildir. Her yıl üretim girdileri artıyor, ürün fiyatları düşüyor, Hükûmet tarımsal destekleme ödemelerini ise artırmıyor. Şimdi, Sayın Bakan diyor ki: “Hükûmetimiz döneminde 9 milyar lira civarında tarıma destek sunduk, tarım desteği noktasında.” Oysa, sadece çiftçinin kullandığı mazottan devletin aldığı 10,5 milyarlık bir miktar var. Buradan anlaşılıyor ki sadece mazottan çiftçiye ve üreticiye 1,5 milyar borçluyuz. Bugün çiftçinin kullandığı krediler çiftçiyi yüksek faizlerle borç altına ve bataklığına sürüklemişken çiftçinin son on yılda kullandığı kredinin ve faizlerin enflasyon oranı yüzde 30’lar civarındadır.

Değerli milletvekilleri, yine, önemli bir husus ise mevsimlik tarım işçilerinin yaşadığı sorunlardır. 5,5 milyon tarım iş gücünün yarıya yakın kısmını mevsimlik tarım işçilerinin oluşturduğunu tahmin etmek mümkün. Dünyada ve ülkemizde bu iş gücünün içerisinde kadınlar ve çocuklar önemli bir bölüme sahiptir, önemli bir ağırlığa sahiptir. Bu işçiler genellikle kırsal alanda yaşayan, eğitim olanaklarından yeterince yararlanmamış, nitelikli mesleki eğitimi ve donanımı olmayan yoksul kesimlerdir. Genellikle bölgede son otuz yıldır devam eden savaş nedeniyle zorunlu göçe tabi tutularak şehirlere yerleşen, toprağı bulunmayan, ya da çeşitli nedenlerle bu toprakları işleyemeyen aileler tarımsal iş gücü talebi yoğun olan yerlere giderek gezici veya geçici olarak çalışmaktadırlar. Genellikle fındık, pamuk, tütün ve sebze-meyve toplayıcılığı işlerinde çalışıyor bu insanlar. Bu insanların kazandıklarının büyük bir kısmını ise yine dayıbaşıları alıyor. Bu insanlar gittikleri yerlerde ciddi sorunlarla karşılaştıkları gibi, Kürt oldukları için de ayrıcalıklı politikalarla, ırkçı saldırılarla karşılaşıyorlar. Son olarak Isparta’da meydana gelen kazada -ki bu da bir iş kazasıdır- 15 tarım işçisi yaşamını yitirdi, 27 kişi ise yaralandı. Bu da çalışanların şehirlere giderken denetimsizlikten kaynaklanan bir sonuçtur.
Konuşmama son verirken atanamayan ziraat mühendislerinden, gıda mühendislerinden, su ürünleri mühendislerinden ve veteriner hekimlerden de kısaca söz etmek istiyorum. Bunun için de gelen bir mektubun sadece kısa bir bölümünü okuyorum: “Bakanlığın bu konudaki açığı 20.265 kadro.” Bu insanların talepleri ise şudur: “Bakanlığın 20.265 boş kadrosuna ilk etapta, 2015 yılının Ocak ayında 10 bin kadroluk adil bir şekilde atama yapılmalıdır. 2016 yılında ise bunu tamamlamalıdır.”

Aynı mektubun son bölümü şöyledir: “Amacımız, mesleğimizi icra ederek tüm enerjimizi ve bilgi birikimimizi ülkemizin kalkınmasına destek olmak için kullanmaktır.” Bu duygularda olan insanların taleplerinin yerine getirilmesinde yarar var.