HDP Ağrı Milletvekili Halil Aksoy’un bütçenin 5. Maddesi üzerine konuşması

34. Birleşim
19 Aralık 2014-Cuma

2015 Yılı Bütçe Yasa Tasarısı’nın 5’inci maddesi üzerinde söz aldım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Bundan on dört yıl önce yani 19 Aralık 2000 tarihinde Türkiye cezaevlerinde unutulmayacak bir katliam yaşandı.

Bugün en çok hak ihlallerinin yaşandığı ve o dönemi savunanların bugün şikâyet ettiği F tipi cezaevlerine karşı ölüm orucuna giren yüzlerce tutsağa ağır silahlar, greyderler, gazlar ve inşaat malzemeleriyle, çatılar kırılarak, pencereler parçalanarak içeriye girildi ve insanlar katledildi.

Medyaya yansıtılan, sözüm ona Hayata Dönüş Operasyonu aslında "Tufan" ismi verdikleri operasyonlar neticesinde 28 insan katledildi. Hatırlanacağı üzere 20 cezaevine eş zamanlı, 10 binin üzerinde güvenlik güçleriyle müdahale edildi. Bayrampaşa Cezaevinde yaşananlar aynı, bir film sahnesi gibiydi. Orada yanarak can verenlerin ve yaralıların görüntüsü hâlâ hafızalarda canlı olarak duruyor.

Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, 28 insanın yaşamını yitirdiği, 237 insanın ağır yaralandığı ve cezaevinin neredeyse enkaza dönüştüğü katliamı başarılı bulduğunu açıklıyor ve aynen o zaman şöyle söylüyordu: "İnsanların göz göre göre ölüme sevk edilmesine devletin seyirci kalması düşünülemez. Bu nedenle 20 cezaevinde bir müdahale kaçınılmaz hâle gelmiştir. Müdahalenin amacı, insanların hayatını kurtarmaktır.” Nasıl kurtarmaksa… “Operasyon şu ana kadar tam bir başarı ile yürütülmüştür. Herhangi bir zayiat yoktur" Ölümler var 28-29 kişi, 237 insan yaralı ama zayiat yok.

Peki, ne olmuştu da bu devlet on binlerce güvenlik görevlisi ile yurttaşların kaldığı cezaevlerini savaş alanına çeviriyordu? En doğal hakları olan protesto hakkını kullanarak açlık grevine girmişlerdi, bedenlerini ölüme yatırmışlardı. F tipi cezaevi koşullarının ağır olduğunu söylüyorlardı, haklıydılar, gerçekten de F tipi cezaevleri insan haklarına aykırı bir mekândır. Ne ilginçtir ki o gün F tipi cezaevlerini savunanlar, daha sonra F tipi cezaevine girdikten sonra bu cezaevlerinin çok kötü cezaevleri olduğunu söylüyor ve şikâyet ediyorlardı.

Demokrasi, insan hakları, hukuk bir gün herkese gerekecek. Dün yaptırdığınız cezaevleri, yarın size mekân olabilir. Tarihte bütün diktatörler ve diktatöryal yönetimler halka hesap vermişlerdir. Bu uygulamanın sahipleri de hesap vereceklerdir.

Cezaevleri bu dönemde toplama kampları hâline geldi sayın milletvekilleri. Her türlü insan hak ve gereksinimlerinin gasbedildiği yerler olan bu cezaevlerinde artık insanlar çok zor koşullar altında yaşıyorlar. Cezaevlerinde insan hakları ihlallerinin en çok yaşandığı dönem bu dönemdir. Bu iktidar döneminde cezaevi mevcudu 2 katına çıktı. İlk defa tutuklu sayısı hükümlü sayısını aştı. Binlerce çocuk taş attılar diye ve benzer gerekçelerle bu dönemde Pozantı’da, Antalya’da, Mardin’de, Sincan’da taciz edildiler, tecavüze uğradılar ve her türlü fizikî saldırıyı gördüler.

Yine, hiçbir dönemde cezaevlerinde nakil ve sevkler bu dönemdeki gibi sürgüne dönüştürülmemişti. Bir gecede yüzlerce tutsak ülkenin bir ucundan öbür ucuna sürüldü ve bu yapılırken hiçbir makul gerekçe gösterilmediği gibi aynı şekilde aileleri de cezalandırıldı.

Değerli milletvekilleri, cezaevlerinde bugün yaşanan en önemli ve en acil sorun elbette ki hasta tutsakların ve hükümlülerin durumudur. Bakınız, defalarca bu kürsüden ve başka platformlarda dile getirdik. Şu an durumu ağır olan hasta tutuklu ve hükümlerin durumu hiçbir şekilde siyasete malzeme edilmemelidir, pazarlık konusu da yapılmamalıdır. Şu an Türkiye genelinde son verilere göre 166'sı ağır olmak üzere 600 civarında hasta tutuklu bulunmaktadır. Bunların birçoğu cezaevinde tek başına yaşamını idame ettirme imkânlarına da sahip değil. Ne yazık ki Adli Tıp Kurumu tamamen siyasi saiklerle vermiş olduğu kararlarla tahliye taleplerini de reddediyor. Adli Tıp Kurumunun "Tahliye edilmelidir." şeklindeki nadir kararlarını ise cumhuriyet savcıları tahliyesi sakıncalıdır gerekçesiyle bu kararları boşa çıkarıyorlar. Adli Tıp Kurumunun bu muazzam yetkileri esas itibarıyla sınırlandırılmalı ve bu tekel mutlaka kırılmalıdır. Adalet Bakanlığınca belirlenen tam teşekküllü hastanelerin sağlık kurullarınca düzenlenen raporlarının Adli Tıp Kurumunun onayına sunulması ile ilgili düzenleme de mutlaka kaldırılmalıdır.
Değerli milletvekilleri, cezaevlerinden bahsederken dikkatlerinizi ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı başka bir cezaevine, İran’a çekmek istiyorum. Urmiye Cezaevi'ne, Urmiye diğer adıyla Rızaiye, İran'de yer alan bir Kürt kentidir. Evet, bu cezaevinde 29 Kürt tutsak, tam 30 gündür açlık grevindeler. İran rejiminin totaliter ve baskıcı uygulamalarına karşı bu arkadaşlar bedenlerini ölüme yatırmışlar. İçlerinde bazılarının durumu gittikçe ağırlaşıyor. İran devleti dünyada ölüm cezasını en çok uygulayan ülkelerden biri hâline gelmiştir. Rejim, ölüm cezası uygularken özellikle kendi siyasetine muhalif olan ve hakları için mücadele eden kişilere yönelik de ölüm cezasını bir intikam ve cezalandırma aracı olarak kullanmaktadır.

Türkiye yanı başında cereyan eden bu insanlık dışı uygulamalara sessiz kalamaz. “Kardeşim” dediğimiz Kürtler orada düşüncelerinden ötürü idam ediliyor. Kaldı ki bunların içerisinde sadece Kürtler yok, Beluciler ve Azeriler de var. Ancak, Hükûmetin en ufak bir tepki vermiyor olması, bir sessizlik içerisinde olması, aynı zamanda duygusal kopuşlara da neden olabilir.

Mısır'a, Suriye'ye, Filistin'e duyarsız kalmayan Hükûmetin neden İran'da Kürtlerin katledilmesine sessiz kaldığını da anlamak mümkün değildir. Ne yaman çelişkidir, görülüyor. Aynı idam cezalarını İsrail Filistinlilere uygulamış olsaydı, burada kıyamet kopardı. "Kahrolsun İsrail!" sloganları atılarak bu kürsüye bazı milletvekilleri Filistin atkılarıyla çıkıp gösteri yapacaklardı.

Şimdi, bakın, burada bir resim var. Değerli milletvekilleri, bu resim İran Molla rejiminin idam ettiği bir özgürlük sevdalısının idam anıdır. Bu tabloya iyi dikkat edin. Birkaç saniye sonra bu insan, boynundaki ip makaraya bağlı olarak çekilecek ve öldürülecektir. Ama o insan ölüme giderken özgürlüğü ve yaşamı gülerek, el sallayarak selamlıyor. Buyurun. Şimdi, ben de burada şu an Urmiye Cezaevinde bedenlerini ölüme yatırarak zulme baş eğmeyen ve otuz gündür açlık grevi direnişini sürdüren bu 29 devrimciyi buradan selamlamak istiyorum. Haklı ve onurlu mücadelelerini de destekliyorum.

Değerli milletvekilleri, Türkiye tarihinde Zilan gibi, Dersim gibi, Maraş gibi, Çorum gibi, Sivas gibi, Roboski gibi, Paris gibi katliamlar yaşanmış, biliniyor.

19-26 Aralık tarihleri arasında Maraş'ta da bir katliam yaşandı; 100'den fazla da insan katledildi. Ne yazık ki Maraş katliamı, toplumsal tarihin aydınlatılmamış olaylarından biridir. Katliamın üzerinde otuz altı yıl geçmiş olmasına rağmen olaylardan herhangi bir şekilde yargılananlar ciddi bir cezayla karşılaşmamış ve bunların birçoğu da aklanmıştır. 12 Eylül yargılamaları âdeta onları aklar bir duruma gelmiştir. Saldırılar sonucunda resmî verilere göre 105 kişi öldü, 176 kişi yaralandı, 210 ev, 70 işyeri tahrip edildi. Kıyım, göçe zorlama ve insanların yerlerini yurtlarını terk ettirilmesi sonucunda bugün yaşanan durum ise bu insanların asgari demokratik görevleri açısından ve haklarını korumak açısından ortaya koymak istedikleri bir miting de yasaklandı.

O mitingi yasaklayan anlayış ile o dönemde insanları katleden anlayış arasında esas itibarıyla bir fark yok. Bu nedenle ilgili vali derhâl görevden alınmalıdır.

Elbette ki Türkiye’de yaşanan başka, çok önemli olaylar da var: Roboski aydınlanmamıştır, Paris aydınlanmamış, birçok olay takipsiz kalmış. 17 yaşında bir çocuk geçenlerde katledildi. Arkasından dün, Kadir Çakmak katledildi.

Yine Doğubayazıt’ta Roboski’dekiler gibi sınır ticareti yapmak için diğer tarafa geçip bu tarafa gelen bir şahıs ensesinden vurularak katledildi. Bunlara karşı duyarlı olmamak mümkün değil.

Bu nedenle bu duyarlılığın Meclisimizde olması ve ilgililerin de bunun üzerine gitmesi gerekmektedir. Bu duygularla hepinizi selamlıyorum.