Fatma Kurtulan: Tek adam değil, çok insan, tek başkanlık değil eşbaşkanlık demeye devam edeceğiz

Grup Başkanvekilimiz Fatma Kurtulan'ın Bütçe Görüşmelerinin kapanışında yaptığı konuşma:

Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,

Sizleri saygıyla selamlıyorum.

Devlet toplum ilişkisini belirleyen en önemli nokta yönetimin adaletli olup olmadığıdır. Adaletle yönetilen bir ülkede devlet toplumun kendi varlığını güvenle sürdürmesinin de garantörüdür.

Toplum ancak kendisinden üstün olmadığının ve kendisine hizmet etme amacıyla var olduğunun bilinciyle devleti kabul eder.

Bu etkileşim arasında adeta bir birleştirici görevi gören ise anayasalardır. Toplumun devlete güvenmesi, devletin, varlığını toplumun tüm değerlerini, haklarını koruyup yüceltmek üzerinden sürdürmesi ancak güçlü, demokratik, kapsayıcı bir anayasaya bağlıdır.

Devlet sağlam bir anayasa ile şekillenir, siyasal erk bu sağlam anayasa ile yetkisini, sınırlarını bilir ise o ülke güçlü olur. O toplum eşit, özgür, adil bir biçimde yaşar.

Aksi halde o toplumda eşitlik, adalet, özgürlük, hak arayışları, itirazlar bitmez, yürürlükte olan anayasalar dahi uygulanmaz hale gelir.

Türkiye tarihi de işte bu konuda en iyi örneklerden biridir. Üzerine örnek verilebilecek kadar çok anayasa ve değişikliği içermektedir. Şu an yaşanan toplumsal krizler belki de en iyi bu konu üzerinden açıklanabilir.

Değerli Arkadaşlar,

Osmanlı’nın 1900'lü yılların başında çözülmesiyle birlikte kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında kabul edilen 1921 Anayasası önemli ve tarihi bir dönüm noktasıdır.

1921 Anayasasının ruhu, Anadolu ve Mezopotamya’da Kürtler ve Türklerin bir arada yaşayabilmesinin anahtarıydı. Kürtlerin varlığı bu anayasa ile kabul edildi. Bu anayasa ile devletin isminde etnik vurgu yer almadı.

Türkiye Devleti’nde Kürtlerin de kendilerini yönetebilecekleri idari bir sistemin uygulanması amaçlandı.

23 maddelik anayasanın 14 maddesi Türkiye’nin idari sistemine ayrıldı. İdari birimlerden oluşturulan şuralara özerklik verildi, halkın kendi kendini yönetmesi yani doğrudan demokrasi amaçlandı.

20-22 Ekim 1919 Amasya Protokolleri Tutanağı’nın 1. Maddesi “Osmanlı devletinin düşünülen ve kabul edilen sınırları, Türk ve Kürtler’in oturdukları yerleri kapsamaktadır” şeklinde başlamaktadır.

Bu protokollerde ayrıca Kürtlerin serbest, özgürce gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel haklar yönünden imtiyazlara nail olmaları, desteklenecekleri güçlü bir şekilde vurgulanmıştır.

Sadece bu kadar değil; Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920'de toplanan Birinci Meclis'te “Bu sınır içinde Türk olduğu kadar Kürt de vardır. Bu unsurlar birbirlerinin haklarına daima saygılıdır." demiştir.

21 Anayasası görüşmeleri sırasında Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada "Türkiye halkı" kavramını kullanmış, ortak kader ve çıkara dikkat çekmiştir.

Eğer 21 Anayasası hayata geçirilebilseydi Türkiye tarihinde bu ülkedeki insanların bir arada yaşayabilecekleri tarihi bir temel kurulabilirdi. Güçlü yerel yönetimin temelleri oluşturabilir, bir takım düzenlemelerle merkez ve yerel arasında ilişki hakkaniyetli bir taahhüde dönüştürülebilirdi. İşte o zaman gerçek anlamda Türk-Kürt kardeşliğinden söz edilebilirdi.

Ancak hayata geçirilmediği gibi ilk fırsatta umut vadeden maddeleri bir çırpıda çıkarıldı. Ortak vatanda Türklerin ve Kürtlerin kader birliğini esas alan 1921 ruhu terk edildi. Bu kader birliği, taraflardan birinin aleyhine olarak görmezden gelindi.

Özellikle inkarcı-tekçi 1924 Anayasasına geçişle birlikte çoğulculuğun, ilericiliğin, gelişmenin, âdem-i merkeziyetçiliğin önünü tıkandı.

Kürtleri ve haklarını yok sayan hukuki, idari ve sert fiili uygulamalara girişildi. Varlıklarının ortadan kaldırıldığını gören Kürtlerin bugün halen süren itiraz ve hak taleplerinde ısrarı böyle başladı.

Koçgiri ile başlayan yok etme politikası, “Ağzına kadar cesetlerle doldurulan Zilan Deresiyle” devam etti. Her adımında kemiklerin ortaya çıktığı, mağaralarda gazlara boğulan Dersim’le devam etti.

Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri,

1924’ten bu yana Devlet aklı, Kürtlerin hak talebine; katliam, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarıyla karşılık verdi.

Sadece Kürtlere değil farklı tüm inanç, kültür ve etnik farklılıklara verilen cevap Türkiye tarihi boyunca hep aynı oldu.

Kimlikler, diller, inançlar reddedildi. Tekleştirilmeye çalışıldı. Kurucu ortaklık yok sayıldı.

Demokratik çoğulcu ulus yerine tekçi ulus anlayışına geçilerek yüz yıldır bu ülkeye ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel olarak çok ağır bedeller ödetildi.

Ne yazık ki kuruluş sürecinde bu farklılıkları görmezden gelmeyi tercih eden bu akıl hala canlıdır. Bu akıl bir asırdır Kürt meselesini askeri yöntemlerle çözebileceğini sanmaktadır.

Her gelen iktidar bu meselenin sonu geliyor demekte, söyleyenler gitmekte, sorun ise yerli yerinde kalmaktadır.

Tarihi, siyasal, sosyal, kültürel bir sorunu siyasetin çözüm alanından çıkartarak askeri güvenlik bürokrasisine havale etme anlayışı yarattığı çözümsüzlük nedeniyle adeta ülkeye siyasi havale yaşattırmaktadır. 

Bugün yaşadığımız tüm krizlerin temelinde Kürt sorunu ve demokrasi sorununun çözümsüzlüğü yatmaktadır.

Oysa bu meselenin demokratik çözümü bütün sorunların çözümünü beraberinde getirecektir. Artık uluslararası bir mesele olan Kürt sorununun çözümünün ilk adımı 1921’inin ruhunu anlamak, o doğrultuda hareket etmek olmalıdır.

Kürt halkının ve bütün kimliklerin, inançların varlığının anayasal düzeyde kabulü çoğulcu demokrasinin bir gereğidir. Bugün de ihtiyacımız olan tam da bu esası anlamak, bu esasa geri dönmek, bu yöntemle yüz yıllık sorunları çözmektir.

Bunu reddeden bir anlayış sadece kimlikleri inkar edilen haklara değil tüm topluma zarar vermekte, bedel ödettirmektedir.

Unutmayınız! Kürt sorunu eninde sonunda kendi muhatabını yaratacak ve çözümünü bulacaktır. Bundan kaçış yoktur.

1993 ile 2013 yılları arasında, tam 9 kez, dönemin iktidar temsilcileri PKK liderleriyle temasa geçip, çözüm yolları aramış, ateşkes ilan edilmesi koşullarını yaratmıştır.

Barış yolunu deneyen girişimler, mevcut iktidar döneminde dâhil, birçok kez ortaya çıkmıştır. Bugünkü iktidar da, bu sorunu çözme vaadiyle iktidara geldi. 2013-2015 arasında bir süreç yürüdü. O dönemde çatışmasızlık ve bu sorunun artık barışçıl yollarla çözüme kavuşması umuduyla Türkiye adeta rahat bir nefes aldı. Cenazeler gelmedi, annelerin gözyaşları durdu. Savaşa, savunmaya, güvenliğe ayrılan harcama kalemlerinde düşüş yaşandı.

Kürtler ve Kürt sorununun barışçıl yollarla çözüme kavuşmasında ısrarcı olan bütün çevreler, iktidarın, anadilde eğitim, kültürel hakların yasal güvenceye kavuşturulması, idari ve siyasi reformlar, cezaevlerinde 650 hasta tutuklunun serbest bırakılması konusunda hiçbir adım atmamasına rağmen, barışta ısrar etmeye devam etti.

Dönemin Başbakanı Erdoğan, Meclis'in ilk zabıtlarında “Kürdistan’ın da geçtiğini, Lazistan’ın da geçtiğini partisinin grup toplantısında söyledi. Adeta kelimelerden korkar hale gelmiş olan bugünkü durumlarına işaret eder gibi “Kelimelerden, kavramlardan korkanlar, kendi icat ettiği tabulardan, kendi imal ettiği kabuslardan korkanlar, büyük devlet inşaa edemezler.” dedi.

Hükümeti sözünü tutmaya çağırmak için “Hükümet adım at” mitingleriyle, kalekol protestolarıyla alanlara çıktı. Ancak iktidara gelenler, iktidarını pekiştirmekten, yandaşlarını büyütmekten başka bir şey yapmadı.

İktidar, oy kaybettiğini fark ettiği ilk andan itibaren çözüm masasını devirdi. Kürt sorununda askeri ve güvenlikçi yöntemlere geri döndü. Roboski halen hafızlarda taze iken, Cizre bodrumlarında insanlar diri diri yakıldı. Onlarca yerleşim yerindeki yüzbinlerce insan yerlerinden edildi, şehirler tanklarla, toplarla dümdüz edildi.

Bugün Sur yasağı 4 yıl 18. gününde hala sürüyor. “Bütün bunlar darbe mekanizmasını harekete geçirecek” diye uyardığımızda kulak tıkandı.

Bugün hala siyasi ayağı açığa çıkmaya muhtaç, araştırma komisyonun raporu dahi halka açıklanmayan 15 Temmuz darbesinde 251 insan hayatını kaybetti.

Seçim dönemlerinde “OHAL’i biz kaldırdık” diye övünen AKP, kendi getirdiği OHAL rejimiyle birlikte yasama, yürütme ve yargıyı ele geçirdi.

Ordu, polis, medya, sermaye örgütlerini iktidarın birer kolu haline getirdi. Demokratik toplumsal muhalefeti tasfiye etme sürecini başlattı.

Sayın Milletvekilleri;

Ne yazık ki seçme ve seçilme hakkının, demokratik siyaset hakkının ortadan kaldırılmaya çalışıldığı günlerden geçiyoruz.

Partimizin eski Eş Genel Başkanları, Milletvekilleri, yöneticileri, belediye başkanları, üyeleri, çalışanları dahil neredeyse yarısı cezaevindedir.

Demokratik siyaset dört duvar arasında esir alınmaya çalışılmaktadır. Eş Genel Başkanlarımızı ve milletvekillerimizi adeta intikam alırcasına tutuklayan iktidar, yargı eliyle görülmemiş kararlara imza atmaktadır.

Bugün partimizi yargılamaya çalışan mahkemeler hukuk mahkemeleri değil AKP mahkemeleridir, AKP yargısıdır.

İktidarın yargısı Suruç’un, Diyarbakır’ın, Ankara’nın, Tahir Elçi cinayetinin esas sorumlularını bulmak için çaba sarfetmek yerine, fezleke rekorları kırmakta, cezaevlerini HDP’lilerle, muhaliflerle doldurmaktadır.

Aynı yargı, gerçekler dile getirilmesin, halk haberdar olmasın diye televizyonları, gazeteleri, radyoları kapatmakta, gazetecileri bir bir cezaevine atmaktadır.

Anayasanın, hukukun askıya alındığı böylesi bir süreçte yerel yönetimlere adeta siyasi darbe yaparcasına bir bir el konulmaktadır.

İktidar seçimle kazanamadığını kayyım atayarak ele geçirmeyi bir gelenek haline getirmektedir. 2016 Eylül'ünden itibaren 94 belediye bu iktidar eliyle gasp edildi. Kayyımlar adeta Şark Islahat Planı’nın, Umumi Müfettişliklerin ve OHAL Valiliğinin ardılı olarak uygulanmaktadır.

AKP iktidarı, ittihatçı zihniyetin uygulamalarını sistemli bir şekilde takip etmekte ve kendi politikası olarak hayata geçirmektedir. Bir lokma bir hırka ilamlarını, şatafat ve israf düzenine dönüştürenlerin iktidarına, ellerindeki bütçe yetmiyor olacak ki halkın belediyelerini de peyderpey ele geçirmektedir.

Halkın sandıklarda verdiği her türlü uyarıya kulak tıkayanlar, el koydukları belediyelerimizde gözler önüne serilen şatafattan dahi utanmadan, Kürt halkının iradesine yeniden el koymaya devam etmektedir. Sayıştay raporlarına da yansıyan usulsüzlükler, yolsuzluklar öyle bir hal aldı ki kayyımlar 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet sisteminin yereldeki ayakları olarak karşımıza çıkmaktadır.

31 Mart sonrasında, 1 Nisan sabahında belediyelere operasyon için kolları sıvayanlar, 19 Ağustos’tan bugüne 31 belediyemizin eşbaşkanlarını görevden aldı. Yani yaklaşık 4 milyon kişinin seçme hakkı elinden alındı.

Biz bu konuşmayı yaparken bile, şu an Sur Belediye Eşbaşkanı Filiz Buluttekin evi basılarak gözaltına alındı. Eve giren kolluk, Buluttekin'i, eşini ve 10 yaşındaki oğlunu yere yatırıp kafalarına silah dayadı.Kürt düşmanlığı dediğimizde buna tepki gösterenler, bir kez daha söylüyoruz, bu Kürt düşmanlığıdır. Kürt düşmanı damgasını alnınıza yapıştırıyoruz.

Aday gösterdiğimiz ve YSK tarafından aday olmasında hiçbir sorun bulunmayan 6 belediye eşbaşkanı arkadaşımızın, seçildikten sonra mazbataları elinden alındı. Yani seçilme hakları elinden alındı. YSK eliyle açıkça tuzak kuruldu.

Görevden alınan eşbaşkanlarımızın biri bile belediyedeki görevinden dolayı suçlanmadı. Neredeyse tamamı HDP’li kimlikleriyle düşüncelerini ifade ettiği için ve bu düşünceler ve HDP’li olmaları iktidarı rahatsız ettiği için adeta cezalandırıldı.

Hukuksuzluğun hangi birini sayalım: Kadın eşbaşkanların, kendi adaylıklarının tanıtım toplantısına katılmaları dahi suç olarak gösterildi. 200 gün açlık grevinde kalan Leyla Güven’in açlık grevinde olduğunu söylemek suç sayıldı.

Karakola dönüştürülen belediyeler için ‘‘belediyeler karakola dönüştürülmüş’ demek de tutuklama gerekçesi yapıldı. Nefes alıp vermek dahi suç haline getirildi.

Daha birkaç gün önce çıktıkları ilk duruşmada tahliye edilen Kulp Belediye eşbaşkanlarımız, nükleer silahla dahi suçlanıp, halkla adeta alay edilircesine tutuklanmıştı. Ve daha niceleri yalan yanlış suçlamalarla, gizli tanık beyanlarıyla görevlerinden uzaklaştırıldı.

Belediye meclisinin kendi içinden seçim yapmasına dahi izin verilmedi. Devletin valileri, kaymakamları halkın iradesinin karşısına dikildi. Bu Meclis de sadece izledi.

Kayyımlar o belediye binalarını ele geçirmiş olabilir. Ama halkın iradesini asla ele geçiremeyecekler, halkın iradesini teslim alamayacaklar.

O kayyımlar binaların kayyımıdır. Halkımızın iradesi ise dimdik ayaktadır. Ve ilk seçimlerde kayyımcı zihniyete gereken cevabı en güçlü şekilde verecektir.

Kayyım atamaları aynı zamanda eşbaşkanlık sistemimize yani kadın iradesine, kadınların eşit temsiliyetine ve kadın kazanımlarına bir saldırıdır. Bu iktidar kadınların iradesinden, kadınların güçleniyor olmasından açıkça korkmaktadır. Kadınların yükselen mücadelesini kendi iktidarlarının sonu olarak görmektedirler. Bu nedenle kadın karşıtı politikalara ısrarla sarılmaktadırlar. Ama ne yaparsanız yapın, Biz kadınlar mücadelemizden de Eşbaşkanlık’tan da asla vazgeçmeyeceğiz. Her yerde "tek adam değil, çok insan, tek başkanlık değil eşbaşkanlık" demeye devam edeceğiz.

Sayın Milletvekilleri;

Sadece içeride değil, sınırın dışında da Kürde düşman anlayışın politikaları tezahür etmeye devam etmektedir. Sınırın öbür tarafından “iki roket attırıp, savaş gerekçesi çıkarırız” diyen zihniyet Kuzey ve Doğu Suriye’de, halkların bir arada yaşamını ve demokratik geleceğini hedef almakta, IŞİD karanlığına yeniden alan açmaktadır. Dünyanın gözleri önünde barbar çetelere karşı duranların yerleşim yerleri, barbar çetelerin artıklarına teslim edildi. Bu çetelerin başı olan Bağdadi, Türkiye’nin 12 gözlem noktasından, nasıl olduysa görünmeden geçerek, çetelerin yerleştirildiği bu topraklara kadar gelebildi. Sınırın 5 km yakınında öldürüldü. Halen Afrin’de, İdlib’te bu çetelerin artıkları cirit atıyor.

Sınırın bu tarafına bir çakıl taşının bile gelmediği Serêkaniyê ve Gîre Spî, yine bu çete artıklarına teslim edilmek üzere işgal edildi. Sivillerin üzerine bombalar yağdırıldı, kadınlar, çocuklar, yaşlılar, işgalden kaçanlar, hava bombardımanıyla paramparça edildi. Rojava’da Kürtlerin, Arapların, Ermenilerin, Sünnilerin, Hristiyanların, Ezidilerin hep birlikte tesis ettiği birlikte yaşam modeli, maşa olarak kullanılan barbar çetelerin saldırısına maruz bırakıldı. Yüzbinlerce insan yerlerini, kendi öz topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Demografik yapıyı değiştirmeyi hedefleyen bu saldırı planı ne yazık ki tüm Suriye ve Ortadoğu halklarına, Türkiye halklarına kaybettirmektedir. Mermi hesabıyla, halka aç kalmayı salık veren zihniyet, Kuzey Doğu Suriye’de insanları adeta savaş silahlarına denek yaptı. Yandaşlar savaş üzerinden cebini doldururken, Kuzey Doğu Suriye’ye yapılan işgale “işgal” dememiz, “savaş” dememiz engellenmek istendi. Ama biz gerçekleri haykırmaya, savaşa karşı çıkmaya devam edeceğiz. Bizler Suriye’deki sorunlar Suriye sınırları içinde, Suriye halklarının iradesi ile çözülmeli derken, iktidar korsan bir ordu ile Suriye’yi istediği şekilde dizayn etme gayretine durmadan devam ediyor, çetelerin insanlık suçlarına adeta ortak oluyor. IŞİD ve El Kaide unsurlarını da içinde barındıran bu çetelerin maliyeti olan milyon dolarlar da halkın sırtına halen yüklenmeye devam etmektedir.

Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri;

Sadece bugün değil, yıllardır halkın bütçesi güvenlikçi politikalara ve savaşa harcanıyor. Yıllardır, toplumun her kesimini kıvrandıran sorunların çözümü, siyasi iktidarlar tarafından bir zaruret olarak görülmüyor. Bununla birlikte parlamentonun müdahale yetkisi elinden alındı. Özellikle de parlamentonun işlevsizleştirilmesiyle, halkın parasının halka harcanmamasına adeta seyirci kalınıyor.

Bakınız, Bütçe, parlamenter rejimlerin temel varoluş sebeplerinden biridir. Meclisin en asli görevlerinden biri, halkın parasının halka hizmet olarak dönmesini sağlamaktır. Bizler bu amaca hizmet edelim diye halk tarafından bu parlamentoya gönderildik. Ancak bugün üzerine konuştuğumuz bütçe halkın çıkarlarını gözetmekten ziyade Saray'a hizmet eden, sermayenin cebini doldurmaya hizmet eden bir hale getirildi. Haftalarca parlamenterlerin üzerine konuştuğu bütçe kalemlerinde herhangi bir değişiklik yapılamadı. Halkın bütçesinin, güvenlikçi politikalar ve savaşa aktarılan büyük payının, eğitime, sağlığa, refaha, özgürlüğe, adalete, kadına, tarıma, işçiye, EYT’liye, öğrenciye harcanması engellenmektedir. Çünkü bu bütçe parlamentodan ve denetimden uzak bir süreç içerisinde sarayda hazırlandı, bir noter gibi, onaylansın diye de Meclis'in önüne getirildi. Daha da önemlisi bütçe hakkı halkın temel hassasiyetlerini, yönetenlerden beklentilerini karşılayacak bir olgu olmaktan çıkarıldı.

Özellikle bütçedeki eşitsizlik kadınlar açısından çok daha vahim bir noktadadır. Her alanda olduğu gibi bütçede de kadının adı yoktur. Kadınlar her gün sokak ortasında öldürülmeye devam etmektedir. Kadın cinayetleri, kadını mücadelesinden, kamu alanından ve hatta yaşamdan uzaklaştırma politikalarının bir tezahürü olarak yaşanmaktadır. Kadını öldürmek kahramanlık haline getirildi.

İşte bu bütçe de bunu desteklemektedir. Her gün en az bir kadın öldürülürken, bütçe kalemleri kadınların lehine düzenlenmedi. Her gün ortalama 5 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybederken bütçe, işçi ve emekçileri gözetir bir anlayışla düzenlenmedi. Eğitimde son sıralarda olduğumuz da görmezden gelindi, sağlık harcamalarının pahalılığı da görmezden gelindi. Çiftçinin borç harçtan elinde geçinecek parası kalmadığı da görmezden gelindi, pırıl pırıl gençlerin işsizlikten kırıldığı da görmezden gelindi. İnsanların geçinememekten toplu ölümleri seçtiği de, artık adalete inançlarının kalmadığı da görmezden gelindi. Bütün bu kalemlere harcanmayan her kuruşun, bizleri içinden çıkılmaz bir sarmala soktuğu açıktır. Halk geçinemediği için toplu intihar ederken, halkın bütçesi sınır içinde ve sınır dışında savaş ve güvenlikçi politikalara harcanmaktadır.

Sayın Milletvekilleri;

Bu ülkede yıllardır Kürtler yaşadığını, Ermeniler öldüğünü, Aleviler bir inanç olduğunu, kadınlar var olduğunu, emekçiler sömürüldüğünü, doğa, insan kadar hak sahibi olduğunu kanıtlamaya çalışırken, artık bu gerçekliklere kulak tıkamamız imkansızdır. Bu çatı altında Türk, Kürt, Ermeni, Ezidi, Süryani, Arap, Laz vekil varken, bu topraklarda bu etnik kökenden halklar yokmuş gibi yaparak bu meseleyi çözemeyiz. Bu Meclis çatısı altında Alevi, Sünni, Hıristiyan vekillerimiz varken, bu topraklarda bu inançlara mensup halkların olduğunu görmezden gelemeyiz.

Halkı tek tip gören, yönetimde, idarede tek tipçiliği dayatan bir akılla varlık sürdüremeyiz. Halkları bir arada tutacak, birlikte yaşamalarını sağlayacak yol ve yöntemler yüz yıldır uygulanan ve sonuç vermeyen politikalardan çok farklıdır.

Kimlikleri tektipleştiremezsiniz, demokratik çoğulculuğu tüketemezsiniz. Artık bunu anlamanız gerekir. Atılması gereken ilk adım tarihle, geçmişle kararlılıkla yüzleşmedir. Türkiye’yi bu krizler sarmalından ancak yüzleşme ve demokratik çözümde ısrar ile kurtarmak mümkündür. İşte bu yüzleşme tam da burada, bu Meclis çatısı altında başlamalıdır. Bu Meclis eşit yurttaşlığı önüne vazgeçilmez şart olarak koymalı, adalet ve özgürlüğü düstur edinmelidir. Bu devasa sorunu ABD-Rusya ve dış güçlerle değil, kendi içimizde diyalog kanallarıyla çözmeliyiz. Elbette ki bunun en önemli koşulu demokratik, özgürlükçü bir anayasadır. Böyle bir anayasa ile i̇ktidarın sınırları çizilir. İktidar denetlenebilir hale getirilir. Temel insan hakları güvence altına alınır. Toplumun acil olarak yeni bir anayasa ihtiyacı vardır. Toplumun bütün dinamikleri böyle bir anayasanın yapılmasında hemfikirdir. Ülkedeki demokrasi krizinin çözülmesi, Kürt sorununda eşitlikle güçlenmiş, adaletle bezenmiş, barışçıl bir çözüm halkın bizden beklentisidir. "Bizden" diyoruz, zira halkın iktidardan bir beklentisi kalmadı. Bizler, herkes için, her kesim için kapsayıcı olabilecek, hak ve özgürlükleri koruma altına alan, çoğulcu, demokratik yerel yönetimleri ve güçlü bir parlamenter sistemi önceleyen, eşbaşkanlığı her yönetim kademesinde tanıyan, kadını koruyan, ekolojik, hayvan dostu yeni bir anayasanın yapılması için öncü olmak durumundayız.

Uzun zamandır HDP olarak yürüttüğümüz demokratik anayasa çalışmasının ortam ve şartlarının hazırlanması sürecinin başarıyla sonuçlanması için çaba sarf etmekteyiz.

20 Kasım’da Ankara’da geniş katılımlı bir toplantı ile bir deklarasyon yayımladık, "hodri meydan" dedik, iktidarı erken seçime çağırdık. Çünkü bu iktidar artık miadını doldurmuş, toplumun sırtında bir kambura dönüşmüştür.

Toplumun büyük kesimi bu kayyım zihniyetini artık kabul etmemektedir. Kürt ve muhalif düşmanlığı, kadın karşıtlığı etrafında kenetlenmiş olan bu iktidarın topluma zarar vermeden varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Savaşta ısrara karşı Kürt sorununda barışı kararlılıkla örmeye devam devam ederken, savaşa karşı halkın bütçesinde de ısrarcı olmaya devam edeceğiz.

Bu bütçe, kadın bütçesi olmadığı, işçinin bütçesi olmadığı, gençlerin, öğrencilerin bütçesi olmadığı, çiftçinin, emekçinin bütçesi olmadığı, EYT'linin, asgari ücretlinin bütçesi olmadığı için bu bütçeyi kabul etmiyoruz.

Yoksulluğu savaşla gölgelemeye çalışanların bütçesini kabul etmiyoruz.

Halkı açlıktan kırılırken şatafat ve israftan halkın vaziyetini görmeyenlerin bütçesini kabul etmiyoruz.

Dün ölüm yıldönümü olan Taybet Ana'yı öldüren politikalara karşı olduğumuz için bu bütçeyi kabul etmiyoruz.

Dün yıldönümü olan ve 32 kişinin hayatını kaybettiği Hayata Dönüş Operasyonu'nun talimatını verenler zihniyetin tezahürüne karşı olduğumuz için bütçeyi kabul etmiyoruz.

Alevi yurttaşlarımızın, yeniden bir Maraş Katliamı’nın endişesiyle her gün yaşamasına karşı olduğumuz için bütçeyi kabul etmiyoruz.

Birkaç gün sonra yıldönümü olan 17’si çocuk 34 kişinin F16’larla bombalanarak öldürüldüğü Roboski’yi unutmadığımız için bütçeyi kabul etmiyoruz.

Son olarak demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesini dört duvar arasından da kararlıca savunan başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere yol arkadaşlarımız adına bir kez daha bu bütçeyi kabul etmediğimizi ifade ediyorum.

Genel Kurulu Saygıyla selamlıyorum. 

20 Aralık 2019