HDP Grubu adına Mardin Milletvekili Erol Dora’nın Adalet Bakanlığı bütçesi üzerine konuşması

28. Birleşim
13 Aralık 2014-Cumartesi

Adalet Bakanlığı 2015 Yılı Bütçe Kanunu Tasarısı üzerine Halkların Demokratik Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, demokrasi, toplumun kendisiyle ilgili kararlara müdahil olabildiği ölçüde anlamlı, işlevsel ve niteliklidir. Bu bağlamda, demokrasinin temsilî bir mekanizma değil, aksine katılımcı ve müzakereci bir süreç olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu temelde siyaset mekanizmasının çözüm üretebilme kapasitesi de söz konusu müzakere süreçlerinin sağlam bir zeminde inşa edilebilmesiyle yakından ilişkilidir. Buradan hareketle, bütçe görüşmelerinin yapıldığı şu zaman diliminde bir kez daha kalın çizgilerle altını çizmek gerekir ki hesap verebilmeye hazır olmak, denetlenebilmeye açık olmak bir iktidarın demokrasi ve şeffaflık kavramlarına olan yakınlığını gösteren önemli kriterlerdir. Aynı biçimde tersinden düşünüldüğünde ise hesap verebilmeye hazır olmamak, denetlenebilmeye açık olmamak yine bir hükûmetin demokrasi ve şeffaflık kavramlarına olan uzaklığını gösteren önemli kriterlerdir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bütçenin denetlenebilir olması ya da olmaması iktidarın diğer alanlardaki politika ve icraatlarının da bir aynası niteliğindedir. Bu bakımdan, geldiğimiz noktada, bütçe üzerinde yapılan görüşmeler ve yürütülen tartışmalar artık sembolik bir seremoninin ötesine geçmek zorundadır. Etkin bir toplumsal katılım ve denetleme sağlanmadan demokrasi kavramı ancak yüzeysel bir iddia düzeyinde kalır. Öyle ki, kaynaklarının kullanımında söz sahibi olamayan bir toplumun diğer karar süreçlerinde de etkin olması beklenemez.

Değerli milletvekilleri, üzerinde görüştüğümüz Adalet Bakanlığı bütçesinde de öncelikle hukuk devleti kavramı üzerinde durmayı gerekli buluyorum. Hukuk devleti ilkesinin başlıca üç unsuru vazgeçilmezdir. Birincisi, hukuk devletinde devletin bütün tasarrufları hukuk denetimine tabidir. Bugün bulunduğumuz noktada Türkiye’de gerek Sayıştay raporlarının etkin denetiminden uzak ve yüzeysel bir yapıda olması gerekse Sayıştayın denetimine tabi olan bakanlık ve kurumların denetim süreçlerinde ilgili harcamalara dair belgeleri sunma konusunda takındıkları lakayıt tutum göz önüne alındığında, hukuk devleti ilkesinin birinci unsuruna yani devletin bütün tasarruflarının hukuk denetimine tabi olma unsuruna aykırı davranıldığı açıkça ortadadır.

Değerli milletvekilleri, hukuk devletinin ikinci önemli ve olmazsa olmaz unsuru, yasalar açık olmalıdır, yasalar öngörülebilir olmalıdır, yasalar erişilebilir olmalıdır biçimindedir. Türkiye’de bugün bulunduğumuz noktada hukuk devletinin bu unsuru da ihlal edilmektedir. Bu hukuk ihlaline güncel bir örneği geçtiğimiz haftalarda Meclis Genel Kurulunda sözde “yargı paketi” adı altında kabul edilen torba yasadan verebiliriz. Ne getirdi bu torba yasa? Ceza muhakemesi işlemleri sırasında gözaltı, tutuklama, arama ve el koyma gibi koruma tedbirlerine başvurulabilmesi açısından somut delillere dayalı, “kuvvetli şüphe” ibaresinin yerine “makul şüphe” şeklinde bir ifade getirilerek hukuk devletinin temel ilkelerinden birisi olan “Yasalar açık olmalıdır, yasalar öngörülebilir olmalıdır, yasalar erişilebilir olmalıdır.” ilkesi açıkça ihlal edilmiştir. Bu şekilde, koruma tedbirlerine soyut birtakım şüpheler nedeniyle başvurularak kişi özgürlüğü ve güvenliği ile mülkiyet hakkının zedelenmesinin önü daha da açılacaktır. Soruşturma için sadece kişinin bir suçu işlediğini düşündürebilecek emarelerin varlığına dayanarak basit bir şüpheyle kişilerin gözaltına alınması, tutuklanması, uygulamada mağduriyetlerin ve hak ihlallerinin daha da artmasına neden olacaktır.

Değerli milletvekilleri, Türkiye yargı tarihi, yargıçların nelerin makul şüphe olduğu yönünde ve makul şüphelerin nasıl birer hak ihlali zincirine dönüştüğü konusunda müstesna örneklerle dolu. Genelde Hükûmetin, özelde Adalet Bakanlığının, yani insanı hak ihlallerine teşvik edecek bu hukuk dışı, çağ dışı kanuni uygulamalardan medet bekliyor olması ibret vericidir. Türkiye, biliyorsunuz, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı sağlanana kadar ki dönemde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde sözleşmeyi en fazla ihlal eden devlet konumundadır, kendisi aleyhine en fazla karar açılan devlet durumundadır ve en fazla bekleyen davası bulunan devlet konumundadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; kanunlar açık, belirli, öngörülebilir olmalıdır. Makul şüphe kavramı öngörülebilir de değildir, açık da değildir. Bu kanunda kimin ne yapacağı belli değildir, herkes her şeyi yapabilir. Burada sonsuz bir yetki, bir keyfî yetki kullanma kapısı açılmaktadır. Bu keyfîlik kapısı hukuk devleti bakımından büyük bir tehdit arz etmektedir.

Ve nihayet üçüncü olarak da hukuk devleti, aynı zamanda, kanun devletinden farklı olarak adalet, insan hakları gibi temel değerleri içermelidir. Çok iyi biliyoruz ki yasalarında bu temel değerleri içermeyen ülkeler hukuk devleti olamazlar. Bu konuda Nazi Almanyası’ndan bir örnek verebiliriz. Nazi Almanyası’nda yapılan her şey büyük oranda kanunidir, kanuni olmayan neredeyse hiçbir şey yoktur. Nazi Almanyası’nda cezaevinde bulunan Yahudiler ceza sürelerini bitirmeden gaz odasına gönderilmemişlerdir. Mahkûm, cezaevinden çıktıktan sonra gestapo mahkûmları alıp gaz odasına götürmüştür ama cezalarını bitirmeden götürmemiştir. Bu anlamda, Nazi Almanyası’nda her şey kanunidir ama hiçbir şey hukuki değildir, hukuk devletinde olan hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, bu ikisini, yani hukuk devleti ile kanun devletini birbirinden ayırmak durumundayız.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu bağlamda, hukuk devleti ilkesini hiçe sayan düzenlemelerden birine daha değinmek istiyorum. Yine yargıya ilişkin son torba yasa içerisinde yer alan bir düzenlemeye göre, avukatın dava dosyasına erişebilmesi engellenmek istenmektedir. Bu kanun yürürlükte olduğu müddetçe diyebiliriz ki genelde pek çok davada kısıtlama kararı alınacaktır. Hâkim kısıtlama kararı veriyor, kısıtlama kararı verince savunma avukatları dosyayı inceleyemiyor, dosyadaki delilleri inceleme imkânına sahip olamıyorlar yani dosyadaki delillerin hukuka uygun mu, hukuka aykırı mı elde edildiğini savunma avukatı göremiyor ve bu delillere itiraz edemiyor. Bu delillere savunma avukatı itiraz edemeyecekse peki, nasıl savunma gerçekleşebilecektir? Evet, açık bir biçimde bu örnekte de görülüyor ki bu uygulama kanuna uygundur ama hukuka, savunma hakkına ve genel itibarla evrensel insan haklarına aykırıdır. Buradan hareketle rahatlıkla ifade edebiliriz ki genel adalet sisteminin fiilî işleyişi bakımından hukuk devleti olma gereğinin 3 temel asli şartını yerine getirmeyen bir ülkenin sadece anayasasında sembolik olarak hukuk devleti olarak tanımlanması o ülkenin gerçek bir hukuk devleti sayılması için yeterli değildir.

Değerli milletvekilleri, az önce bahsettiğimiz yargı paketiyle yürürlüğe konulan ve devlet-yurttaş ilişkisinde yurttaşı korumasız hâle getiren makul şüphe düzenlemesine paralel olarak Hükûmetçe “iç güvenlik paketi” adı altında Meclis gündemine getirilmek istenen bir diğer evrensel hukuka aykırı olan kanuni düzenlemeye daha değinmeyi gerekli görüyorum. İç güvenlik paketi bir bakımdan İçişleri Bakanlığına bağlı kolluk güçlerinin yetkilerini artıran bir nitelik arz ederken bir diğer açıdan Adalet Bakanlığına bağlı olan mahkemelerin, savcıların, hâkimlerin yetkileri de bir o kadar gasbedilmektedir. İç güvenlik paketiyle polise kişilerin üstleri ve araçları aranmasında daha geniş bir yetki tanınıyor. Bu durumda bundan böyle sık sık kişilerin üstü ve aracının aranacağı bir süreç yaşayacağımızı söyleyebiliriz. Yine polisin, savcının veya mahkemelerin yetkisini kullanacak şekilde müşteki, mağdur veya tanık ifadelerini kişilerin ikamet ettiği yerde alması sağlanıyor. Bu yasal değişiklik ile polise çok geniş bir yetki tanınarak savcıların ve mahkemelerin yetkileri açıkça gasbedilmiş olacaktır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yine kolluk amirlerini yazılı veya sözlü talimatıyla polise önleyici gözaltı yetkisi tanınıyor. Önleyici gözaltı, vatandaşların bizzat idari bir birim olan kolluk tarafından suçlu kabul edilebilmesini sağlayan bir hukuksuzluk örneğidir. Bu durum hukuk devleti ilkesine, masumiyet karinesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Benzer biçimde vali ve kaymakamların adli kolluk amiri sıfatının kazanması sağlanmaktadır. Böylece doğrudan doğruya siyasi otoriteye bağlı vali ve kaymakamlar suç soruşturmalarında adli kolluk amiri unvanını alarak soruşturmalar bakımından Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki evrensel ilkeleri hiçe saymış olacaklardır. Bu yolla adliye teşkilatının savcılık bürosu vali ve kaymakamlar üzerinden Hükûmete bağlanmış olacaktır.
Değerli milletvekilleri, Hükûmet yetkililerinin toplantı ve gösteri yürüyüşleri özgürlüğüyle ilgili şu hususları çok iyi kavramaları gerektiğine inanmaktayız. Birincisi: Evrensel hukukta ve mevcut Anayasa’da toplantı ve gösteri yürüyüşleri izne tabi değildir. Toplantı ve gösteri yürüyüşünün nerede yapılacağı, ne zaman yapılacağı o gösteriyi düzenleyen kişilere ait bir haktır, buna valiler karar veremez. Buna karşın çıkarılan tali yasalarla halkın en meşru haklarından birisi olan toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı engellenmeye çalışılırsa, halkın demokratik protesto hakkını engellemek üzere polise de orantısız güç kullanma yetkisi verilirse bunun adına evrensel hukukta insan hakları ihlali denmektedir.
İkincisi: Polisin ve yargının görevi elbette kamu düzenini ve adaleti sağlamaktır ancak polis ve yargı gücü bugün gerçek anlamda suçluyu yakalamak, suçluyu cezalandırmak için kullanılmamaktadır. Maalesef, polis ve yargı gücü kamu düzenini değil iktidarı korumak üzere Hükûmetçe her gün yeniden tasarlanmakta ve âdeta iktidarın iktidarda kalmasının bir aracı hâline getirilmektedir. O nedenledir ki Türkiye’nin polis gücü bugünkü Avrupa’daki en geniş polis gücü hâline getirilmiştir. O nedenledir ki insan haklarını ihlal eden polisler cezalandırılmamaktadır. Polis şiddeti nedeniyle yüzlerce insan öldürülmüştür, binlerce insan yaralanmıştır. Bunlarla ilgili, polise büyük bir koruma sağlanmaktadır. Bütün bunlar giderilmeden Türkiye’de insan haklarından bahsetmek söz konusu olamayacaktır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde mahkûm olduğu davalara baktığımız zaman görüyoruz ki devletin insan hak ihlalleri neticesinde soruşturma açma yükümlülüğünü yerine getirmediği, etkili bir soruşturma yürütmediği konusu birinci sıradadır. Etkili soruşturma nedir? Hemen başlatılan, derhâl başlatılan ve her türlü incelemeyi kapsayan; tanık dinlemeyi, kroki çizmeyi, balistik muayeneyi, otopsi raporlarını, barut izlerini, her türlü teknik incelemeyi kapsayan bir soruşturmadır ancak bu etkin süreç insanların yaşam hakları ihlal edildiğinde maalesef işletilmemektedir. Bunun en somut örneklerinden birisi Roboski katliamıdır. Roboski katliamının failleri kamu görevlileridir ancak devlet bu kamu görevlileriyle ilgili etkili bir soruşturma maalesef başlatmamıştır. Kimse görevinden bile alınmamıştır, herhangi bir yaptırım uygulanmamıştır. Bu durum, devletin açıkça insan hak ihlallerini cezalandırmadığının, cezasız bırakarak aslında ödüllendirdiğinin açık bir kanıtıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; gene, Gezi eylemlerinde yaşamını yitiren yurttaşlarımızın failleri olan kamu görevlilerine karşı etkin bir soruşturma ve yargılama yürütülmemiştir. 6-8 Ekim Kobani olaylarında yaşamını yitiren insanların failleriyle ilgili etkin hiçbir işlem yapılmamıştır. Buna ilişkin parti olarak, Mecliste araştırma komisyonu açılmasına ilişkin teklifimiz iktidar partisi tarafından reddedilmiştir. Hak ihlalleri ve suça bulaşan kamu görevlilerine yönelik etkin bir soruşturma ve yargılamanın olmadığının en canlı örneklerinden biri üzerinden yedi yıl geçmiş olmasına karşın aydınlatılamayan Hrant Dink cinayetidir. Yine, devletin kendi yurttaşının yaşam hakkını ihlal etme biçiminin en ibret verici örneklerinden birisi de tam otuz dört yıl önce bugün, 13 Aralık 1980’de cunta mahkemelerinde 17 yaşındaki Erdal Eren’in yaşının büyütülerek idam edilmesidir.
Değerli milletvekilleri, bu yüzden Türkiye aleyhine sürekli ihlal kararları çıkmaktadır. Türkiye’nin davalarını niteleyen en önemli özellik şudur ki: Devlet, hak ihlalinde bulunan kamu görevlisine koruma sağlamaktadır. Devlet, yurttaşlara kötü muamele yapan, dayak atan, öldüren, yaralayan kamu görevlisine kol kanat germektedir. Bu birkaç türlü olmaktadır: Ya deliller ortadan kaldırılmaktadır ya da failler yargı önüne çıkarılmamaktadır ya da yargı önüne çıkarılırsa o yargı süreci bir türlü işlememektedir ya da dava zaman aşımına uğratılmaktadır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; insan hak ihlallerine yönelik etkin ve ivedi yargılama usulü benimsenmelidir. Bu yıl Hükûmetçe Meclis gündemine ivedi yargılama usulü getirildi. Evet, çok güzel ivedi yargılama usulünün getirilmesi. Ama, “Ne için getirildi bu ivedi yargılama usulü?” diye baktığımız zaman görüyoruz ki ihlal işlemleri, acele kamulaştırma işlemleri, özelleştirme gibi akçeli işlere getiriliyor. Oysa Türkiye’de kitlesel insan hakları ihlalleri var, polis şiddetinden ölen yüzlerce insan var. Bu insan hakları ihlalleri varken, yaşam hakkı ihlal ediliyorken ivedi yargılama usulünü bu insan hakları için uygulamayıp akçeli işler için uygulamak iktidarın önceliklerinin nerede olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Değerli milletvekilleri, dünyanın bütün gerçek hukuk devletlerinde ivedi yargılama usulü öncelikle insan hak ihlallerine ilişkin yargılamalarda uygulanır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde de öncelik, yaşam hakkının ihlaline verilir, akçeli işlere verilmez ama maalesef Türkiye’de bu böyle olmuyor.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye Avrupa Birliğine tam üyelik için müzakerelerini sürdüren bir ülke konumundadır. 1993 yılında yapılan Kopenhag Zirvesi’nde Avrupa Konseyi, Avrupa Birliğinin genişlemesini kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirtmiş bulunmaktadır.

Kopenhag Kriterleri olarak literatüre geçen bu kriterlerden “Siyasi Kriterler” başlığı altında şu ilkeler yer almıştır: İstikrarlı ve kurumlaşmış bir demokrasinin var olması, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, azınlıkların korunması. “Bu ilkelerin varlığı tek başına yeterli olamamakta, aynı zamanda kesintisiz olarak uygulanıyor olması gerekmektedir.” denilmiştir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 21’inci yüzyıl Türkiye'si, gerek hukukun üstünlüğü ilkesiyle gerek özgürlükçü demokrasiyle ve gerekse özgürlükçü laiklik ilkesiyle ve dolayısıyla evrensel hukuk ilkelerinin bir savunucusu olarak bölgesinde örnek, model bir ülke olmak durumundadır. Ancak, bu ilkelerin yaşamsal ve sürekli kılındığı bir Türkiye, gerek istikrarlı bir iç barış sağlayabilecek gerekse bölge barışına ciddi katkılar sunabilecektir. Bu bağlamda her Türkiyeli yurttaş gibi bizler de hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına inanan ve bunu koşulsuz uygulayan devlet ve Hükûmet yöneticileri görmek istiyoruz.
Bu duygu ve düşüncelerle, tekrar Genel Kurulu selamlıyor, iyi günler diliyorum.