Erol Dora: Türkiye imza koyduğu uluslararası sözleşmeleri dikkate almama lüksüne sahip değildir

Mardin Milletvekilimiz Erol Dora, Mecliste devam eden bütçe görüşmelerinde söz aldı ve şu değerlendirmelerde bulundu: 

Türkiye'de yeni bir toplum sözleşmesi olarak yeni ve katılımcı bir anayasaya duyulan ihtiyaç yıllardır çeşitli vesilelerle tartışmalara konu olmuştur. Elbette olağanüstü dönemlerde, darbe dönemlerinde yazılan anayasaların ülkemizde yaşayan farklı toplumsal kesimlerin demokratik taleplerini gidermediği, aksine her darbe anayasasının toplumsal sorunların artarak ve derinleşerek süreğenleşmesine yol açtığı gerçeği son derece maliyetli bir tecrübe olarak orta yerde durmaktadır. Hâlen yürürlükte bulunan 1982 darbe anayasası da bu nitelikte bir metindir.

Eşit yurttaşlık tezi sembolik düzeyde kaldı 

Cumhuriyeti hazırlayan dönemde ve 1923 sonrasında modernlik zemininde gelişen tekçi ulus yapısını tahkim etme süreçleri bu coğrafyanın tarihi ve kültürel birikimini geliştirecek bir nitelik yaratmak yerine, farklılıkları görmezden gelmeyi, farklılıkları bastırmayı, özetle, farklı olanı negatif olarak kodlamayı bir düstur haline getirmiştir. Dolayısıyla aslında çokça dillendirilen cumhuriyete kadar olan dönemde devlet karşısında tebaa statüsünde bulunan halkın cumhuriyetle birlikte devlet yönetimi konusunda, seçme ve seçilme hürriyetine sahip, eşit kadın ve erkek yurttaşlar hâline geldikleri tezi sembolik düzeyde kalmıştır. Öyle ki aradan geçen yaklaşık 100 yıllık süreçte, örneğin, hala kadına seçme ve seçilme hakkının verilişinin yıl dönümü kutlanmakla yetinilmekte, buna karşın Parlamentoda yer alan milletvekillerinden kaçının kadın olduğu, belediye başkanlarının ya da partilerin il ve ilçe başkanlarının kaçının kadın olduğu sorgulanmamakta, adeta gizlenmeye çalışılmaktadır.

Neyse ki HDP bu konuda tüm siyasi partilere iyi bir örnek olacak konumdadır. Kadın temsilinde kota kavramını aşmış, tüm yönetim şemasında eş başkanlığa geçmiş ve temsiliyet düzeyinde ise eşit temsiliyeti başarmış örnek bir siyasi parti olmanın haklı gururunu yaşamaktadır.

Diğer taraftan, farklı toplumsal kesimlerin eşit yurttaşlık talepleri sürekli bir biçimde bastırılageldiğinden, bir diğer ifadeyle, hak temelli muhalefet etme mekanizmaları sürekli olarak engellendiği için ülkenin siyasi yapısına, demokratik, katılımcı ve çoğulculuk temelli katkılarda bulunmanın, söz sahibi olmanın iç dinamikleri hâlen büyük oranda engellenmiş vaziyettedir.

2000’li yıllardaki ivmenin yerinde yeller esiyor 

Avrupa Birliğiyle bütünleşme süreçlerini de bu bağlamda ele almak yanlış olmayacaktır. Türkiye'de değişim ve dönüşüm için, gereken iç dinamiklerin yetersiz olduğu ülkeler açısından Avrupa Birliği müktesebatı oldukça önemli bir fırsat, önemli bir dış dinamiktir. Bunu kabul etmek gerekir. Hepimizin şahitliğinde Türkiye toplumu 2000'li yıllarda bu dinamiği yaşadı. 2002 sonunda koalisyon hükümetiyle başlayıp Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümetinin ilk yıllarında devam eden siyasi ve iktisadi reformlar, toplumdaki değişim ve dönüşüm arayışının önünü açtı. Devletle toplum arasında o güne kadar pek görülmemiş bir sinerji sayesinde Türkiye çok önemli bir ivme yakaladı. Bugün bu ivmenin yerinde yeller esiyor olsa da kaçırılan bu fırsatın önemi, yapılan yanlışın nasıl tarihi bir yanlış olduğu ve bu yanlışın ardından ülkemizin nasıl bir karanlığa sürüklendiğinin kavranması bakımından dikkat çekicidir.

10-11 Aralık 1999'da Helsinki'de yapılan Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nde AB'ye tam üyelik adaylığının oy birliğiyle teyit edilmesiyle birlikte Türkiye katılım müzakerelerine başlamak için ön koşul niteliğindeki Kopenhag Siyasi Kriterlerinin yerine getirilmesi konusunda yoğun bir reform sürecine girdi. Kişi hak ve özgürlüklerine ilişkin güvencelerin artırılmasından düşünce ve ifade özgürlük alanlarının genişletilmesine, işkenceyle mücadeleden devlet güvenlik mahkemelerinin kaldırılmasına, idam cezasının kaldırılmasından farklı dil ve lehçelerde yayın yapma önünde bulunan yasakların kaldırılmasına, azınlık, cemaat vakıflarının el konulan taşınmazlarının kısmen iade edilmeye başlamasından hukuk ve ceza davalarında AİHM kararları ışığında yargılamanın yenilenmesine imkân sağlanmasına, Yüksek Öğretim Kurulu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu ve Haberleşme Yüksek Kurulundaki Genelkurmay üyeliğine son verilmesine kadar önemli sivil değişiklikler, reformlar gerçekleştirildi. 2004 yılı sonunda AB tarafı Türkiye'nin Kopenhag Siyasi Kriterlerinde gösterdiği performansa karşılık üyelik müzakerelerine başlama kararı aldı. Müzakereler fiilen 2005'in Ekim ayında başladı ancak bu olumlu AB süreci iyi yönetilemediği için akamete uğradı.

Yeni ve demokratik bir anayasaya olan ihtiyaç ve umut canlılığını koruyor

Sonrasında gelişen süreçte ülkenin acil ihtiyacı olan yeni ve demokratik bir anayasa yapımını önüne görev olarak koyan Anayasa Uzlaşma Komisyonunun çalışmaları sonuçsuz kalmıştır. Bakınız, demokratikleşme ve Kürt sorununda siyasi çözüm umutlarının yeşerdiği barış sürecinin yine akamete uğraması ve sonrasında gelişen 15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL sürecinin ülkeyi getirdiği süreci ve bu durumu hepimiz birlikte yaşadık. Ancak, şunu belirtmek gerekir ki toplumun barış ve refahını sağlayacak asgari demokratik bir zemine, yeni ve demokratik bir anayasaya olan ihtiyaç ve umut toplumda canlılığını korumaktadır.

Türkiye'de bütün sorunlar ileri bir demokrasinin ölçütlerine uygun biçimde çözülmelidir 

Bir toplumdaki hak ve özgürlüklerin düzeyi, o toplumdaki demokrasinin niteliğiyle ilişkilidir. Özü olmayan, biçimsel bir demokrasiyle yönetilen ülkelerin hak ve özgürlük anlayışı ile çağdaş bir demokrasinin bütün öğelerini içeren gelişmiş bir demokrasinin uygulandığı toplumların hak ve özgürlük anlayışı kuşkusuz farklıdır. Ama Türkiye gibi 200 yıldır Batı uygarlığını örnek alan ve AB'yle üyelik müzakereleri yürüten bir ülkede vatandaşların hak ve özgürlükleri ancak çağdaş demokrasilerin parametrelerine göre değerlendirilmelidir. Bu temelde, Türkiye'de bütün sorunların insan haklarına dayalı, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü, hukukun üstünlüğüne bağlı ve eşit vatandaşlık anlayışını temel alan, ileri bir demokrasinin ölçütlerine uygun biçimde çözülmesi gerekir. Nitekim, Anayasa'nın 90'uncu maddesinde yer alan "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır" hükmü, Türkiye'de çağdaş bir demokrasinin inşasına büyük zemin sunmaktadır.

Türkiye, Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Konseyinin de kurucu üyesidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ni imzalamış ve sözleşmeden doğan yükümlülükleri kabul etmiştir. Türkiye, 1975'te 34 ülkeyle birlikte Helsinki Nihai Senedi'ni imzalamış ve bu anlaşmanın öngördüğü Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı sürecinde yapılan toplantılara katılarak alınan kararların tümünü imzalamıştır. Bu bağlamda, Türkiye Avrupa'da insan hakları, demokrasi, hukuk devleti ve barışa dayalı yeni bir dönemin başladığının ilan edildiği ve onaylandığı Paris Şartı'nın da imzacısıdır. Türkiye aynı şekilde Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar İkiz Sözleşmesi'ni de imzalamıştır.

Türkiye imza koyduğu uluslararası sözleşmeleri dikkate almama lüksüne sahip değildir

OHAL süreci neticesinde Türkiye demokrasi ve yargı bağımsızlığı konusunda tarihi bir itibar kaybı yaşarken yurttaşlarımız da adalet sistemine karşı ne yazık ki çok büyük bir güvensizlik yaşamaktadır. Seçilmiş milletvekillerinin, belediye başkanlarının, gazetecilerin, akademisyenlerin keyfî olarak, masumiyet karinesini adeta ayaklar altına alan yöntemlerle tutuklanmaları, görevlerinden uzaklaştırılmaları güvenilir bir hukuk sistemimizin, güvenilir bir adalet mekanizmasının kalmadığının göstergesi niteliğindedir. Avrupa'nın anayasal konulardaki en yetkin organı olan Venedik Komisyonu milletvekillerimizin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve tutuklanmasına ilişkin kararın Avrupa hukuk normlarıyla bağdaşmadığını raporlarında açıkça ortaya koymuştur. Öte yandan, yaşanan hukuksuzluklarla ilgili sürekli bir biçimde AİHM'de Türkiye aleyhinde verilen kararlar ve tazminat cezaları da ortadadır. Eğer Türkiye gerçekten özde demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmak ve Avrupa Birliğine tam üye olmak istiyorsa imzalamış olduğu, insanlık tarihinin derin tecrübeleriyle, birikimiyle olgunlaşmış olan çağdaş, evrensel hukuk ilkelerini ve altına imza koyduğu uluslararası sözleşmeleri dikkate almama lüksüne sahip değildir.

20 Aralık 2017