‘Demokratik Cumhuriyet’ hedefi başat görev

Parti Sözcümüz Günay Kubilay Yeni Özgür Politika'nın sorularını yanıtladı

HDP Parti Sözcüsü Günay Kubilay, “Farklı alanlarda süren sosyal mücadeleleri demokrasi ortak paydasında buluşturmak ve bunu yerel demokrasiyle güçlendirilmiş bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ hedefine yönlendirmek başat görevimizdir” dedi. Bu kapsamda Ağustos ortalarından itibaren üç aşamalı bir plan işleteceklerini söyledi.

Halkların Demokratik Partisi (HDP), ‘Erdoğan Rejimi’nin her türlü baskıcı, inkar ve imha sistemine karşı demokratik siyaset zemininde mücadelesini sürdürüyor. HDP Parti Sözcüsü Günay Kubilay, 31 Mart seçim sonrası yaşananlar, 3. yol, tecrit ve Türk devletinin işgal saldırılarına dair sorularımızı yanıtladı.

Kürdistan Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın kısa süre önce açıkladığı ‘Üçüncü Yol’ çizgisi kamuoyunda yoğunca tartışılıyor. HDP, ‘3. yolu’ demokrasi güçleri ve ittifaklarla ne şekilde inşa ediyor?

HDP açısından üçüncü yol, emekçilerin ve ezilenlerin tarihsel ittifakına dayanan bağımsız bir mücadele çizgisi. Egemen güçlerinin iki tarihsel blokunun dışında, Türkiye halklarının güncel ve tarihsel çıkarlarına sahip çıkan, eşit haklar temelinde birlikte yaşamlarını eksen alan, bütün eşitsizlik biçimleri ve egemenlik ilişkilerine son verme amacı taşıyan birleşik bir mücadele çizgisi.

Farklı alanlarda süren sosyal mücadeleleri belli bir politik eksende birleştirmek, demokrasi ortak paydasında buluşturmak, yerel demokrasiyle güçlendirilmiş bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ hedefine yönlendirmek başat bir görev olarak öne çıkıyor. HDP, 31 Mart yerel seçim sürecinin akabinde bütün emekçilerin ve ezilenlerin, bütün demokrasi güçlerinin demokrasi ortak paydasında buluşması ve birleşik bir mücadele sürecine girmesi yönünde çağrılar yapıyor, girişimlerde yapıyor. Öte yandan 31 Mart’ın ortaya çıkardığı imkanları, demokratikleşme sürecinin manivelası haline getirecek bir eylemli süreci organize ederek alanlara çıkmaya başlıyor. Nitekim, 22 Temmuz’da Amed mitingiyle böyle bir eylemli sürece başlangıç adımı atılmış oldu.

Öcalan’ın kamuoyuna açıkladığı 7 maddelik deklarasyon çözüme giden yollara ilk taşları döşeyebilir mi? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye, özellikle Dolmabahçe mutabakatının reddedilmesi ve çözüm masasının devrilmesinden sonra ırkçı ve milliyetçi hezeyanlar eşliğinde süregiden savaş ve şiddet ortamında çatışmacı bir üslup ile kendi bağımsız çıkarları ve demokratik gelecek tahayyülleriyle bağdaşmaz biçimde kutuplaştırıldı ve yapay biçimde bölündü. İçerideki bu kaotik gelişmeler, başta Rojava olmak üzere bölgede izlenen militarist, yayılmacı ve saldırgan dış politikayla birleştirildiğinde sayın Öcalan’ın ‘toplumsal uzlaşma, onurlu barış, demokratik müzakere, demokratik çözüm, özgür siyaset, evrensel değerler’ gibi kavramlarla ifade edilen yedi maddelik çağrısı, barış, demokrasi, özgürlük arayışında olan bütün güçlere sağlanan büyük bir imkan.

Sayın Öcalan, sadece demokrasi güçlerine ve muhalefete değil, bunca zulme rağmen ‘onurlu barış ve toplumsal uzlaşma’ zemininde birlikte yaşama iradesinin çok güçlü biçimde dile getiriyor olması aslında içeride ve dışarıda sonu belirsiz bir macera peşinde koşmaktan, başta Kürtler olmak üzere halklara acıdan, gözyaşından başka bir gelecek vadetmeyen iktidara da içine sürüklendiği bataktan kurtulma imkanı sunuyor.

Toplumun inşa etmediği bir barışın kalıcı olması dünya deneyimlerine bakılınca da zor görünüyor. Siz olası bir çözüm ve barış konusunda toplumun muhattaplığını ve dahiliyetini nasıl sağlamayı düşünüyorsunuz? Demokrasi güçleri barışın ve çözümün inşasında nasıl bir rol alabilir?

Toplum tarafından sahip çıkılmayan ve inşa edilmeyen bir barışın kalıcı olması mümkün değil. Belki de çözüm sürecine dair yöneltilecek en önemli eleştiri bu noktada olmalı. Barış süreci sadece iktidarla değil bütün toplumsal kesimlerin katılımı, kabulü ve inşasıyla kalıcı bir sonuca ulaşabilirdi. Eğer çözüm süreci başından itibaren toplumun inşa ettiği bir süreç olarak işliyor olsaydı, müzakere masasının Erdoğan’ın tek tekme darbesiyle devrilmesi ve sürecin sona ermesi mümkün olmayabilirdi.

Yakın geçmişteki deneyimin de çok çarpıcı biçimde gösterdiği gibi çözüm sürecinin onurlu bir barış ve toplumsal uzlaşmayla sonuçlanması için sürecin açık ve şeffaf biçimde işletilmesi ve toplumla birlikte yürütülmesi bir çözüm sürecini mantıki sonuçlarına eriştirecek yegane yol olarak görünüyor.

Bu bakımdan başta HDP olmak üzere, barışın toplumsallaşması bakımından emek, barış, demokrasi güçlerine, savaşa, şiddete, çatışmaya itirazı olan, sorunun barışçıl yollardan çözümünü isteyen herkese büyük görevler düşüyor.

Kürdistan Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit İstanbul seçimlerinin yenilenmesi sürecinde kalkmış gibi görünse de İmralı kapıları tekrar kapandı. Sizce kapıların kapanmasının temel nedeni nedir? Kapıların açılmasına yönelik yürüttüğünüz bir çalışma ya da yaptığınız görüşmeler var mıdır?

Kendi yasalarını çiğneyerek İmralı kapısını yeniden kapatmalarının nedeni Kürt sorunundaki çözümsüzlük, savaş ve şiddet politikasındaki ısrardır.

İktidar bloğu, başta yaşamını feda eden tutsaklar olmak üzere, açlık grevleri ve ölüm oruçlarının yarattığı basınç karşısında adım atmak zorunda kaldı. Ancak, bu adımı seçime dair faydacı bir yaklaşımla değerlendirmek istediği gün gibi aşikardı. Kanımca Öcalan’ın ‘…. 30-40 gün içinde anlaşılır…’ cümlesinde kastettiği de İstanbul seçimleriydi ve nitekim İstanbul seçimleri de bir ‘turnusol’ işlevi görmüş oldu.

Tecridin ısrarla sürdürülmesi, savaş ve şiddet politikasının ısrarla sürdürülmesi anlamına geliyor. Savaş ile tecrit simbiyotik bir ilişki içinde birbirine besliyor ve pekiştiriyor. Ne var ki, tecrit sadece İmralı’yla sınırlı değil, toplumsal yaşamın her alanına sirayet etmiş bir tecrit zihniyetinden söz etmek mümkün. Bütün emekçiler ve ezilenlerin her biri kategorik olarak bulundukları alanlarda izole edilmiş, aralarındaki ortak dayanışma ağları koparılmış, her biri bulundukları alanlarda tecrit edilerek, en çok ihtiyaç duydukları destek ve dayanışmadan yoksun bırakılmıştır.

Tecrit, insanlık dışı bir olgudur. Mutlak tecrit bir insanlık suçudur ve sadece İmralı’nın bir sorunu olarak görülemez. İşsizliğe, yoksulluğa, pahalılığa itirazı olan, savaşa ve şiddete karşı olan, insanca ve özgürce yaşamak isteyen herkesin tecrit zihniyetine ve pratiğine itiraz etmesi, sesini yükseltmesi gerekir.

HDP, başından beri savaş ve şiddet sürecinden demokratik çözüm sürecine dönüş olmaksızın, İmralı kapısının yeniden açılmayacağının farkında. HDP, ülke ve bölgenin demokratik geleceğini doğrudan etkileyen tecrit konusunu çok yönlü bir biçimde ele alıyor, politik ve örgütsel çalışmalarının merkezine yerleştirmiş bulunuyor. Tecridin kalkmasıyla barışın inşası arasındaki doğrudan bağ kurulmaya başlandıkça tecride son verilecek, onurlu bir barışın yolu açılmış olacak.

Yeni Anayasa tartışmaları seçimden sonra hemen gündeme geldi. HDP’nin bu konudaki çalışmaları nelerdir? HDP’nin bir anayasa taslağı olacak mı?

Türkiye’nin çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı yapısıyla verili bu toplumsal yapının inkarına dayalı tekçi ulus devlet anlayışı arasındaki paradoks ve bu tekçi anlayış üzerine inşa edilmiş mevcut 12 Eylül anayasası yeni bir anayasayı başat ihtiyaç haline getiriyor.

Bu nedenle HDP’nin demokratik anayasadan kastettiği 31 Mart’ta ağır hasar görmüş ve kan kaybına uğramış ‘Erdoğan Rejimi’ni restore etmek değil, eşit haklar temelinde inşa edilecek yeni bir yaşamın toplumsal sözleşmesine ön ayak olmak.

Yeni anayasa toplumun verili yapısını kapsayan demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojik ve sosyal bir anayasa olacaksa, öncelikle bu ihtiyacın toplumsallaşması, ortak coğrafyada inşa edilecek ortak yaşam ilkelerinin belirlenmesi ve siyasal alana taşınması en önemli adımların başında geliyor.

HDP, yeni bir anayasa çalışması konusunda en birikimli ve donanımlı partilerden biridir. HDP demokratik bir anayasaya temellik edecek birikim, donanım ve politik öncülleri bünyesinde barındırıyor. Ancak, HDP bu birikimine rağmen çağrı yaptığı toplumsal kesimlere bir anayasa taslağı sunmayacak. HDP’nin amacı kendi yazdığı bir taslağı diğer kesimlere kabul ettirmek değil. HDP, öncelikle yeni bir toplumsal sözleşme ihtiyacı duyan herkesi demokratik ittifak zemininde sürecin öznesi kılacak ve bu konuda ne yapılacaksa birlikte karar verecek ve gerçekleştirecek bir süreci önünü açmak istiyor. O nedenle bu evrede anayasa taslağı değil, demokratik bir anayasada yer alması gerektiğini düşündüğü ilkelerle yetinen bir ‘Anayasa Strateji Belgesi’nin hazırlığını yapıyor.

AKP içinde de bir çatlak görülüyor. Yeni iki parti kurulacağı söylemleri ve girişimleri kamuoyuna yansıyor, sizler de yakından takip ediyorsunuzdur. AKP’nin eski-mevcut kadrolarından oluşan bu yapıların Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme konusunda henüz bir programları kamuoyuna yansımadı. Bu girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP yolun sonuna mı geldi?

AKP’nin siyasi kan kaybı sürecine girmeye başladığı ve toplumsal rıza üretmekte zorlandığı 24 Haziran seçimlerinde açığa çıkmıştı. 31 Mart yerel seçimleri bu siyasi kan kaybının hızlanmaya başladığını bir kez daha gösterdi. 23 Haziran’da İstanbul seçiminde ise özellikle Erdoğan’ın17 yıllık iktidarı boyunca, ona iktidarını kesintisiz sürdürme imkanı sağlayan yeteneklerini yitirmeye başladığı, hamasete dayalı propagandayla kitleleri mobilize ederek hegemonya kuracak motivasyondan yoksun olduğu iyice gün yüzüne çıktı. Ekonomik krizin giderek derinleşmeye başladığı son bir yıllık zaman diliminde büyük sermaye grupları arasında uyum sağlayamadığı, sürekli artış gösteren işsizlik ve yoksulluk karşısında alt sınıfları manipüle edecek politik referanslarından da yoksun olduğu çok açık.

Kendi ekonomik ve politik çıkarlarını verili Erdoğan rejimi ve AKP’de görmeyen çevrelerin yeni bir siyasi seçenek arayışı içinde olduklarına dair bilgiler kamuoyuna yansıyor. Zaman ilerledikçe, bu arayış ve girişimler kuvveden fiile dönüşmeye başladıkça her şey daha belirgin biçimler kazanacak. Ancak, yeni parti kurma girişimlerinde adı geçen şahsiyetlere bakılırsa, bu şahsiyetlerde köklü bir değişim olmadıkça Kürt sorunu gibi Türkiye’nin tarihsel sorunlarına kalıcı çözümler üretebilecek demokratik bir perspektiften ve çoğulcu bir anlayıştan yoksun olduklarını biliyoruz.  Bu şahsiyetlerin AKP iktidarlarının belli evrelerine damga vurdukları, verili iktisadi, siyasi ve bölgesel sorunlara temellik eden politikaların mimarları oldukları düşünülürse, sorunuza olumlu yanıt vermek pek olanaklı görünmüyor.

Ancak şunu söylemek olanaklı. AKP’de yoğun bir siyasi kan kaybı başlamış, AKP bir çöküş sürecine girmiştir.  Ne var ki, bu çok uzun olmasa da belli bir zaman dilimine yayılarak ilerleyecek süreç olacak ve muhalefete yönelik baskı, sindirme, yıldırma siyasetinin süreceği anlaşılıyor. AKP-MHP iktidar bloğunun dışarıda da izlediği militarist, yayılmacı ve saldırgan politikaları sürdürme konusundaki ısrarı, bütün demokrasi güçlerinin demokrasi arayışı içindeki güçlerin demokrasi ortak paydasında buluşmasının, demokratik ittifak zemininde ortak bir hayatı birlikte örmesinin yaşamsal düzeyde olduğunu gösteriyor.

Halkların Demokratik Partisi bir ittifak partisi, ancak ittifak çalışmalarını hep seçim sürecinde görüyoruz. HDP’nin yeni ittifak ve farklı yapılarla bir araya gelme stratejisi nedir? Yürütülen bir süreç var mıdır?

HDP’nin Türkiye’nin işçileri ve emekçileriyle çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli yapısının politik bir minyatüründen oluşan demokratik bir ittifak partisi olduğu söylenebilir.  HDP demokratik ulus anlayışıyla şekillenmiş, yerel demokrasiyle güçlendirilmiş demokratik cumhuriyeti temel stratejik bir hedef olarak önüne koymuş çoğulcu bir parti. Böylesine tarihsel değeri yüksek bir hedefe ancak Türkiye halklarını kapsayacak demokratik ittifakla erişilebileceğinin altı çizilmeli. HDP’nin kendi dışında bağımsız hareket eden, farklı alanlarda süregiden sosyal mücadeleleri ortak bir politik eksende buluşturmaya ve siyasi iktidar/yönetim hedefine yönlendirmeye çalışması ertelenemez bir politik görev.

Farklı zamanlarda yapılan ittifak ve birlik çağrılarının seçim dönemlerinin ötesine geçmediğini biliyoruz. Bu realitenin çok farklı nedenleri var ve HDP olarak bu realiteyi aşacak, yeni ve kalıcı ilişki biçimlerine yönelmek gerektiği üzerinde çalışıyoruz.

Egemen güçlerin farklı kanatlarının yeni siyasi seçenek arayışı içinde oldukları verili koşullarda, emek, barış, demokrasi güçlerinin kendinden menkul ilişki biçimleriyle yetinmeleri kabul edilemez. Özellikle ülkenin ‘faşizm mi, demokrasi mi?’ ikileminde bulunduğu bir noktada çağrıların anlamlı bir karşılık bulacağını düşünüyoruz.

Bu konuda Ağustos’un ortalarından itibaren üç aşamalı bir planı işleteceğiz:

Birinci etapta eşbaşkanlar, vekiller ile MYK ve PM üyelerinden oluşan bir heyetle bütün demokratik kurumları ziyaret edeceğiz. Bütün demokrasi güçlerini kapsayacak bir demokrasi ittifakının imkanları konuşacak, karşılıklı görüş alış verişinde bulunacağız.

İkinci etapta, çalışmaları yerelleştirme aşamasına geçecek, yerellerde oluşturulacak heyetlerle demokrasi arayışı içinde olan bütün yerel güçlerle görüşecek, tartışacağız.

Üçüncü etapta da çeşitli formlarla, toplantıları vasıtasıyla halk buluşmaları yapacak, süreci toplumsallaştırmaya ve çeşitli mitinglerle meydanlara taşımaya çalışacağız.

Özerk Rojava’yı yok etmek istiyorlar

Türkiye’ye gelen ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in önerileri sonrasında, Bahçeli’nin “Fırat’ın doğusuna F-16 olup uçacaksak, obüs olup patlayacaksak, bomba olup yağacaksak, ateş olup yakacaksak bunun icazetini de hiçbir yerden almayız” sözlerini nasıl yorumluyorsunuz? Erdoğan’ın da bu yönde açıklamaları vardı.

Bahçeli’nin ifadeleri, ABD’den bağımsız hareket etmek istemeyen, bir başka ifadeyle ABD’nin icazetini alarak müdahale etmek isteyen Erdoğan’ı, bir an önce askeri müdahaleye ve Rojava’yı işgale zorluyor.

Nitekim, “ABD ile olan güvenli bölge görüşmelerine ilişkin Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu şu ifadeleri kullanmıştı: “ABD’nin yeni önerileri bizi tatmin eder düzeyde değil. Burada Mümbiç gibi bir oyalama sürecine gitmek istedikleri izlenimi edindik. (…) Bir an önce güvenli bölge ile ilgili mutabakata varmamız gerekir, sabrımız kalmadı. Aksi takdirde Türkiye olarak gereğini kendimiz yapacağız, kararlıyız.’

Ancak burada frekanslar biraz farklı. ABD ‘güvenli bölge’ üzerinde dururken, Türkiye ‘güvenli bölge’ adı altında, sadece ‘sınır güvenliği’ değil, Türkiye’ye tehdit olarak gördükleri Rojava’ya saldırmak ve özerk Rojava’yı yok etmek istedikleri anlaşılıyor.

ABD’yle ne kadar anlaşıp anlaşamayacaklarını bilemeyiz, ama Türkiye fırsatını bulduğunda, bir açık yakaladığında saldıracağına kuşku duyulamaz. Uzun zamandır yapılan askeri yığınak boşuna değil.

Elbette Rusya faktörünü de dikkate alarak, Türkiye’nin Rojava ve Güney Kürdistan Bölgesi’ne yönelik stratejisini şöyle okumak abartı olmaz: Askeri bir operasyonla Rojava’nın verili statüsüne son vermek ve Suriye’de olası bir siyasal çözüm süresinde Esad ile anlaşarak, yeni Suriye’nin inşasında bir faktör olmaktan çıkarmak…

Güney Kürdistan’da da askeri operasyon yaptığı bölgelerde bir ‘Kürtsüzleştirme’ stratejisine bağlı olarak çeşitli demografik değişiklikler vasıtasıyla nüfuz elde etmek istediği anlaşılıyor.

Sizin bu yöndeki çağrınız nedir?

Olası bir Rojava saldırısının büyük bir tarihsel hata olacağını, halklar arasında izleri kolay kolay silinmeyecek bir düşmanlık duygusunu geliştireceğini ve kuşaklar arası sürecek bir husumeti besleyeceğini her seferinde dile getiriyor, demokratik kamuoyunu tepki göstermeye davet ediyoruz. İktidarı Rojava’ya yönelik saldırgan tutumundan vazgeçmeye, uluslararası demokratik kamuoyunu harekete geçmeye çağırıyoruz.

29 Temmuz 2019