Demirtaşın tutuklu olduğu davanın ikinci duruşmasında yaptığı savunmanın 7.bölümü

(DUYULAMADI) … Yargının esasında uzlaşma yoktur, yargılama vardır. Kamuoyunun tatmin edilmesi ve adaletin yeniden tayin edilmesi gayesi vardır. Ama siyasetin hedefindeki bu değildir. Mutlak hakikat ve gerçek üzerinden yapılmaz siyaset. O nedenle çoğu zaman uzlaşmayı gerektirir. Siyasetçiler uzlaştığı oranda ülkenin sorunları çözülür. Uzlaşma olduğu yerlerde itilaf olur. Bu tür dönemlerde de iktidarda bulunan partiler, eğer bir siyasi uzlaşma kanalı açmayı deneyip siyasi risk üstlenmezse, siyasi bir alternatif yaratmazsa, bunu göze alabilecek bir basıncı veya bu alternatifi ortaya çıkaracak bir süreci göze alamazsa, yapılacak en basit iş topu yargıya atmaktır.

DEP döneminde de öyle yapılmıştır. Bir yıl boyunca kamuoyu hazırlanmıştır. Çiller Başbakan’dır. O zaman medya şimdiki kadar yaygın değildir, sosyal medya yoktur. Merkez medya da az sayıda gazeteden ibarettir, televizyonlar da bugünkü gibi çok kanallı, yüzlerce kanaldan ibaret değildir. Ama eldeki bütün imkanlarla tıpkı bugünküne benzer bir şekilde kamuoyu yaratılıyor, “Meclis’te terörist istemiyoruz” sloganları attırılıyor ve hükümet, mevcut siyasi durumu, ülkenin siyasi problemini çözmek için bir alternatif yaratmak, diyalog ortamıyla toplumu bir arada tutan bir enerji ortaya çıkarmak yerine, hızlıca bir karar alıyor. O dönemki milletvekillerini suçlu ilan ederek dokunulmazlık hızlı bir şekilde, herkesin güle oynaya bugün olduğu gibi oy kullandığı bir şekilde kaldırılıyor. DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırıldığına dair karar Resmi Gazete’de yayımlanmadan, Genel Kurul’da ‘evet’ oyu çıkar çıkmaz polis, milletvekillerini DGM Başsavcısı’nın talimatıyla gözaltına alıyor.

O kadar hızlı, acele bir şekilde kamuoyunun gözünden kaçırılırcasına bir yargılama süreci işletiliyor ki, 15’er yıl hapis cezasına çarptırılıyorlar. Milletvekili arkadaşlarımız, biri hariç diğerleri partimizde siyaset yapmaya devam ettiler. (DUYULAMADI) Cezaevinden çıktıklarında bambaşka bir Türkiye vardı. 10 yıl yattılar, ama yargı ve siyaset bundan tam olarak ne elde etti, kimse bunun muhasebesini yapmadı. İktidarlar bunu yapmazlar, iktidarlar pragmatisttirler. Siyasetin geneli böyledir. Pragmatizm vardır. Ülkenin çıkarına, milletin çıkarına falan, bunların hepsi siyasi meşruiyeti oluşturmak için çoğu zaman uydurulmuş şeylerdir. İnanarak, güvenerek, bağlı olunarak söylenen şeyler değildir. Bunu yapmazlar, bir sonraki seçimin kazanılması hesabı yaparlar.

DEP döneminde cezalandırmanın kazanıma dönüşeceği izlenimi yaratılmaya çalışılıyordu

O gün öyle yaptılar, o gün DEP’in oyları yüzde 2 buçuk 3 civarındaydı. HDP’nin bugünkü oyu yüzde 13’tür, anketlere göre de yüzde 14-15 bandındadır. Umarım partim bir sonraki seçimde bunun da çok çok üstüne çıkacak oy oranıyla yeniden parlamentoda, demokratik siyaset sahnesinde olacaktır. O gün DEP’li milletvekillerini parlamento bahçesinden gözaltına şehvetle, şevkle, heyecanla alıp, Orhan Doğan’ın kafasını bastırarak otomobile sokmaya çalışan ve yine o gün - ben iyi hatırlıyorum, Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiydim, duruşmaları öğrenciyken izledim, AİHM’in yargılamanın iadesi kararından sonra da avukat olarak izledim – büyük bir şevkle cezalandırmanın nasıl büyük bir kazanıma dönüşeceği izlenimi yaratılmaya çalışılıyordu. Hem medyada hem yargı atmosferinde hükümetin verdiği mesajlar böyleydi.

HDP’ye müdahale ettiler, inşallah HDP oyunu yüzde 20’ye çıkarır

Kimse kusura bakmasın, demokratik haklar ve özgürlüklerle, buna inanan insanlarla bu şekilde mücadele edilemez. Diyalog kurularak, saygı duyularak, bir kanal açılarak, ancak siyasetin önü açılarak ülkenin sorunları çözülür. DEP’e müdahale ettiler, DEHAP yüzde 6’ya çıkardı oyunu. DEHAP’a müdahale ettiler, DTP, BDP, HDP yüzde 13’e çıkardı oyunu. Şimdi HDP’ye müdahale ettiler inşallah HDP oyunu yüzde 20’ye çıkarır. Hepinizin katkısı, desteğiyle tabii.

Yargı adaleti sağlayarak toplumun önünü açabilmelidir 

Demek istediğim, ülkenin siyasi sorunları yargıyı ilgilendiren meseleler değildir. Önünüze getirirler, bunların hepsi siyasi problemlerdir. Fezlekelerin her birinde yaşanan siyasi dönemler, ülkenin siyasi krizleri ve sorunlarıdır. Yargı bunları çözmekle görevli değildir. Bunun önünü açma ahlaki sorumluluğu vardır. Bu yasal sorumluluk değildir, ama bu ülkenin hukukçusu olmanın ahlaki sorumluluğudur. Yasalar hukukçulara, yargıçlara bunu bir görev olarak yüklemez. Ülkede tıkanmış siyasetin önünü açmak, demokratikleşmenin önünü açmak, demokrasi standartlarının yükselmesini sağlamak; bunlar parlamentonun asli görevidir. Yürütme de bunu parlamentonun aldığı kararlarla uygulamak zorunda olan erktir. Ama yargı erkinin temel görevi bu değildir.

Adaleti sağlayarak, gerçek anlamda adaleti sağlayarak toplumun önünü açabilmelidir. Türkiye’de yargı bu yönüyle maalesef hiçbir dönemde sistematik ve kalıcı bir şekilde katkı sunmamıştır. İstisnai kararlar vardır, yerel mahkemelerin, AYM’nin, istisnai mahkemelerin veya savcıların. Gerçekten de Türkiye’de insan hakları, adil yargılanma, demokratik siyaset hakkı, tıkanmış siyasetin bir türlü çözüm bulamadığı sorunlarla ilgili önemli kararlar alınmıştır, ön açıcı olmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin de kararları vardır, Yargıtay’ın içtihatları vardır, yerel mahkemelerin kararları vardır. Ama genel olarak yargı kötü bir sınav vermiştir. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere.

Yargı başörtüsü sorununu demokratik şekilde çözebilirdi 

Mesela başörtüsü meselesi ülkenin önemli bir sorunuydu, siyaset çözemedi bunu. Büyük bir gerilim alanıydı, istismar alanıydı. Yargının önünde önemli bir fırsat vardı ve top yargının önüne geldiğinde bu sorunu en demokratik şekilde, evrensel standartlara uygun bir şekilde çözebilirdi. Ama çözmediler. Ne Anayasa Mahkemesi ne yerel mahkemeler ne başka mahkemeler. Başörtüsünün her yerde özgürce kullanılabileceği kararını rahatlıkla verebilirdi yasaya ve Anayasa’ya uygun olarak. Ama dar yorumladılar. O zamanki iktidarın ideolojik algısı çerçevesinde oluşturulmuş devlet yapılanmasına uygun kararlar verildi. Tıkanma yaşandı.

Yargı bazen verdiği kararlarla ön açar

Demek istediğim, siyasetin çözüm olamadığı, uzlaşma sağlayamadığı noktalarda yargı bazen verdiği kararlarla ön açar. Türkiye’de bu çok istisnadır. Keşke sayı daha çok olsaydı da bunlarla övünseydik. Ama Türkiye’de yargı pratiği maalesef öyle değil. DEP kararı da böyledir. DEP kararı iyi bir karar olsaydı, gerçekten adil bir yargılama sonucunda iyi bir karar olsaydı, DEP kapatılmasaydı,DEP’li milletvekilleri ve siyasetçilerin yapmış oldukları söylenen hatalar, siyasi eksiklikler kamuoyunda sertçe eleştirilse, ama bununla yetinilseydi;cezalandıracaksa seçmen cezalandırsaydı, ödüllendirecekse seçmen ödüllendirseydi. Buna tahammül gösterilseydi, Türkiye bambaşka bir noktaya gelecekti. 1994’ten söz ediyoruz. Şimdi 2018’deyiz. 24 yıl önceki bir durumdan söz ediyorum. 24 yıl önce Türkiye onları başarsaydı, yargının katkısıyla bambaşka bir noktaya gidebilmiş olurduk. Ülkenin çok daha etkili bir aktör olmasını sağlayabilirdik. Bunlar keşkeler, ihtimaller tabii. Yine başka sorunlarımız çıkardı, kahin değiliz ama, mevcut vaka üzerinden değerlendirdiğimizde Türkiye’nin siyasi tarihini etkileyen, Türkiye’deki demokrasi tarihini etkileyen, Türkiye’deki insan hakları mücadele süreçlerini etkileyen önemli kararlardır bunlar.

Meşru temsilcisi siyasetten men edilirse, seçmenin demokratik siyasete olan inancı kırılır

Çünkü bir mahkeme, kendi seçmenleri nezdinde son derece meşru olan bir temsilciyi yasalara, hukuka ve adalete aykırı bir şekilde siyasetten men ederse, o seçmenlerin demokratik siyasete olan inançları kırılır. Bununla birlikte diğer seçmenlerde de kırılmaya yol açar. İşte bu siyasette puslu bir hava yaratır, sisli bir hava yaratır. Sisli havada da, ülkenin böylesi ortamından faydalanmak isteyen herkes, ulusal ve uluslararası güçler faydalanırlar. Siyasetin çözüm olmasına engel olmaya çalışırlar. Zaten mevcut kriz yargıya havale edilmiştir, yargı da bu krizi çözecek durumda değildir. Dolayısıyla Türkiye veya o ülke; ki busadece Türkiye’de olan bir durum değildir, ama Türkiye her seferinde bu hataya düştü ve her seferinde bunun maliyeti ağır oldu. Bunlar olmasın diye yargı suçları görmezden mi gelecek?Hayır yargının böyle bir lüksü de yok. Gerçekten bir suç işlendiği iddiası varsa, bunu en etkili şekilde soruşturacak ve kamuoyunu tatmin edecek şekilde bir karar çıkaracaktır. Yargının işi, siyaset kriz çözsün diye suç örtmek değildir. Mesele tam tersine adil yargı meselesidir. Bizim göremediğimiz kısmı adil yargıdır. Adil soruşturmadır. Dokunulmazlık adaletli kaldırılmıyor, soruşturma adaletli yapılmıyor, kovuşturma adaletli yapılmıyor, cezaevi süreçlerinde adalet yok. Seçmenimiz bunları izliyor. Seçmenimiz olmayanlar da izliyor.

AKP ve MHP’den tutuklanmama karşı olanlardan çok sayıda mektup aldım

Türkiye’nin önemli bir kısmı bu tür davalar ve onların yaptığı siyasi,sosyo psikolojik etkileri hissediyor. Siz sadece Selahattin Demirtaş’ı sanık sandalyesine oturtmuş değilsiniz. Bana oy veren 6 milyon insan sanık sandalyesinde hissediyor kendini. En azından 6 milyon. Yapılan anketlere göre Türkiye’nin yüzde 26’sı doğrudan benim tutuklanmama karşı. Ben yaptırmadım anketi. Sadece yüzde 51’i tutuklanmamın haklı olduğuna inanıyor o da aşağı yukarı bugünkü iktidar ve onunla birlikte hareket eden muhalefet partisinin tabanına denk geliyor. AKP’den de MHP’den de karşı olanlardan çok sayıda mektup aldım cezaevinde.

Gençlere biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler

Yani adil yargılama gerçekleştirmediğiniz her anda, siz yurttaşlarımızın sosyo psikolojik durumunu, ülkedeki adalete olan inancını kırdınız, kırmaya devam ediyorsunuz. DEP’li milletvekillerine yapılan şey kırılmalara yol açtı ve toparlaması uzun sürdü. Çünkü biz yeni nesil siyasetçiler -dediğim gibi o zaman hukuk öğrencisiydim- biz yeni nesil siyasetçiler o kırılmaları toparlamak üzere siyasete girdik, toparlamaya çalıştık.

Neydi kırılmalar; kimse demokratik siyasete inanmıyordu, gençler inanmıyordu. Bir yürüyüş yapsa terörist olarak suçlanıyordu. Bir konuşma yapsan, bir bildiri dağıtsan yıllarca cezaevinde kalıyorsun. Ne oldu? Gençlerin birçoğuna biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler. Biz bu kırılmayı toparlamaya çalıştık. “Umut var, demokratik siyaseti yürütmeliyiz” dedik. Yeni nesil siyasetçiler olarak da bu nedenle çoğu genç arkadaşımla birlikte bunu diriltmeye çalıştık. Kırılan umutları yeniden büyütmeye çalıştık. BDP’de de HDP’de de bunu yapmaya çalıştık. Tabii ki bizler söylemimizi kurarken, jargonumuzu, literatürümüzü oluştururken, kişilik özelliklerimizin yanında partimizin programıyla birlikte tabanımıza hitap etmenin yolunu aradık. Her parti böyle yapar. Fakat kullandığımız hitap, jargon bile yargı konusu yapıldı. Kullandığımız literatür yargı konusu yapıldı.

Ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerde büyümüş çocuklarız

Biz tutuklandık, ama verdiğimiz mesaj hep demokratik siyasete inanç üzerine oldu. İçeride de bu mesajı verdik. Çünkü bunun kırılmasının yarattığı sonuçları kimse umursamıyor olabilir, ama biz umursamak zorundaydık. Ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerde büyümüş çocuklarız. Bütün hayatım neredeyse 2002’ye kadar OHAL ve sıkıyönetimlerle geçti. 2002’de OHAL kalktı, o yaşa kadar ben sıkıyönetim ve OHAL dışında bir şey görmedim. 3 yıllık avukattım. Şimdi 1 buçuk yıldır OHAL ile yönetiliyoruz. Bu yaşımıza kadar olağan diye tarif edebileceğimiz neredeyse birkaç yıl dışında hiçbir şey yaşamadan geldik. Türkiye’nin bütün gençleri böyledir. Hangi partiden hangi ideolojiden olurlarsa olsunlar,bütün gençlerin yaşamı böyledir.

Şu anda 40’lı yaşlarında olan herkes sıkıyönetim,  OHAL süreçlerinden geçerek, işte Avrupa’da 50-60 yıl önce İkinci Dünya Savaşı yıkıntıları arasında kendi demokrasilerini gözümüzün önünde adım adım inşa ederken, biz en geri anlayışlara mahkum edildik. Hem siyaset anlamında, hem hükümetlerin yürütme pratikleri anlamında, hem de yargı kararları anlamında. Bu bizim kaderimiz değil. Norveçliler, İsveçliler var olduklarından beri böyle yaşamıyorlar. Dediğim gibi, 70 yıl önce Avrupa’da ayakta kalmış bir bina yoktu, cadde yoktu. Yıkıntıların içerisinde hem kendilerini yeniden inşa ettiler, hem de demokrasilerini inşa ettiler. Avrupa Birliği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi önemli metinler kazandırdılar insanlığa. Bunda tabii ki, herkesin mücadelesi ve katkısı var, ama Türkiye bu doğrultuda mesafe kat etmiyor, neden? Bu doğrultuda mesafe kat ederken cesur olmuyor, neden?Riskleri göze almıyor, bunların hepsi yargı tarihimizle de doğrudan bağlantılıdır.

Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorun

DEP davası bu yüzden önemliydi. Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur çünkü. Kürt olduğum için ve Kürt sorununu yaşadığım için söylemiyorum bunu. Öyle olmayanlar da böyle tariflediler, doğru tariflediler. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili, Osmanlı’nın son döneminde yaşananlarla ilgili ortaya çıkmış bir krizin ve sıkıntının fezlekesi, iddianamesi önünüzde duruyor. Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorunun yarattığı iddianame önünüzde duruyor.

Kürt sorununa dair iddianamede tek bir satır değerlendirme var mıdır?

Böyle bir sorun olmasaydı, ben böyle konuşmaları da yapmazdım; böyle konuşmalar olmasaydı, böyle bir iddianame de olmazdı. Kürt sorununa dair iddianamede tek bir satır değerlendirme var mıdır? Çözüm süreçlerine dair tek bir satır değerlendirme var mıdır? Yargı yokmuş gibi davranabilir mi? Bunlar yok muydu? En azından benim siyasi hayatımda 2 tane, Oslo ve İmralı çözüm süreçleri yaşandı. Buna tanıklık ettik. Birinin bizzat içinde bulundum, birini de siyasetçi olarak yakından izledim, Oslo çözüm sürecini. İmralı çözüm sürecinin de bizzat içinde oldum. Ama yargı, Türkiye’de böyle bir şey yokmuş gibi nasıl davranabilir ki? Tartışmalı bunu. İddianamesinde bunu tartışmalı; yanlışı ne, doğrusu ne, ben ne yanlış yaptım; mahkeme bunu tartışmalı.

Neyim yanlıştı? Hangi söylemim, hangi eylemim? Çünkü çözüm süreci Türkiye’yi gerçekten de bugüne kadar demokraside kat ettiği mesafede birkaç basamak üste sıçratacak süreçti. Şiddetten, savaştan, kandan, terörden, bombadan kurtulacaktık ya. Can kurtaracaktık, hiçbir şey yapamasak. Siyasetçiler olarak bunun önünü açacaktık, hiçbir şey yapamasak. Başaramadık. Bu, yargıyı hiç mi ilgilendirmiyor? Niye oldu bunlar, nasıl oldu, yargı soruşturmada mesela bunu hiç araştırmayacak mı? İddianame buna hiç bakmayacak mı?

“Terör” tamam da, bir de halk var, Kürtler var

Bu Kürt sorunu nedir, nereden çıktı, bu Selahattin Demirtaş niye bunu söyledi, mesela bunlar hiç değerlendirilmeyecek mi? Hayır. İddianameye bakarsanız birbiriyle bağlantısız, tarihle bağlantısız, aktüel politik gelişmelerle bağlantısız, reel politikayla bağlantısız, yakın geçmişle bağlantısız bir soyut suçlama iddiası var. O bağlantılar o yüzden, işte bu genel değerlendirmelerle, her bir fezlekenin içine girmek zorundayım, ki anlaşılsın.

Bugün niye buradayım? Milletvekili, Eş Genel Başkan olduğum için. Niye? HDP’li olduğum için. Ayrımcılığa tabi tutulduğum için. Az önce tek tek anlattım. Niye tutukluyum? Az önce örnekler de verdim, bariz bir ayrımcılığa tabi tutuldum. Ya siyasi düşüncem rahatsız etti ya siyasi duruşum ya da aldığım siyasi kararlar rahatsız etti. Bu ayrımcılığın da tarihsel bir kaynağı var. Kim niye rahatsız oldu, bunları açığa çıkarmamız, tartışmamız gerekiyor. İddianame bu konuda hiçbir tartışmaya izin vermiyor. Heyetinizin önüne bu konuda bir satır da olsa (XXX) getirmiyor. “Terör, terör, terör.” “Terör” tamam da, ya bir de halk var, Kürtler var. Bunun dili var, bu ülkenin yurttaşıdırlar, ne yaşadılar, ne ettiler, beklentileri, talepleri ne, siyasetçiler buna ilişkin ne söylediler, bunun iddianameyle bağı ne, buna dair hiçbir şey yok. O yüzden ben kurmaya çalışacağım.

Yavuz Sultan döneminden beri de resmi olarak Kürt halkı var

DEP süreci, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması süreci bizimkiyle benzer olduğu için oradan başladım. Yoksa eğer, Kürt sorununu konuşacaksak DEP süreciyle başlamış değil, 40 yıl önceki bir mesele de değil. Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkmış yanlış bir siyaset meselesidir. Halka yanlış yaklaşım meselesidir.

Özellikle II. Abdülhamit döneminde uygulanan, bizim de bugün önemli ölçüde eleştirdiğimiz yanlış yaklaşımlarla birlikte, ortaya bir Kürt sorunu krizi çıktı. Kürtler o güne kadar Osmanlı’nın içerisinde özerktiler, beylikler şeklindeydiler. Daha çok uç beylikleriydiler. İran’a karşı, Doğu’ya karşı, Güney’e karşı sınırlarda daha çok Kürtlere güvenilirdi ve Kürtler üzerinden sınırlar korunurdu. Müslüman bir halk olması nedeniyle de halifenin aynı zamanda tebaasıydı, halifeye bağlıydılar. İstanbul’a bağlıydılar. Padişahla Kürt halkının arasında böyle bir aidiyet vardı, ümmettiler çünkü. Ümmet olmaktan kaynaklı da, bir arada yaşamaktan kaynaklı bir sıkıntı yoktu.

Osmanlı kimliğinde bir sıkıntı yoktu. Yaşanan sorunlar, her Müslüman tebaayla veya gayrimüslim tebaayla yaşanan sorunlara benzerdir. Vergi konusunda, askere alma konusunda, beyliklerin kendi arasındaki çatışmalar vs. yaşanırdı. Gayrimüslimlerle ilgili ekstra başka sorunlar, krizler, özellikle milliyetçiliğin ve ulusalcılığın tırmandığı dönemlerde yaşandı, ama iddianamenin konusu olmadığı için girmiyorum. Kürt halkı o zaman vardı, ismi Kürt halkıydı; Yavuz’dan beri, Yavuz Sultan döneminden beri de resmi olarak Kürt halkının yaşadığı coğrafya hep Kürdistan olarak adlandırıldı. Örneğin bir kısmı Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla İran’a bırakılan Osmanlı topraklarının o bölümü Kürdistan olarak adlandırılırdı. Osmanlı, kendi içindeki Kürdistanı bir bütünlüklü eyalet olarak görürdü, Musul ve Diyarbakır merkezli, Erzurum merkezli, 3 merkezden yönetmeye çalışırdı, başarılı olurdu.

Kürtler Osmanlı’nın ayakta tutanıydı

Kürtler Osmanlı’nın çok önemli bir parçası, bileşeniydi. Ayakta tutanıydı. Yaşanan sorunlar kimlik sorunu değildi, ulusal sorun değildi, yerel normal sorunlar şeklinde cereyan ediyordu. Ama ulusçuluğun ortaya çıkması, milliyetçiliğin ortaya çıkması, etnik kimliklerle birlikte halkların anılmasıyla birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde Kürt aydınlarıyla birlikte başlayan bir tartışmayla etnik kimlik öne çıkmaya başladı. Ve nerede kendini ifade etti? Bir kısmı İttihat Terakki’de kendini ifade etmeye başladı. İttihat Terakki’yi kurdular. Kürt aydınları var arasında, Arnavutlar var, Ermeniler var. İttihat Terakki’yi kurdular, padişaha karşı, padişahın reform yapmamasına karşı reformu savundular, fakat aynı zamanda İttihat Terakki kendi arasında Paris ve Selanik büroları olarak da  ayrışmaya başladı.

Biri Türkçülük-Turancılık üzerine çözümün mümkün olabileceğini düşünürken, diğeri daha çok İslami kimlik üzerinden birliğin sağlanabileceğini düşündü. İki akımda da İslam etkili, fakat birinde daha çok milliyetçilik öne çıkmaya başlamıştı. Turancılık olarak tarif edilen, Türk kimliği üzerindenmilleti tanımlamak o dönemde yapılan tartışmalardı. Selanik bürosu etkili oldu İttihat Terakki’nin ve Osmanlı’nın yıkılış ve çözülüş dönemlerinde, iktidara da geldiler. İyi bir yönetim sergileyemediler. O dönemde Kürtlerle birlikte hareket de edildi. Kurtuluş Savaşı’nda, Çanakkale’de, bütün Müslüman tebaa birlikte hareket etti. Temel motivasyon da, halifeliğin ve İslam’ın kurtuluşuydu.

Şimdi deniyor ya, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak için bütün Kürtler-Türkler el ele verip savaştılar, tarihsel olarak bu tespit doğru değil. Türkler-Kürtler el ele verip Çanakkale’de savaştılar, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmak için değil. Temel motivasyon İslami hilafetin, halifenin korunması ve vatanın korunması, kendi ortak İslami kimliklerinin korunmasıydı. Yoksa Çanakkale’de Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortak kuruluşuyla ilgili bir karar verilmiş değildi.

1915’ten söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte şöyle bir durumla karşı karşıya kalındı; 1920’den söz ediyorum, Kurtuluş Savaşı önemli ölçüde mesafe kaydetmişti. Anadolu toprakları düşmandan temizlenmiş, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Müslüman tebaa başta olmak üzere el ele vermişler, bu sırada gayrimüslimler zulümler görmüş. En nihayetinde elde Anadolu toprağı kalmıştı. Misakı Milli sınırları olarak tanımlanan topraklar da bugünkü sınırlar değil. Daha geniş sınırlar olarak tariflenmiş, Kürt halkı da o günkü Türkiye milletinin asli halkı olarak kabul edilmiş. İlk Meclis’i Mebusan da Kürdistan temsilcileri sıfatıyla yer almışlar. Hatta parlamentonun renkliliği ve çoğulculuğunu da gösterebilmek için Karadeniz’den Türkiye’nin doğusundan, güneyinden, Egesinden mebuslar kendi ulusal kıyafetleriyle parlamentoya katılmışlar. “Birlikte ne kadar güçlüyüz”ü gösterebilmek için.

İlginçtir hepsi Kürdistan temsilcisi olarak anılmışlardır. Tutanaklarda vardır. Kürdistan kelimesi yasaklanmamış. Coğrafya olarak ifade edilmiş, bir devlet olarak ifade edilmemiş. Kürdistan’ın yasak olabileceğini, birgün bunu kullandı diye ceza alabileceğini kimse aklına bile getirmez o günlerde. Böyle bir ihtimal yok, çünkü hepimiz ümmetiz. Kürt Kürttür, Allah onu Kürt olarak yaratmıştır. Kimse sorgulamaz, onun ana vatanını sorgulamaz. Dilini, kimliğini sorgulamaz, böyle bir ortam Osmanlı.

Herkes birlikte bu toprakları vatan yapabilmek için elinden geleni yapmış

Evet, o güne kadar herkes birlikte bu toprakları vatan yapabilmek için elinden geleni yapmış. O dönem büyük emperyal güçler Almanlar, İngilizler, Fransızlar olmak üzere Avrupalı güçlerdir. Amerika bu kadar etkili değildi. Bu güçlerin ortak düşman olarak tanımlandığı dönemleri yaşadık. Cumhuriyet ilan edildi, yeni devlet kuruldu. Herkes tam olarak ortaya konan ilkeler için savaştı diyemez kimse. Halk vatanını kurtarmak için savaştı. Kurulacak cumhuriyetin şeklini, ideolojisini 1924 Anayasası ile birlikte İttihat Terakki’nin güçlenmiş kanadı belirledi. 1921 Anayasa’sında bütün herkes, halklar tanımlanacak şekilde esnek bir Anayasa yapılmıştır. 1924 Anayasası ile birlikte yeni bir Türk tanımına geçilir. O güne kadar herkesin Türk kimliği altında birleşeceği tartışması bile yoktur. İttihat Terakki, bahsettiğim şekilde, iki kanat şeklinde içinde vardır, ama halkın böyle bir tartışması yoktur. Halk ümmettir, kendini böyle görüyordur. Onun ayette de dayanağı var, Kuran-ı Kerim’de. Osmanlı böyle yaklaşmış ve bir arada tutmayı başarmış.

Ancak yeni Cumhuriyet 1924’ten sonra yeni bir tanım getirmek istemiş. Nedir bizim kimliğimiz, “Türklük”tür demiş, hepimizin ortak kimliğidir Türk. Cumhuriyet’in kurucu kadroları da bunun resmi ideolojiye dönüştürülmesi noktasında baskı oluşturmuştur. O dönemin akademisyenleri de özellikle tarih kurumu, dil kurumunda çalışma yapan akademisyenler de bunun alt yapısını oluşturmuştur.

1924’te tanımlanan Türk, tam olarak Orta Asya’dan gelen Türk müdür?

Türklük yok mudur, vardır. Orta Asya’dan beri tarihi binlerce yıla dayanan, sonradan milletleşmiş, imparatorluklar kurmuş, devletler kurmuş bir millet var. Türk milleti var. Aynı zamanda bir etnik kimliği de ifade ediyor. Kökleri de Göktürk’e kadar dayanıyor. Çin ve Hun imparatorluklarıyla tarihi değiştiren münasebetleri vardır. Türkler tarih itibariyle böyledir, tamam. Peki, bu 1924’te tanımlanan Türk tam olarak o Türk müdür? Tam olarak o Orta Asya’dan gelen Türk müdür? Dili, kültürü; tarihi olarak 1924 Anayasa’sında tarif edilen Türk ile Orta Asya’dan gelen Türk aynı mıdır? Hayır. Meselenin sosyolojik olarak özü buradadır. Yeni Türklük tanımı, yeni bir dil üzerine, alfabe aksan üzerine, hatta Türk Tarih Kurumu’nun yeniden yarattığı bir tarih üzerine inşa edilmeye çalışılıyor.

Bütün ümmetde,  ümmeti olmayan yurttaşların tamamı da Türk olarak tanımlanıyor. Eğer 1924’te kurucu irade Türklüğü gerçek anlamda bir üst kimlik olarak tanımlasa, örneğin Amerika’daki gibi bir etnik kimliğin unsurlarının tanımlandığı veya bir etnik kimliğin inşasını gerçekleştirmek yerine bir üst kimlik olarak bütün dillerin ve kültürlerin de güvence altına alındığı bir üst kimlik olarak tanımlasa, Kürt sorunu da ortaya çıkmayacak.

Ama demiş ki, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkes Türk’tür, anadili de Türkçe’dir. Türkçe’den başka da eğitim yapılamaz”. Bu tabii ki Türkiye’deki etnik kimliklerin ayrışmasına, kendini öteki hissetmesine, ülkeyi birlikte kurduk, birlikte var ettik denilen noktada kendini üvey evlat hissetmesine yol açtı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bunun inşası için de her türlü baskı yönetimi uygulandı. Sürgün de olur, katliam da olur. İstiklal mahkemelerinden bir örnek okudum size, hatırlatıyorum.

Bizim atalarımızın sorunlarını çözselerdi, bugün bu sorunları yaşamazdık

Velhasıl Demirtaş ve arkadaşlarının bugün bu mahkemede bulunmasının en yakın kökleri o günlere dayanıyor. Çözmediler sorunlarımızı. Bizim atalarımızın sorunlarını çözmediler. Çözselerdi, bugün bu sorunları yaşamazdık. (DUYULMUYOR)

Dar bir gömlek bütün Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışıldı

Türklük iyi tariflenmedi, dar bir gömlek bütün Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışıldı. Kültürler, diller baskılandı, yok sayıldı. Bu dediğim şeyler, örgütler falan ortaya çıkmadan önce yaşanmış şeylerdir. Çözülmedi sorunlarımız. Lozan Anlaşması imzalanırken, İsmet İnönü ve beraberindeki heyet yan odada sözleşme imzalarken, öbür odada TBMM’yi temsilen bir heyet vardı. Heyetin içesinde Kürt milletvekili, Kürdistan temsilcileri olarak ifade edilen milletvekilleri vardı ve İsmet İnönü şöyle devam ediyordu: “Yan odada Kürdistan temsilcileri de var; parlamentomuzun temsilcileridirler, biz Kürtleri de temsil ediyoruz” diyerek, Lozan Anlaşması’nı imzalamışlardır. Fakat Kürt milletvekillerinin Lozan Anlaşması’nın içeriğinden de haberleri yoktu, onlar yan odadaydı. Fakat Lozan Anlaşması imzalandığında, parlamentoda bugünkü Suriye’nin kuzeyi, Rojava bölgesi denilen bölgenin Haseke Milletvekili, Qamişlo milletvekili TBMM de temsil ediliyordu. Lozan’da anlaşma yapıldı, sınır çizildi, bugünkü Suriye’nin kuzeyi aslında Misak’ı Milli sınırları içinde tanımlanmış Kürt bölgesi Suriye tarafında kaldı. Oranın milletvekilleri Meclisteler, ama seçim bölgesi sınırların dışında kaldı. Seçildiği bölge sınırların dışında kaldı. Kendisi Ankara’da milletvekiliydi. Seçim bölgesi Suriye toprağı oldu. Lozan Anlaşması böyle bir travma da yarattı. Bugünkü aktüel siyasetle ilgili olduğu için anlatmaya çalışıyorum.

Zorlu bir dönemden geçildi, Cumhuriyet kurulurken çok zorlu bir dönemden geçildi, Osmanlı’nın son dönemlerinde çok ağır acılar yaşandı. Bu topraklarda yaşayan Ermeniler, gayrimüslimler, Rumlar... Sürgünler, katliamlar, soykırımlar, mübadeleler, işgaller, idamlar... Kan revan içinde bir ülke kuruldu. Ve bu ülkenin insanlarının çok dilli, çok kültürlü, çok inançlılığına yakışır güzellikte olmalıydı. Korkularla, paranoyalarla hareket ettiler, Cumhuriyet devrimlerini koruma adı altında kanunlar çıkardılar. Şüphesiz kendi öncülüğünde kurduğu devletin her yerine yön vermek ister kurucu kadrolar.

O günün koşullarında değerlendirmek zorundayız, 2018’den bakarak değerlendirmek yerine. Ama hatalar yaptılar. Kürt sorunu o günden kalan bir mirastır. Çok partili sisteme geçildiğinde çözülmedi. Kimse Kürt sorununu tartışmadı. Kanun çıkartıldı, Türkçe dışında konuşanlar cezalandırılır. Hep bize anlatılır. Çarşıda alışveriş yapan köylünün Kürtçe konuştuğu tespit edilir. Memur ceza yazar, makbuz yazar eline verir. Cezanın niye kesildiği anlayamaz, bilemez. Çünkü memurun konuştuğu dili bilmez. İtiraz eder, bu nedir demeye çalışır, bir daha ceza keser. Kürtçe ile ilgili böyle travmalar yaşandı. Çözmediler.

Türkiye’deki Müslümanlar da kendilerini tehdit altında hissediyordu

Tek parti döneminde CHP yokmuş gibi davranıldı. Çok partili sisteme geçildiğinde,Türkiye başka krizlerle uğraştı.Partiler kendi aralarında ideolojik tartışmalara girdiler, Abdülhamit’ten kalma özellikle İttihatçıların kendi içinde kalma gerilimini, CHP ve DP gerilimi olarak yansıttılar. Çünkü çözülmemiş bir sorun daha vardı, Türkiye’deki Müslümanların sorunu. Yeni devlet laikliği, laikçilik olarak tanımlamıştı, Türkiye’deki Müslümanlar da kendini tehdit altında hissediyordu. 1960 darbesi ile birlikte tam bir kangrene dönüşen sorun haline geldi, Menderes’in idamıyla birlikte.

Bir başka sorun yaşayan kesim Türkiye’nin sosyalistleri ve solcularıydı. Cumhuriyet’in ilk  yıllarında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Mustafa Kemal ile hareket etmelerine rağmen, 1917 Ekim Devrimi ile bağ kurmalarına rağmen, Cumhuriyet kurulur kurulmaz Karadeniz’de gemileri batırıldı. 1970’lerde Türkiye’den Deniz Gezmiş ve arkadaşları adeta Menderes ve arkadaşlarının katledilmesine misilleme olarak idam edilerek katledildiler. Bu yıllarda Kürt sorunu gündeme alınmadı. Biz de keyfimizden almıyoruz demek istiyorum. Var sorun, o yüzden gündemimizde.

İnkarcılıktır, asimilasyondur ülkeyi bölmek

HDP’nin gündeminde olması,HDP’nin bir tercihi değil bir mecburiyetidir. O gün çözselerdi keşke. Ülkemizde, demokratik bir ülke olarak, özgürce, kardeşçe yaşamaya devam edeceklerdi. Ama bu ayrımcılığı yaratan biz değiliz. Kürtler bölücü olarak adlandırılır. Hayır, böyle değildir. Bölücülük yapanlar o zamanlar ülkenin bu hale gelmesine yol açan politikalardır, inkarcılıktır, asimilasyondur ülkeyi bölmek.

Çözmediler çözmediler, 12 Eylül geldi, bütün muhalefeti ezdi, geriye Kürt sorunu kaldı

Bugünkü siyasetle doğrudan bağlantısı var bu anlattıklarımın. Çünkü fezlekelerde savunmalara geçtiğimizde, tek tek değerlendirme yaptığımızda, partinin Programı’nı savunurken tarihi alt yapıya dayanarak bunu ortaya koyacağım. Parti Programı’nda söylemişiz de, demokratik özerklik, neye dayanarak söylemişiz, neyi amaçlamışız? Çünkü onla ilgili suçlama var. DTK neden var, ne yapmaya çalışmış? Bunu anlatabilmem için bu tarihi alt yapının bilinmesi lazım. Çözüm süreçlerini fezlekelerle bağlantılı olduğu için anlatacağım. Çözmediler çözmediler. 12 Eylül geldi, bütün muhalefeti ezdi geçti, iktidar da dahil. Geriye Kürt sorunu kaldı.

Kürt sorunu bir ayrılık, sınır, bölünme sorunu değildir

Kürt sorunu, partimiz şöyle tanımlar, bir demokrasi sorunudur. Bir ayrılık, sınır, bölünme sorunu değildir. Türkiye’de sınırları içerisinde birlikte yaşamanın demokratik formülüyle çözülebilir ancak Kütlerin sorunu. Nasıl olacak peki? Millet böyle tanımlanmış artık, hatta iktidar partisi programına aldı. Bu halk ne yapacak, nasıl çözecek?

Etnik kimlik bizi bir arada tutamıyor

Bir yandan da diyor ki, başka dillerde eğitim yapılırsa bu da toplumu ayrıştırır, ulusçuluğu geliştirir. İleride bölünme talebine gider, özerklik bölünmenin ön adımı olur. Dolayısıyla bu da Türkiye’nin bekası açısından tehdit olur. Bunların hepsi dikkatlice dinlenmesi, anlaşılması gereken fikirlerdir. Siyasetçinin işi bunların analizini yapmak ve en doğrusu neyse sonuç çıkarmaktır. Partimiz bunu yapmaya çalıştı. Şimdi parti Programı’nda ortaya koyduğumuz şey şu oldu netice itibariyle: Türkiye’de sadece Kürtler de yaşamıyor sadece Türkler de yaşamıyor. Fakat bütün bu 80 milyonluk nüfusu bir arada tutacak, bizleri bir ulus şeklinde motive edecek yeni motivasyon gerekçelerine ihtiyaç var. Daha makul toplum tarafından kabul edilecek. Etnik kimlik bizi bir arada tutamıyor. Başarılı olunsaydı 90 senedir Kürtlerle uğraşılmazdı.

Din tek başına olmuyor.‘Evet’, Müslümanlık, İslamiyet bu topraklarda önemlidir. Birleştirici unsur, önemli bir kültür; siyaseti, toplumu etkiliyor. Fakat bütün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını İslam kimliği altında tanımlayamayız. Müslüman olmayan topluluklar da var. Nasıl eşit yurttaş olarak tanımlayacağız şeklinde başka bir formüle ihtiyaç var.

Dil önemli bir unsur. Türkiye’de en çok, yaygın kullanılan dil; dolayısıyla Türkçe’yi birbirini anlama, birbiriyle empati kurma, vatandaşlık kurma, toprakla, devletle bağ kurma açısından önemli bir unsur olarak görebiliriz. Türkçe’yi hepimizin ortak resmi dili olarak görebiliriz. Asimilasyonda etkisi var, medyası da var. İnsanların bir kısmı Türkçe dışında diller de kullanıyor. Türkçe ortak dilimiz olabilir ama tek bir dil yaparsak bu yanlış olur. Partimiz bunu söyledi. Diğer dillere özgürlük alanı açalım. İnsanlar kendi anadilleriyle eğitim yaparken de Türkçe’yi öğrenmeye devam etsinler. Sadece Kürtçe anadilinde eğitim yapan bir çocuk bir genç İstanbul’a tatile gittiğinde, bilmediği bir dille karşılaşacak, Üniversiteyi nasıl okuyacak? İzmir’de çalışmaya nasıl gidilecek?

Batıda yaşayan Kürtçe bilmeyen biri Hakkari’ye gittiğinde, hiç bilmediği bir dilden dolayı tercüman mı kullanacak? Kendi ülkesinde bir yabancılık mı yaşayacak? Bunu önlemenin yolu bütün okullarda Türkçe öğretilsin. Ama kimse bize “bu senin anadilindir” demesin. Kendini Türkçe anadilinde tarifleyen herkese saygı duyalım. İsterse bir Kürt, anadili Kürtçedir, diyor ki, “benim anadilim Türkçedir”. Türkçeyse, Türkçe. Bir şey demiyorum. Kendi tercihidir. Artık etnik kimlikler kültürel bir olgu olarak dünyada öne çıkıyor. Kendini nasıl tarifliyorsa öyle olsun. Bu, devletin vatandaşına tanımlaması gereken bir özgürlük alanıdır. Bu durumda ulusu bir arada tutacak şeylerden biri dil olacak. Resmi dil Türkçe, öbürü de herkesin kendi dilinde eğitim öğretim yapabilme, örgütlenebilme, kültürünü yaşatabilme özgürlüğünü tanımak, gerektiğinde bunun resmi güvenceye almak.

Türkiye’nin demokrasi sorunları ve özelde de Kürt sorununun değişim aşamalarıyla, kimlik sorunu, inanç sorunu ve bir bütün olarak Türkiye’de yönetim rejimiyle etkileşimli tüm bu sorunların kısa tarihi alt yapısını ifade etmeye çalışıyordum. Çünkü bugün şu yaptığımız siyasetle, siyasi konuşmalarımızla, parti Programımızla doğrudan bağlantılı meseleler bunlar. Ha keza iktidarın kurmaya çalıştığı bir rejim, kurmaya çalıştığı yeni yönetim modeli, bizim bunlara karşı eleştirilerimiz hem benim iddianamemin hem de fezlekenin konularıdır.

Özellikle son dokunulmazlığın kaldırılması tartışması başladıktan sonra hazırlanan fezlekelerin büyük kısmı, ki sayıları 25 civarındadır, tümüyle iktidarın yeni rejimi oluşturma perspektifiyle üzerimize koyduğu baskının tipik örnekleri olan fezlekelerdir. İddianameye de bu yansımıştır. Dolayısıyla bu yönlü, bunun tarihi geçmişini bir kez daha tekrarlamış olarak kaldığım yerden devam ederek anlatmak istiyorum. Çünkü özerklik nedir, bunun tarihi alt yapısı nedir, siyasi programda neye tekabül ediyor, DTK nedir; bunların tam olarak anlaşılması için bağlantıların iyi ortaya çıkarılması gerekiyor.

Mevcut resmi ideoloji başarılı olmadı

Türkiye’de ortak kimlik, bir arada yaşama motivasyonu ve ulusal birlik diye tanımladığımız birliğin nasıl inşa edilebileceği ve yıpranmış olan, zayıflamış olan bağların yeniden nasıl kuvvetlendirilebileceği üzerine siyasi tartışmalardan devam ediyorduk. Ortak dil, ortak tarih, ortak vatan, bir devlet etrafında birleşme, ortak sevinçler, ortak kederler bunlar etrafında bir araya gelirler ve bir hayali cemaat olarak tanımlanan ulusu var ederler. Dünyada her ulusun gelişimi süreci, motivasyon kaynağı aynı değildir. Benzer olanlar vardır, ama her ulusun tarihten süzülüp gelme süreçleri de farklıdır, ulus olarak var olma biçimleri de farklıdır.

Ulusu bir araya getiren unsurların ağırlıklarına göre din, kültür, inanç vb. farklı olabilir. Bazı uluslarda inanç, bazılarında toprak, bazılarında ortak tarih, bazılarında ortak vatandaşlık öne çıkar. Türkiye’de ulus tanımlanırken bir etnisite ve Türklük üzerinden tanımlandığı için, Türkiye’deki diğer kültürel varlıklar, halklar, inançlar ve mezhepler giderek bu resmi ideolojik ulus formunun sınırları içine sığmamaya başladı, sığmadıkları ortaya çıktı. Peki, ortak resmi dil Türkçe üzerinden toplumu bir arada tutabiliriz, dil öğesini birleştirici bir unsur olarak tutabiliriz. Siyasette tartıştığımız şeyleri konuşuyorum. O yüzden bu fikirleri heyetinizin de en azından bir kez daha duyması açısından önemli, esasa dair karar verdiğinizde alt yapısı oluşsun. Bizler tabii ki, bu topraklarda birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Ama bu sıkıntıları çözerken başka bir alternatif, başka bir kanal yaratabilir miyiz tartışmasını özgürce yapmamız lazım.

Mevcut resmi ideoloji olmadı. Yani herkesi tek bir etnisitede buluşturma üzerine kurulu ulus yaratma tam anlamıyla başarı sağlamıyor. Peki ne yapacağız, olmuyor diye dağılacak mıyız?  Bu toplumun birlikteliği sıkıntı yaşıyor diye herkes başının çaresine mi baksın, sevmeyen terk mi etsin? Kabul etmeyeni sürgün mü edelim? Ya da ülke ikiye, üçe mi bölünsün?

Başka bir alternatif bulmamız lazım. Bu toplumu bir arada tutabilecek, ülkenin birliği içinde yeni formüller üretmemiz lazım. Çağımızın gerekleri neyse onu yapmamız lazım. Bizim siyasetimiz, geniş siyasetimiz bunun üzerine kuruldu. O halde ne yapacağız? Yeni uluslar yaratmaya gerek yok. Kimse olmayan bir şeyi de hayali bir cemaat gibi, tarihi ve kökü olmayanı ulus diye ikna edemez, yok da edemez. Kürt halkı vardır. Kimse yok da edemez, yoktan var da edemez. Fakat bu var olanları da başka bir ortak payda üzerinde buluşturmamız lazım. Yine bir birlik içinde bir ulus haline getirmemiz lazım.

Çoklu ulusların bir arada olduğu yapılar da vardır. Birçok halkın bir arada oluşturduğu uluslar da vardır. Veya ağırlıklı bir ulusun yanında yaşayan, azınlıklarla birlikte kendini yine ulusal birlik içinde gören farklı yapılar da vardır. Bunun farklı örnekleri farklı kıtalarda vardır. Türkiye’de bütün bu tarihi geçmişimizi, acılarımızı, yaşadığımız sorunları, sıkıntıları, ortak paydaları, gelecek vizyonumuzu hepsini masaya yatırıp çözüm bulmak zorundayız. Siyaset olarak yapmaya çalıştığımız buydu. Bunu farklı üsluplarla, farklı araçlarla anlatmaya çalıştık. Mitinglerle, yürüyüşlerle, programlarla, seçimlerle, beyannamelerle, protestolarla, televizyon programlarıyla, basın toplantılarıyla; elimizdeki bütün  demokratik imkanları kullanarak bunları yapmaya çalıştık.

Dünyanın en değerli fikri benim fikrimdir diyen insan aptaldır

Neden böyle gerekiyor? Bizim fikrimiz en iyi fikir olmayabilir. Bunu söyleyen insan zaten aptaldır. Dünyanın en değerli fikri benim fikrimdir diyen insan aptaldır. Hani Ali Şeriati’nin ya da Şafi’nin galiba bir lafı vardır: Cahillerle girdiğim hiçbir tartışmayı kazanamadım. Böyle düşünen bir siyasetçi de ancak aptal olabilir. “Dünyanın tek fikrini, projesini ben buldum” demek ne siyasetten, ne tarihten, ne de sosyolojiden hiçbir şey anlamamaktır.

Biz de bu iddia ile ortaya çıkmadık. Bizim de bir fikrimiz var dedik. Türkiye’nin demokrasisi, yönetim modeli, güvenliği, ekonomik modeli için bizim de bir fikrimiz var. Mevcutlar içindeki en iyi önerme bizim olduğu için biz bir partide toplandık. Yoksa tek, mutlak geçerli fikir bizimdir diye kimse bir iddia ortaya atmadı. Ama “tartışılması için önemli bir fikrimiz var” dedik. Herkesin fikri var, bizim de var” dedik. Bu noktada partimizin siyasi görüşlerinin baskı altına alınması, tehdit olarak görülmesi, ifade edilmesinin ifade özgürlüğü sınırlarını aştığı ve ülkeyi bölünmeye götüreceği, bu fikrin tartışılmasının bile tehlikeli olduğu şeklindeki baskılardır asıl yanlış olan.

Demokrasisi tamamlansa ülke güçlü olacak

Ben daha önce parlamentoda yaptığım konuşmalarda da şu çağrıyı yaptım, yüz yüze ya da aleyhinde spekülatif laflar etmek için söylemiyorum; evet, Sayın Bahçeli’yi de eleştirdim. Geçmiş dönemde Erdoğan’la da, Davutoğlu’yla da, Baykal’la da, Kılıçdaroğlu’yla da yüz yüze görüşmeler yaptım. Onlara da fikrimizi bu şekilde anlatmaya çalıştık.

Herkesin bir fikri var; ulusa dair, ulusal birliğe dair, ülkenin güvenliğine dair. Bunları açıkça ifade ediyorlar. Fakat bize öyle geliyor ki, en iyi proje, en iyi fikir yan yana gelip bir yuvarlak masa etrafında tartışarak bulacağımız fikirdir. Sanki en iyi fikir odur gibime geliyor. Hep öyle hissettim. Bunları onlara da ifade ettim. Ben, iyi fikir benim ve partimin projesidir demeyeyim; ama siz de en iyi fikir benim ve partimin projesidir demeyin. Mevcutlar içinde sizi tatmin eden, kitlenizi, ideolojinizi tatmin eden proje deyin. Ama mutlak, sosyolojik dünyada….  (DUYULAMADI)

Hele Türkiye gibi bir gerçeklik içerisinde en iyisini bulmanın biricik yolu siyasette uzlaşmayı sağlamaktır. Farklı düşünenler de olabilir. “Ne uzlaşması!” diyenler de olabilir. Biz uzlaşmayla çözülür diyoruz. Biz bir araya geleceğiz, Türkiye’deki milliyetçilerin kaygısı nedir, beklentisi nedir, korkusu nedir, vizyonu nedir? Türkiye’de islamcılar var. Gerçektir. Herhalde kimse Türk milliyetçilerini yok etmeyecek, edemeyecek. Türkler var, milliyetçisi de var, her inançtan insan da var. Müslüman olan, ama aynı zamanda kültürel İslam dışında siyasal İslamcı da var. Aleviler de var. Gayrı müslim dediğimiz azınlık topluluklar var, etnik kimlikler var, Kürtler var, Çerkes olarak tanımlayan, Boşnak olarak tanımlayan, Laz olarak tanımlayan, Arap olarak tanımlayan kimlikler, kültürler de var. Bunların hiçbirini ne kimse yok etmeye kalkmalı ne … (DUYULAMADI).

Bunun dışında ideolojik fikirler var, sosyalisti var, sağcısı var, liberali var, Kemalisti var. Bunlar da Türkiye’nin gerçekleri. Peki, biz Türkiye’nin demokrasisinin önünü açmak için çalışırken, bunlardan herhangi birinin tümüyle yok edilmesi üzerine mi bir gelecek kuracağız, yoksa bir şekilde ortak demokrasi paydasında bütün bu fikir, inanç ve görüşleri uzlaştırdıktan sonra, yani sağlam bir demokratik temel inşa ettikten sonra mı? Cumhuriyet’in 100. yılına doğru gidiyoruz, eksiği demokrasidir. Demokrasi tamamlansa Cumhuriyet güçlü bir Cumhuriyet olacak. Ülke de güçlü bir ülke olacak.

Cumhuriyetin temeli demokrasi olmalı

Tabiri caizse, üstüne inşaat yapmadan önce sağlam bir temel daha oluşturalım, madem kurucu iktidar 1920’lerde, 24’lerde bir kuruluş gerçekleştirildi, çağımızda da bunu güncelleyelim, Cumhuriyetimizi tazeleyelim, demokrasiye de kavuşturalım, çok daha sağlam bir temel oturtalım. Bu temel ne olsun? Ancak demokrasi olabilir.

Bu temel herhangi başka bir ideolojik temel olamaz. Bu temel nedir? Hiç kimsenin dokunamayacağı, hiçbir siyasi partinin karşı gelemeyeceği, gelmemesi gereken, hiçbir etnik kimliğin, hiçbir inancın, mezhebin karşı gelmemesi gereken, aynı zamanda onu da tatmin eden, kapsayan bir temel olmalı. Bu temel artık siyasi partilere, iktidar olan partiye göre değiştirilmemeli. Bu bizim ortak yaşamımızın, demokrasimizin temeli olmalı. Artık değişmeyecek diyeceğimiz evrensel standartlarda kurallar birlikte yaşamın ilkeleridir.

Birlikte yaşamımızın garantisi olacak, demokratik özgürlükçü sivil bir anayasa yapalım

Bunu yapmak zor değil. Siyasetçiler bir araya gelir, toplum buna zaten hazırdır. Kutuplaşmayı yaratan siyasi söylem ve siyasi partilerdir. Biz bunu yapabiliriz. Bir araya gelebiliriz, bir heyecan yaratabiliriz, sağından solundan İslami hareketinden Alevi hareketine kadar herkes bir araya gelelim. Demokratik, özgürlükçü, sivil anayasamızı yapalım. Birlikte yaşamımızın garantisi, temeli bu olsun. Bunun üzerine artık siyasi rekabet, demokrasi sınırları içerisinde olabildiğince özgürce yürüsün.

Kimler merkezi iktidara gelirse, o temele dokunmamak şartıyla, o temelin üzerine kaç kat bina yapabiliyorsa yapsın. Halk onay veriyorsa, ama o temel üzerine. Halk beğenmedi, o inşaatı bir sonraki seçimde, tabiri caizse başka bir müteahhide olur versin, “olmadı bu apartman, yeni bir tane istiyorum” desin. Başka bir iktidar bunu denesin, ama neyin üzerine, o temel üzerine.

O temel dışında başka hiçbir şeyin üzerine yapılacak inşaat veya bina bizim ortak evimiz olamıyor çünkü. Herkes kendi temelini kurup kendi binasını yapmaya kalkıyor, herkes kendi binasında oturup öteki binada oturanları ötekileştirmeye çalışıyor, buradan da ortak bir ulus ruhu çıkmıyor.

Teklik değil birlik üzerinden oluşmuş bir ulus

Biz ne dedik; birlikte yaşama ruhu, ortak bir ulus tanımlayacaksak, işte bu demokrasi etrafında bir araya gelmiş ortak bir ulus tanımlayabiliriz. Teklik üzerinden değil birlik üzerinden oluşmuş bir ulus tanımlayabiliriz. İsmi önemli değil. İçeriği önemli.

Ulus teklikler üzerine oluşursa, adı faşizmdir. Birlik üzerinden, beraberlik üzerinden çoğulculuk üzerinden inşa edilmeli. Nar gibi olmalı, içinde var olan herkesi kapsayacak şekilde, birbirini zorlamadan sıkıştırmadan, her bir nar tanesi kendini geliştirecek, büyütecek şekilde var olsun. Ortak vatanımız, ortak ulus tanımımız olsun. Anayasamız bunu güvence altına alsın.

Bunun mekanizmalarının da olması lazım. Çünkü sadece bunu hayali cemaat olarak tanımlamak yetmez ki. Biz köksüz halklar olarak bu topraklarda yaşamıyoruz. Köksüzü hakaret olarak söylemiyorum. Dünyada kökü olmayanlar da var. Göçmenler vardır, Amerika’da, Kanada’da yaşıyordur. O topraklarda kökü yoktur, ama bu topraklarda hepimiz köklü tarihlere sahibiz. Bu kökleri inkar etmeden, beslendiğimiz kanalları da inkar etmeden, bunlardan da faydalanarak, çünkü bunlar birikimdir, önemli kazanımlardır, bunları ortak motivasyon gerekçemiz haline getirelim aynı zamanda. Bunları ayrılık gerekçesi değil, ortak motivasyon gerekçesi haline getirelim.

Bir anadili kolay oluşmuyor. Bazılarının binlerce yıllık geçmişi var, tarihi kökleri var. Biz bunu nasıl ayrılık gerekçesi yaparız? Bu anadilinin sahibi de bunu ayrılık gerekçesi yapmamalı, egemen kültürün sahibi de bunu ayrılık gerekçesi yapmamalı.

Ortak buluşma noktası demokratik temel olacak. Ortak resmi dil olacak, herkes kendi anadilinde eğitim yapacak, hizmet alabilecek, herkes vergide de hizmet alımında da eşit olacak. Ülkenin neresine giderseniz gidin, ülkenin resmi diliyle anlaşabileceksiniz herkesle. Ama kültürlerimiz, tarihi köklere sahip medeniyetlerimiz de varlığını bu ulusun içinde sürdürecekler.

Devletin burada yapması gereken bu işi kolaylaştırmak. Devlet bu işi tarifleyemez. Devletlerin böyle bir yetkisi yok. Devletin kuruluş amacı yurttaşa hizmettir. Vatandaşa organizasyon sağlayıp işlerini kolaylaştırmaktır. Devlet bu fikirle ortaya çıkmıştır. Ama ortaya çıktığı günden beri sürekli bana daha fazla yetki verin, daha fazla hak verin, ben de size daha fazla hizmet yapayım pazarlığı içine girmiştir yurttaşlarıyla.

Devlet tarihi boyunca hep kendisi hak ve özgürlük açısından büyümüş, yurttaş ve toplum zayıflamıştır. Az demokrasi, çok devlet oluşmuştur. Çünkü devlet, “ben senin güvenliğini sağlamak için senin özgürlüğünü biraz daha kısmak zorundayım” demiştir. Ya zorla yapmıştır bunu, ya da vatandaşı kandırarak veya ikna ederek. Bir şekilde almıştır. “Ben senin eğitim, sağlık hizmetlerini karşılamak için biraz daha haklarını kısıtlamak zorundayım” demiştir. “Ekonomik haklarından, sosyal haklarından, temel insan haklarından kısıtlamak zorundayım” demiştir. Bunu ya zorla yapmıştır ya ikna ederek yapmıştır ya kandırarak yapmıştır. Ama her seferinde devlet dediğimiz mekanizma büyürken, birey devletin karşısında giderek çaresiz, savunmasız duruma düşmüştür. Toplum da ha keza devletin karşısında savunmasız duruma düşmüştür. Bu ABD’de böyledir, İsveç’te de böyledir, Çin’de de böyledir. Burada Türkiye Cumhuriyeti devletine mahsus bir şeyden söz etmiyorum. Genel bir devlet seyrinden söz ediyorum.

Allah insanı, devlete kul köle olsun diye mi yarattı?

Peki insanoğlu buna mecbur mu? Ya da Allah en değerli varlığım, mucizem dediği insanoğlunu devlete kul köle olsun diye mi yarattı? Hayır. Hangi ideolojiye, hangi dine ve inanca bakarsanız bakın, devletin kutsal kurallarının tamamı toplumu ezmiştir. Biz devleti kutsallaştırmak yerine bireyin, toplumun özgürlüklerini genişletmeliyiz. Bunu yaparsak bir arada yaşamayı kolaylaştırırız, demokratik çerçevede bir araya gelmiş ortak, güçlü bir uluslaşmayı da bir arada sürdürürüz. Uluslaşırken köklerimizden de, dilimizden de, kültürümüzden de kopmayız. Bu da her seferinde ortak ulus anlayışımızı besler. Bunu parçalamaz, bölmez. Çünkü bu ülkede kendi anadiliyle eğitim alan bir köy Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi aidiyeti açısından daha fazla kendi devleti sayacaktır. Aidiyet bağı güçlenecektir, zayıflamayacaktır.

“Vergimi verdim, eğitimimi aldım; vergimi verdim, sağlık hizmetimi aldım. Anadilimde de eğitim alırken devletim bana hiç sorun çıkarmadı. Bu devlet benim daha fazla devletim oldu.” Bu, aidiyet bağını kuvvetlendirecek bir şeydir. Bozacak, zayıflatacak bir şey değildir. “Aleviyim ben, vergimi verdim, cemevine gitmek istedim, devletim beni engellemedi ya da kolaylaştırdı işimi. Bu devlet benim daha fazla devletim.” Artık aidiyet bağı güçlenmiştir. Orada ayrılıkçı fikirlerin güçlenmesi ihtimali zayıflamıştır. İnsanların çözüm arama konusunda şiddete meyletme ihtimalleri azalmıştır. Güvenlik sorunları da çözüm konusunda daha ihtimal dahiline girmiştir. Tümden bitmez, ama daha kolay çözüm yoluna girmiştir artık.

Bu ülke nasıl,hangi yönetim modeli ile yönetilecek?

Peki böyle bir diyarda yaşayan ulusun, demokrasiye inanan, birbirine saygı duyan, özgürlüklere inanan, ülkenin bürün ortak değerlerine, bayrağına, geçmişine, şehitlerine, bu ülke için harcanan emeklere, bu ülke için canını vermiş herkes; Kürdüyle, Türküyle birbirine saygı duyan bir toplumsal, sosyo psikolojik alt yapı yarattık ve buna doğru ülke gidiyor diyelim.

Peki böyle bir ülke kendini nasıl yönetecek? Yönetim modeli de tartışılmalı. Çünkü tek başına insanlara “sizler özgürsünüz artık” demekle otomatikman özgür olmuyorlar. Devletin aynı zamanda yönetim aygıtı olarak, idare modeli aracılığıyla da bunu fiilen sağlaması lazım. Anayasada bunu yazmak yetmiyor, hakkınız var, özgürlüğünüz var. Tamam, senin ulaşım hakkın var kardeşim, istediğin yere gidebilirsin, ama sana zırnık para yok. Haydi kullan bakalım seyahat hakkını. Anayasamızda var, herkes özgürce seyahat edebilir. AİHS’de var. Herkes özgürce seyahat edebilir. Ama bir kuruş para vermiyor. Aç bırakıyor, işsiz bırakıyor; seyahat hakkını nasıl kullanacak.

Yönetim modeli netleşmediği müddetçe demokrasiye uygun bir yönetim modeli inşa edilmediği müddetçe, benim ve bizim anlatmaya çalıştığımız ulusal birliğin özgürlüğe, eşit yurttaşlığa ve gönüllü kabule dayalı ulusal birliğin yaşamasının da şansı yok. Dolayısıyla yönetim modeli burada çok önemlidir.

Türkiye’de özerklik tartışmaları yeni değildir

Burada özerklik kavramına girmek istiyorum. Özerklik bizim icat ettiğimiz bir şey değildir. Toplum daha devlet halinde değilken özerklik vardı. İsmini koymadan, dünya siyaset bilimi henüz onu tanımlamadan özerklik toplumda vardı. İlk insanlar kendi ilişkilerini özerk yaşarlardı. Elde edilen veriler bunu gösteriyor. Daha sonradan bir yönetim modeli olarak özerklik dünya idari modeller kavramları literatürüne girdi. Denemeler oldu, yanılmalar oldu, başaranlar oldu, iyi uygulayanlar oldu, kötü uygulayanlar oldu, hala arayış içinde olan modeller var. Ama özerklik dünyada şu veya bu şekilde toplumların gündemine geldi.

Bizim de topraklarımızda gündemimize geldi. Osmanlı bir tür özerklikle yönetildi, kısmi eyalet. Kendi eyaletinde yaşayan halklara özerklik tanıdı Osmanlı, bir kültürel özerklik tanıdı. Merkezden atanan valiyle, genellikle orayı vali yönetmeye çalıştı, ama yereldeki tüm beyliklere de inisiyatif verdi, o şekilde ayakta tuttu.

Almanya bir tür eyalet sistemi ve özerklik uyguluyor. Çin’de özerklik var mesela, adı özerklik değil, ama Çin Uygur Türk bölgesi var. Özerk bir bölgedir, kısmi özerkliktir, özerkliğin başka bir uygulamasıdır. Hak ve özgürlüklerin sıfır olduğu, ama ismi özerklik olan bir yönetim modelidir. Belçika’da bir özerklik modeli vardır. Amerika’da başka bir özerklik modeli uygulanır. Fransa’da uygulanan özerklik modeli daha farklıdır, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yoluna gidilmiştir.

Türkiye’de de özerklik tartışmaları Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmıştı. Mustafa Kemal’in şöyle bir beyanatı da vardır: Tabii ki Kürtler söz konusu olduğunda, bir tür muhtariyet, yani bir tür özerklikle yönetilmeleri lazım. Yeni kurulan Cumhuriyet’te bizler ancak böyle var olabiliriz.

Kürt’ü Türk’ten ayırmanın mümkünü yoktur. Tabii ki, Kürtler söz konusu olduğunda bir tür muhtariyetle yönetilmelidir. Bunun yasa tasarısı da parlamentoya sunulmuştur. Parlamentoda şu anda gizli arşivde duruyor. Bir araştırmacı, bunu ortaya çıkardı, maddeleriyle birlikte, özerklik yasa tasarısı. Evet, yasa hazır edilmişti, ama yürürlüğe girmedi.

Türkiye’de özerklik var, içi doldurulmamış ve demokrasiden yoksun

Demek istediğim, yakın siyasi geçmişimizde de var. Fakat, aynı zamanda Türkiye’de bu manada uygulanan, uygulanmakta olan muhtarlıklar var. Muhtariyet Osmanlıca’da özerklik demektir, muhtar özerk demektir. Her muhtarlık bölgesi özerk bölgedir. Yetkiler iyi midir, kötü müdür, demokratik midir, o başkadır. Ama Türkiye idari bölgelere ayırılırken, 7 coğrafi bölge, 81 il, 800-900 civarında ilçe, büyükşehir olmayan yerlerde kasaba, bucak, belde vs. ve muhtarlık. En küçük özerk, yerel yönetim birimi. Mahalle köy düzeyinde muhtariyet. İlginçtir, birileri sık sık muhtarları topluyor; muhtar özerk demek, yani özerkleri topluyor, özerkliğin bölücülük olduğunu, ne kadar kötü olduğunu özerklere anlatıyor, özerkler de onu alkışlıyor. Kimse farkında değil. Türkiye’de zaten özerklik var. İçi doldurulmamış, demokrasiden yoksun.

Özerk kurumlar da vardır. RTÜK özerk bir kurumdur. BDDK özerk bir kurumdur. Özerk idari birim kurulabiliyor. Özerk bürokratik kurumlar kurulabiliyor, bu konuda özerklikle ilgili hiçbir tartışma yok, ama bölücülüktür RTÜK’ü kurduk, yarın bağımsız olur demiyor kimse. Hatta üniversitelerin özerkliği savunuluyor. Özerk değil üniversiteler, ama üniversiteler özerk olsun deniliyor. Biz de bunu savunuyoruz. Özerk olsun.

Herşey özerk olsun, fakat yerel yönetimler özerk olsun dediğimiz zaman kıyamet kopuyor. “Ama bu bölücülüktür” deniliyor. Oysa başta da ifade ettim, bizimki de bir fikir. Az önce tariflemeye çalıştım, onu söyledim. Acaba özerklik idari modelle yanyana geldiğinde, toplum, insanlar, farklı kesimler kendini daha fazla yönetime katmak suretiyle “Evet, bu devlet benim de devletimdir” diyebilir mi? Bu yüzden tartışılmasını istiyoruz. Yönetime insanlar daha fazla katılsın. Karar alma süreçlerine daha fazla katılsın. Demokrasi mümkün olduğunca tabana insin, halk demokrasisine doğru gidelim. Partiler demokrasisinden, halk demokrasisine.

Nasıl bir model önerdik?

Yerel yönetimlerimiz bir modeldi. İyi bir belediyecilik, iyi bir denemedir. Belediye meclisleri, il genel meclisleri önemlidir, ama yeterli değildir. Bunu daha da güçlendirmek lazım. Yani insanlarımız, kendi yerelinde seçtikleri belediye meclisi, il genel meclisi üyelerinden daha rahat hesap sorsunlar, onların da daha fazla yetkisi olsun. Kendi bölgelerinde yatırım, eğitim politikaları, kendi bölgelerindeki turizm, bağcılık, hayvancılık, bütçenin nasıl harcanacağı tamamen özerk olsun. Peki kim denetleyecek buları? 81 tane diyelim ki özerk belediyemiz var. Bir tanesi Anayasa’nın dışına çıkan bir karar aldı. Türkiye’de bir tane Anayasa Mahkemesi var, yine bir tane olacak. Türkiye’de bir tane ulusal birliğimizi ve irademizi temsil eden parlamentomuz var, yine bir tane olacak. Anayasa’ya uygun olmayan ve ulusal parlamentonun yetkisi dahilinde olan bir kararı bir yerel belediye, il genel meclisi aldığında bunu iptal edebilir. Denetim AYM’dedir. Herkes hem ulusal parlamentoda vardır temsiliyet olarak, hem de yerelde kendi temsiliyetini o şekilde sağlar.

Bu, Kürt halkının da kendini yönetme, idareye katılma isteğini karşılamış olur. Kürtler’de ayrılıkçılık önemli ölçüde azalmakla birlikte vardır. Tarih boyunca vardı, hala da var bağımsız bir Kürt devleti kurma fikri. Bu nereden kaynaklı? Toplumdaki kendini yönetme isteğinden. “Bu devlet beni iyi yönetemiyor, ben halk olarak kendi devletimi kurayım, kendimi yöneteyim.” Bu sosyolojik talebin görülmesi ve karşılanması lazım.

Ama aynı zamanda ulusal birliği de bozmamalıyız. Sınırları da korumalıyız. Bunun yolu, yönetime onları başka mekanizmalarla katabilmektir. Ülke bölünmeden, ulusal birlik parçalanmadan, halkın hepsini yönetime katarak kendini idare etme, kendini yönetme isteği de karşılanmalı. Peki bunu yaparsak, Kürtlere özerklik verirsek, diğer bölgeler ne diyecek?

Partimiz bunun da çözümünü önerdi. Özerklik etnik temele bağlı olmamalı, teritoryal da olmamalı. Tüm Türkiye’de uygulanabilecek, Kürtlere özgü bir yönetim modelinden çok, genel bir Türkiye idari model değişimine gidilmeli; her belediye, her il genel meclisi bölgesinde aynı yetkilere sahip, seçimle işbaşına gelmiş, bugünkü idari işlerde benzer olanların yetkilerini özerk kılarak bu işin içinden çıkabiliriz. Dolayısıyla bir teritoryal, bölgesel, etnisiteye dayalı özerklikten çok fazla bir şey.

Örneğin Irak etnisiteye dayalı, aynı zamanda teritoryal özerkliktir. Kürdistan Federal Bölgesi nüfusunun çoğunluğu Kürt’tür. Güney bölgelerinde daha çok Arap etnik kimliğinde olanlar yaşıyorlar, çok da kaynaşma, birleşme olmamıştır. Irak’ın yakın geçmişinde de, tarihinde de Kürtler ve Araplar ayrı bölgelerde yaşamıştır. Oradakiler böyle bir çözümü kendilerine uygun görmüştür. Ne kadar başarılı olurlar, izliyoruz. Umarım bir arada yaşamayı daha fazla başarırlar.

Ama bu Türkiye için uygun bir model değil. Çünkü burada etnik kimlikler çok fazla iç içe geçmiş. Yaşam çok fazla iç içe girmiş. Kürt nüfus ağırlıklı olarak ülkenin doğusunda yaşıyor, ama batısında da yaşıyor. Türk nüfusun da ülkenin her yerinde yaşamaya hakkı ar. Arabın, Ermeni’nin de ülkenin her yerinde özgürce yaşamaya hakkı var. Peki yaşadığı her yerde aynı eşitlik ve özgürlükten faydalanabilecek mi? Bunun işte biricik yolu, Türkiye’nin tamamını aynı demokratik birlikte tutmaktır. Aksi takdirde Kürtlere özerklik, diğerlerine demokrasi dışı bir yönetim derseniz, ne Kürtler özgür olur ne diğer insanlar özgür olur ve bu da toplumdaki ayrışmayı derinleştirebilir. Evet, kısa vadede Kürtlere kendini iyi hissettirebilir ama…

Özerkliğin kendisi tek başına demokrasi getirmez

Bu ayrışmayı da derinleştirebilir, etnik çatışmayı da körükleyebilir.İnsanlar Kürtlere karşı daha fazla düşmanlık besleyebilir. Kürtler de daha fazla içe kapanabilir. Dolayısıyla Türkiye’de özel bir Kürt özerkliğindense, genel olarak Türkiye’nin tamamında uygulanacak bir idari özerklik, bir siyasi özerklik Türkiye’nin tamamı için daha uygun olur. Bir arada yaşamak için daha uygun olur. Böyle bir ulus tanımı, böyle bir etnisite tanımı, böyle bir dil tanımı. Bu ulus, kendini böyle bir yönetim mekanizmasıyla yönetirse, kendini daha fazla ülkenin vatandaşı hisseder. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin özgür yurttaşı olarak hisseder. Aidiyeti de güçlenmiş olur, kuvvetlenmiş olur.

Neden demokratik özerklik diyoruz. Az önce özerkliklerin tanımını yaptık.Sincan Bölgesi, yani Çin’deki Doğu Türkistan Özerk Bölgesi’ni bizzat gezdim, oraya gittim. Parlamento heyeti olarak, Cumhurbaşkanı heyeti olarak eşlik ediyorduk, yerinde gördük. Özerklik var, ama demokrasi yok. İki dilde tabelalar Çince ve Uygurca, Uygur Türkleri yaşıyor orada. Seçimle işbaşına gelen Uygur Türklerinin bir meclisi var, ancak Pekin’den gönderilmiş, atanmış bir Vali, Çin Komünist Partisi adına orada parlamentonun bütün kararlarını denetleme, veto etme yetkisine sahip. Demokrasi adına hiçbir şey yok. İnsanlar korkudan birbirine bakmaya, üç kişi yan yana yürümeye korkuyorlar.

Dolayısıyla, özerkliğin kendisi tek başına otomatik bir demokrasi getirmiyor. Özerklik idari model sadece. İçinin demokrasiyle doldurulmasının yolu ve yöntemi de; sırf özerklik model olarak Türkiye’de belediyeciliğin yerineinşa edildi diye, otomatikman halk demokrasiye, yönetime katılmış olmuyor. Bunun kanallarının açık olması gerekiyor. Kanalları açık değilse, yani halk siyasete katılırken, aday olurken, seçim yaparken, tercihte bulunurken, seçtiklerini denetlerken, etkili mekanizmalara ve kanallara sahip değilse, yine demokrasi olmaz. Dolayısıyla biz demokratik özerklik modelinin farkını ortaya koyabilmek, özelliğini ortaya koyabilmek için demokratik özerkliği parti programımızda tanımladık.

Belçika’da Flaman bölgesi vardır, Fransız bölgesi vardır. İkisi de özerktir. Anadilleri farklıdır. Farklı anadilleri konuşurlar. Bir tür özerklik modeli uygularlar. Belçika ulusal parlamentosu da var. Bir bölge daha vardır Belçika’da.Üç özerk bölgedir. Bir modeldir. Ama alıp Türkiye’ye uygulayalım derseniz, uymaz. Kendi içinde demokrasiyle işletmeye çalışıyorlar, olmaz.

Bizim HDP olarak bir siyasi önermede bulunmamız niye hak olmuyor?

Bu toprakların kendine has bir yönetim modelini de; tartışmayla inşa etmesi lazım. Bu bir idari model teklifidir. Kime yapılmış bir tekliftir, Türkiye kamuoyuna yapılmış bir tekliftir. Seçmen olanlara, seçmen olmayanlara bir öneriyapılmıştır. Ey halkımız denmiştir; biz seçilirsek Türkiye’yi şu şekilde yönetme arzusundayız. Milli birliğimiz dediğimiz şeyi böyle sağlayacağız. Kültürleri, dilleri böyle koruyacağız. Onun da varlığını koruyabileceği, en demokratik yönetim mekanizması olarak da bu şekilde yöneteceğiz demişiz. Bu bir önermedir.

Bu suç oluyor da; ben Başkanlık modeli ile ülkeyi yönetmek istiyorum diyeninki niye suç olmuyor? Bizimki bir önerme. Başka biri de diyor ki; hayır diyor, benim milletimin dili tektir ve bu milleti bir kişi yönetecek diyor, o da Başkan olacak diyor. Bu da bir önermedir. Bakın idari model öneriyor, milleti tarifliyor, motivasyon kaynaklarınıtarifliyor, ortak tarihi tarifliyor, her gün yapıyor bunu, tekrarlıyor. Onun hakkı oluyor da; bizim HDP olarak bir siyasi önermede bulunmamız niye hak olmuyor? Özerklik dediğimiz anda, anında kıyameti koparıyorlar; “vaay bölücüler.” Parlamentoda da yaşıyoruz bunu,parlamentoda. Yargı böyle yaklaşıyor demiyorum sadece. Parlamentoda konuşma yapıyor arkadaşlarımız; ya bir dinleyin önce bir anlamaya çalışın, bu arkadaşımız ne anlatıyor. Bu arkadaşımız bir dert anlatıyor, dert ile birlikte, bir çözüm sunuyor.Bunlar bir anlaşılsın. Kabul görmezse, eyvallah, amenna başka bir çözüm üstünde tartışalım. Ama konuşulmasına, tartışılmasına fırsat verilmiyor, kamuoyuna ulaştırmamıza fırsat verilmiyor. Basın bize kapatılıyor, ambargo uygulanıyor.

Kimlik insanın onurudur, dil insanın haysiyetidir

Fezlekede olduğu için hatırlatıyorum sadece. Anadilinde eğitim; iddianamede var, yeri geldiğinde tartışacağız yine. Selahattin Demirtaş Ahmet Yıldırım’ı aramış. Dicle Üniversitesi’nde Doçent. Demiş ki, anadilinde eğitim ve özerklikle ilgili yeni anayasaya öneri yapacağız. Bu konuda çalışmayı ne yaptınız, tamamladınız mı? Bak, örgütsel terör faaliyeti…

Ahmet Yıldırım kim; Parti Meclisimizin üyesi, orada yazmıyor ama. Şu anda da Muş Milletvekilimiz, Grup Başkanvekilimiz. Bir akademisyen; coğrafya profesörü, o zaman doçent ve partimizin de resmi Parti Meclisi üyesi. Kendisini aramışız; parlamentoda yeni anayasa çalışması var. Bu başlığı sen ve Dicle Üniversitesi’nde bizim 4 tane dahaParti Meclisi üyemiz var,onlarla birlikte çalışma yürüteceksiniz. Öncesinde de konuştuğumuz için telefonda hatırlatmışız. Sen misin telefonda anadilinde eğitim, özerklik… Fezleke oradan. İşte dinleme yapmış birileri; sözde terör örgütü yöneticiliğine delil olarak koymuş oraya, gibi gibi.

Bu ülkede Başkanlıkla ilgili, adı Başkanlık, keşke Başkanlık olsa çok daha iyi olurdu; Başkanlıkla ilgilipropagandaya kimse, bu bir suç unsuru taşıyor, ülke için tehlikelidir diyebiliyor mu? Bu imkân da kalmadı, tartışmak bile yasak. Belki kötüdür, belki bu her şeyi bir tek adamda birleştirmek ülkeyi bölüp parçalayacak, belki tek adamda her şeyi birleştirmek, yetkileri ona vermek, ulusal birliği bozacak. Belki tehlikelisi budur, ki bize göre budur. Bunun da tartışılmasına izin yok.

Başkanlık modelini savundu diye gözaltına alınan bir AKP ilçe yöneticisi tanıyan var mı, yok? Ama özerkliği savundu diye tutuklu olan yüzlerce HDP’li var. Peki ne yapacak HDP’liler, biz ne yapacağız? Sadece Kürtler demiyorum, HDP’de sadece Kürtler yok, birçok inançtan, kimlikten insan var. Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak tanımlıyoruz kendimizi, bu ülkenin evlatları olarak tanımlıyoruz. Etnik kimliğimizi öne çıkarmamaya çalışıyoruz.

Kimin lafıydı hatırlamıyorum; ‘neden bu kadar çok Kürtlüğünüzün altını çiziyorsunuz’ diye bir soru sorulmuştu. Çünkü yüz yıldır üstünü çiziyorlar, bu sebeple altını çizmek istiyoruz, bu kadar. Etnik kimliğin bizim açımızdan başka bir anlamı yok. Kürt olunca aniden özgürleşip, Kürtlüğün kabul edilince, başımız tavana ermiyor. Ama yasaklandığı müddetçe de; bir onur, haysiyet sorunudur. Çözmeden başka bir şeyle de ilgilenemezsin.

Kimlik böyle bir şey; insanın onurudur, dili insanın haysiyetidir. Dilin yoksa onurun yoktur. İster konuş, ister konuşma. Yasaklanmaması lazım. Kimliğin, dilin, kültürün yasaklanmaması lazım. Yasaklandığı müddetçe partimiz bunun savunmasını her bir etnik dil, kültür için yapmaya devam eder. Ama bu yönüyle HDP, sadece Kürtlerin partisi, Kürtlerin haklarını savunan bir parti değil.

Tek millet değil, bir millet

Az önce anlatmaya çalıştığım çerçevede, yeni bir ulus tanımlaması, yeni bir motivasyon, yeni bir heyecanla bir arada yaşamaya devam etmemizin, yeni yüzyıllara doğru vizyonumuzu oluşturmamız lazım. Bu, Türk milletini yok saymak değildir. Türk milletini yok etmek değildir. Bu, Türk milleti için bir tehdit değildir. Türk milleti vardır ve olmaya devam edecektir. Aynı şekilde, aynı hakkıyla, aynı özgürlüğüyle; kendi devletinde, anavatanında, toprağında bu şekilde yaşamaya devam edecektir. Bu Türk milletinin, yok edilmesi, parçalanması değildir.

Ben mesela, kendine Çerkez diyen birine, “hayır sen Kürt’sün kardeşim” demeyi kendime hakaret sayarım, bırak ona. Adam Çerkez’im diyor, Arap’ım diyor, yok sen Kürt’sün, sen benim milletimdensin. Sen nasıl bir milletsin ki; kendine Kürt diyeni de, Arap diyeni de, Laz, Çerkez diyeni de, ille de hayır sen benim milletimdensin deyip, milletine dâhil etmeye çalışıyorsun. Milletler böyle değildir. Milletler zoraki, tehditlerle bir araya gelip varlığını sürdüremezler. Bu Türk milletine de zarar verir. Türklüğe zarar işte budur.

Türklüğü korumak isteyen, Kürdü zorla Türk yapmaya çalışmaz. Kendi diliyle, kültürüyle ilgilensin; benim Türk kardeşimin de her türlü hak ve özgürlüğünü, bir Kürt olarak savunmama da izin versin, müsaade etsin. Ben de onu yapayım. Aynısını, o da benim için yapsın. Biz böyle kendimizi bir millet sayalım.

Tek millet değil, bir millet. Tek başkadır, bir başkadır. Bizim sloganımız birliktir, teklik değildir. İkisi aynı gibi görünür, öyle değildir. Tek’in çoğulu, çoğul kullanımı tekliktir. Bir’in çoğul kullanımı, birliktir. Rakam olarak, nicelik olarak aynı şeye tekabül etse bile, içerik olarak aynı şey değildir.

Sloganımız birliktir, teklik değil

Biz birliği savunuyoruz. Birlik içerisinde olmalıyız ve bunları yaparken de, elimizdeki demokrasinin bütün imkânlarını sonuna kadar kullanmalıyız. Parlamentoyu, yargıyı, basını, akademiyi, yürütmeyi, yani devlet ve sivil toplum olarak elimizde ne kadar imkân varsa hepsini aynı motivasyona doğru harekete geçirmeliyiz.

Peki kim yapacak bunu?Siyaset kurumu. Başka kimse öncülük yapamaz buna. Siyaset kurumunun içinde bulunduğu durum ne peki? Birisi kendini Başkan ilan edebilmek için, 2019’a kitlenmiş, başka bir şey umurunda değil. Öbürü hesapsız kitapsız destek vereceğini açıklamış. Bir diğeri ben nasıl Başbakan olabilirim derdinde. Biz de hapisteyiz.

Hangi siyaset kurumu, Türkiye’nin geleceğinin öncülüğünü yapacak, bu vizyonla? Ne olacak? Doğa, tarih, sosyoloji, bilim boşluk kabul etmiyor. Başka birileri dolduruyor, dolduracak. Şiddet örgütleri dolduracak, terör örgütleri dolduracak, emperyalistler dolduracak, işgalciler dolduracak. Hayatta Ortadoğu gibi bir yerde, dünyanın en kıymetli coğrafyasında bu boşluğu kimse kabul eder mi?Etmezler, dolduracaklar. Biz dolduramazsak, başkaları dolduracak bu boşluğu. Biz dediğim, işte hepimiz. Ve biz böyle tarihi bir dönemde, bu muameleyle karşı karşıyayız. Bunu hak etmiyor, Türkiye de bunu hak etmiyor.

Başkanlık modeline değil tek adamlığa karşıyız

Başkanlık modeli olabilir. Partimiz model olarak Başkanlık modeline hiçbir zaman karşı çıkmadı. Model olarak… İçeriğine karşı çıktı, tek adamlığa karşı çıktı. Az önce anlattığım özerklik idare modelinde Başkanlık da olabilir. Ülkenin bir Başkanı da olabilir. Merkez Başkanlık modeliyle yönetilebilir. Ülkenin bir senatosu olur, hatta iki parlamentosu olabilir, bir de Başkanı olur.

Ama yerel yönetimlerin tamamında yerel özerklik olur. Aykırı değil ki… Ya da özerklik olmaz, ama Başkanlık tümüyle demokratik bir denetime tabi olur. Parlamento, yerel yönetimler, medya, sivil toplum, yargının denetimine açık olur. İsmi Başkanlık modeli olur, o da olur, tartışılabilir. Partimiz buna da karşı çıkmadı, bir model olarak tartışılabilir. Tartışmaya değerdir. Bizim karşı çıktığımız, bugün bana karşı kişisel olarak da… (DUYULAMADI)

Biz böylesine tek adamlığa karşıyız. Bununla mücadele de ederiz. Bu ülkenin geleceği açısından çok önemlidir. Eğer bu model ülkeyi birarada tutacak diye söylüyorlarsa, kesinlikle yanılıyorlar. Çok çok büyük tehlikeler çıkabilecek. Bakın Başkanlık, model olarak uygulanan ülkelerde seçimle olmaz, rızayla olur. Seçim sadece kimin Başkan olacağını belirler. O Başkan adayına oy vermemiş olanların rızası, o Başkanın meşruiyetini sağlar. Örnek olarak Obama seçildiği gün Başkan olmuştur. Çünkü kendisine oy vermeyenlerin büyük kısmı rıza göstermiştir Başkanlığı’na. Ancak Trump halen Başkan olamamıştır, çünkü kendisine oy vermeyenler, onun Başkanlığına rıza göstermiyorlar.

Yüzde 50+1 oy verenlerin değil, oy vermeyen yüzde 50’nin rızasına ihtiyaç var

Başkanlık yüzde 50+1 oy almakla gerçekleşmiyor. Model olarak da, bu şekilde hayata geçmiyor. Sana oy vermeyenlerin rızasıyla, sen Başkan olabiliyorsun. Resmi olarak sana oy vermiş olanlar, seni göreve getiriyor; ama senin meşruiyetini asıl seni seçmeyenler sağlıyor. Çünkü demokrasi, onlarla kuracağın ilişki üzerine inşa ediliyor. Başkanlık’ta da böyledir. O nedenle Türkiye’deki bu anlayışla, asla ülkeye birlik, huzur gelmez, gelemez. Çünkü bir Başkan adayı yüzde 50+1’in peşinde koşuyor şu anda. Diğer Başkan adayları da bunu yapmak zorunda kalacak.

Ben kazansam mesela, hasbelkader Selahattin Demirtaş kazandı. Yüzde 50+1 aldım. Ben de adaydım. Türkiye’nin yüzde 50’si rıza göstermeyecek bana. Demirtaş gibi biri, bizim Başkanımız olamaz diyecek. Peki ben bu ülkeyi nasıl yöneteceğim? Nasıl sağlayacağım bu ülkenin birliğini. Başkan, ülkenin birliğini temsil eder. Modelin tasarımında hata var. Bu topraklara uygun değil. Başkanlık sistemi olabilir bu topraklarda, ama tasarımı yanlış yapılmış. Bu kadar yetki, bu kadar sorumsuzluk, bu kadar güç üzerine Başkanlık bu topraklarda inşa edilirse, tehlikeli olur.

Bu topraklar Yavuz’u da gördü, Kanuni’yi de gördü, İskender’i de gördü bu topraklar. En güçlü, en muktedir, en işte her şeyi ben yaparım diyenler, bu kadar yetkiyi almadılar, istemediler, tehlikeli gördüler. Giderek yetkilerinden vazgeçtiler. Abdülhamit’e, Abdülmecit’e geldiğimizde; parlamento artık Padişahın görevden alınıp alınmayacağını, yetkisini tartışıyordu. Çünkü bu topraklar taşımıyor artık böyle bir şeyi. Oraya dönüş olmaz, olamaz. Çok yanlıştır, büyük bir hatadır.

Özerklik bunun panzehiridir. Başkanlık modeli olacaksa, demokratik denetime açık bir Başkanlık, yerel yönetimlerde de özerklik. Alın size ulusal parlamentomuzda, ulusal birliğimizin temsili. Bir bayrak altında, eşitçe, kardeşçe yaşayabileceğimiz modeller. Yine diyorum; dünyanın en iyi fikrini biz savunduk da demiyorum. Tartışmaya değer en azından. Bakın fikir üretiyoruz, proje üretiyoruz. Bunlar da öyle arkadaşlarımızla oturup iki günde, üç günde oluşturduğumuz bir şey değil.

Tartışmıyorlar, yasak diyorlar…

Fezlekeye konu olan özerklik çalıştayları, onlarcası yapıldı. Demokratik Toplum Kongresi’nin düzenlediği onlarca özerklik çalıştayları. Akademisyenler, siyasetçiler, AKP’liler de dâhil, CHP’liler dâhil, MHP’ye yakın milletvekili katılmadı, ama akademisyen-siyasetçi katıldı bu toplantılara. Fikirlerimizi paylaştık, böyle düşünüyoruz dedik. Eleştirilerini yaptılar. Şurası tehlikeli dediler, şurası iyi dediler, şöyle olsa iyi olur dediler. Bir kolektif, ortak bir akıl oluşturmaya çalışıldı ve onun senteziyle birlikte, bir şeyler yapmaya çalıştık bu ülke için. Birlikte nasıl yaşayabiliriz diye, bunun için…

Arkadaşlarım hep bunu anlatmaya çalıştılar, dilleri döndüğünce. Kolay bir iş de değil. Türkiye gibi bir yerde farklı bir modeli bir Kürt olarak, ayrılıkçı, bölücü bir Kürt olarak yaftalanmışken, bunu anlatmaya çalışmak kolay bir iş değil. Fakat buna rağmen, yapmaya çalıştık. 2007-2008’de parlamentoda “özerklik” diye bir kitapçık çıkartıp 550 milletvekiline dağıttık.

11 yıl önceden söz ediyorum, 11 yıl önce. O günden beri tartışıyoruz, en iyisini bulmaya çalışıyoruz. Ama bir gün; özerklikten daha iyi bir model var, özerklik değil ama merkezi sistem içerisinde şöyle şöyle mekanizmalar kurulursa, daha iyi olur diye bir fikir gelişmeye başlarsa, biz buna da açığız. Düşünce dediğiniz şey, değişime açık olmalı. Partimiz kutsal bir metin oluşturmuyor ki. Parti programları geçicidir, değişkendir. Buna da açığız. Ama kimse bizim fikrimize iyi olmuş, kötü olmuş şeklinde eleştirilerle konuşmuyor. Yasak diyorlar yasak! Bunu konuşmak yasak, bunu savunmak yasak! Bununla ilgili yazı yazmak yasak! Akademide çalışma yapmak yasak! YASAK, YASAK, YASAK! İstiklal Mahkemesi’ndeki Diyarbakırlı Kürtçe konuşan çocuğun, Kürtçe konuşmasından beri, yasaak, yasaaak deniyor! Biz bunu aşmaya çalıştık, mahkemenizin önüne iddianame olarak geldi. Hiç değilse bunu başarmış olmalıydık, tartışabilmek… Bir tartışabilseydik de, yine yargılansaydık. Bunu tartışabilmeyi, bir kültür halinde öğrenebilseydik, yine yargılansaydık. Denseydi ki, şurada şurada şu suçu işlemişsin, ama tartışılmadı. Yargı bunu tartışmıyor, iddianame hazırlayan savcılar, iddianamede bunu tartışmıyor, bu nedir diye bakmıyor, bu anlattıklarımın hiçbirine değinmiyor, kimse umursamıyor. Umursamayınca, üstü örtülmeyince yok olmuyor, sorun büyüyor, devam ediyor. Sonra başka çözüm arayışları, fikirleri ortaya çıkıyor, en tehlikelisi de, müdahaleler oluyor, müdahaleler. İçten, dıştan, emperyal güçler müdahale ediyor.

Siyasi hatalarımız, eksiklerimiz var

Dünyanın en zengin toprakları üzerinde yaşıyoruz. Sadece maddi zenginlikten de söz etmiyorum. Neredeyse 30’a yakın medeniyet iz bırakarak buralardan geçmiş. Kültürlerin zenginliği, dinlerin, inançların, dillerin zenginliği… Yeraltı, yerüstü zenginliğini zaten söylemeye gerek yok. Dünyanın birçok yerinde su kıtlığı yaşanırken, ülkemiz hem tuzlu su, hem tatlı su açısından bir cevher gibi. Yeraltı, yerüstü madenleriyle bir cevher gibi. Fakat bütün bu zenginliğin üzerinde, hem kültürel yoksunluk ve yoksulluk, hem ekonomik yoksunluk ve yoksulluk açısından dünyanın en fakir ülkelerinden biriyiz. Bunda hiç kimsenin suçu yok mu yani, bütün suç bizde mi? Bölücülük yaptık da, böyle oldu da; özerkliği savunduk şöyle oldu da; Kürtçe konuştuk da… Başka hiç kimsenin suçu yok mu bu ülkenin bu hale gelmesinde? Niye bu kadar zenginliğin, hazinenin üstünde yoksullar olarak yaşıyoruz? Niye bu kadar kültür yoksunuyuz? Niye bu kadar dil yoksunuyuz? Bunların hepsi problem.  Tutumlarımızdan kaynaklı…

Bizim de hatalarımız var. Yeri geldiğinde de değineceğim. Siyasi hatalarımız var. Suç işleme saikiyle, tek bir eylemim, faaliyetim yoktur. Ama siyasi hatalarımız var. Kendimi doğru ifade edebilme, Çin atasözüdür yanılmıyorsam; “Senin ne kadar bildiğin, karşındakinin ne kadar anladığıyla ilgilidir” diye. Karşıdaki ne kadar anlıyorsa, senin bilgin o kadardır. Dolayısıyla aynı zamanda, bir iletişim problemidir siyasette.

Ben çok başarılı olduğumuzu düşünmüyorum. Eksikliklerimiz var, kendimizi anlatamadık, ifade edemedik. Hep bizi yanlış anladılar diye de, muhataplarımızı çoğu zaman suçladık. Böyle de davranmamak lazım, bizim de eksikliklerimiz var. Kendimizi anlatmak zorundayız. Ne yapalım? Mağdurun böyle bir yükü her zaman vardır. Mazlumun böyle bir yükü her zaman vardır. Bizi anlasınlar ne yapalım. İşte Amerika bizi anlasın, Türkiye mağdur. Anlamaz! Avrupa Birliği bizi anlasın, anlamaz, anlatacaksın. Kürtlerin de bu psikolojiden çıkması lazım. “Bizi anlasınlar.” Hayır.

En doğru yolu bulmamız lazım. En doğru sözcükleri bulmamız lazım. Doğru örgütlenme modelini, propaganda modelini bulacağız. En doğru araçlarla kendimizi bütün Türkiye’ye, bütün dünyaya anlatacağız. HDP bunun partisidir. İşte bu fikrin kurumsallaşmış siyasi partisidir. Programında bunlar vardır. Daha doğru anlatma iddiasıdır, HDP’nin iddiası… Yeni yaşamı kurma ve bunu Türkiye toplumuna daha doğru anlatma iddiasıdır. Farkı budur. Yeni bir şey icat etmiyoruz. Sorun yaratmıyoruz. Var olan sorunların üzerine, katmerleştirecek yeni sorunlar katmıyoruz. Sorunları doğru tahlil edip, tarihi doğru analiz edip, iyi bir gelecek vizyonu oluşturup, bunu da doğru bir dille Türkiye’ye anlatmaya çalışıyoruz. Ve başımıza gelenler budur!

Atı alan Üsküdar’ı geçememiştir bugüne kadar

Bir başka fikri olan lider ve parti var. Benim fikrim başka diyor. Bunun önüne çıkanı da ezerim, çünkü gücüm var. Ben illa kendi projemi uygulayacağım diyor. Buna karşı çıkana da; milli birlik ve kardeşliğimize karşı çıkıyor diyor. “Bu bizim mili birlik meselemizdir.” Niye öyle oluyormuş? Sen niye bizim milli birliğimizi temsil ediyorsun ki?Sen sadece partinin birliğini temsil ediyorsun. Cumhurbaşkanı yönünden de, devleti temsil ediyorsun. Ben mesela kendi temsiliyetimi sende görmüyorum. Siz bende görebiliyor musunuz? AKP yönetimi olarak ben Cumhurbaşkanı olduğumda, bu modelde Başkan olduğumda, milletin birliğinin bende temsil edildiğini görebilir misiniz, göremezsiniz. Biz niye sende görebiliyormuşuz? Seni eleştiren niye bu ülkenin düşmanı oluyormuş? O modeli eleştiren, niye vatan haini oluyormuş? Niye dış güçlerin maşası oluyormuş? Yok böyle bir şey. Bu bir kandırmaca, aldatmacadır. Bir alavere, bir dalavereyle 2019 seçimlerini kotarıp bitti bu iş, atı alan Üsküdar’ı geçti lafının tekrarını söylemek için mi bütün bu hazırlıklar yapılıyor?

Hiç de öyle Türkiye’de, atı alan Üsküdar’ı geçememiştir bugüne kadar. İnanmıyorsa, İskender’i okusun, İskender de buradan geçti. Baksın bakalım var mı İskender’den kalan bir şey; taş topraktır. Gideceğiz, hepimiz gideceğiz. Her birimiz gideceğiz. Kimse kendini baki olarak görmesin. Türkiye’de, başka bir model dayatması adı altında, milli birlik, milli heyecan, yerlilik meşruiyeti yaratma adı altında, kimseyi ötekileştirmesin, düşmanlaştırmasın. Biz bunu kabul etmeyiz. Milliliği, yerliliği, nasıl böyle bir modele göre tanımlarlar ki? Nasıl bizim fezlekede önerdiğimiz model düşman model olur da, başka bir partinin modeli, milli ve yerli model olur?Bunu kabul etmeyende Türkiye’nin düşmanı kabul edilir.

İmralı’dan bize talimat falan gelmedi

Bu iddianame aynı zamanda bunu bize söylüyor. Sen diyor bu modeli savunmakla, hayata geçirmeye çalışmakla, konferansını yapmakla, bunun çalıştayını yapmakla düşman oldun diyor. Biz bunu kabul etmiyoruz, asla kabul etmiyoruz, suçlama olarak bile kabul etmiyoruz. Fikirlerimizi savunmakta da ısrarcıyız. Türkiye’yi kurtaracak şey tek adam değildir, çok insandır, çözüm budur; Türkiye’yi tek adam değil çok insan kurtarır. Ne kadar çok insan bir araya gelip ülkeyi yönetirsek, o kadar kurtuluş umudumuz vardır. Gerisi Türkiye’nin daha fazla zorluk yaşaması anlamına gelir. Buna karşı çıktık, bunu eleştirdik diye hedef haline geldik. Çözüm sürecinin bitirilmesi ile tehdit edildik; “Bunun önünü keserseniz bizde çözüm sürecini bitiririz.”

İşte dün bir laf söyledim de basında farklı speküle edildi. İmralı’dan bize talimat falan gelmedi, hükümet bunu talimat diye sundu. Orada talimat falan yazmıyor. İmralı’da Cumhurbaşkanı adayı olmamam, 7 Haziran’da parti olarak seçime girmememiz için her türlü lobiyi yaptılar. Ama ne kendisi kabul etti, ne de biz kabul ettik. Böyle bir şey olmadı. Çünkü çözüm süreci dediğimiz şey demokrasinin ortaya çıkarılması için, silahların susması, akan kanın durması için yapılan bir şeydi. Bir kişinin yeniden güçlenip, saltanatını oluşturması için çözüm süreci başlatılmamıştır. Buna karşı çıkmamız da, siyaseten hedef haline getirilmemize neden oldu.

“Demirtaş çözüm sürecini bitirdi, Demirtaş sessiz kalsaydı çözüm süreci başarılı olacaktı, Demirtaş ‘Seni Başkan Yaptırmayacağız’ demeseydi Tayyip Erdoğan sorunu çözecekti, Demirtaş şöyle yapmasaydı bugün ülkede tam demokrasi vardı…” bunların hepsi yalandır. Demirtaş’ı ve HDP’yi hedef haline getirip yargının önüne atmanın psikolojik alt zeminini oluşturma çalışmalarıdır.

Bir insan rahatlıkla diktatör olabilir, ama kolay başkan olamaz

Türkiye’de AKP’nin nereye gittiğini en hızlı şekilde ilk tespit eden biziz. Nasıl ki, Cemaati ilk tespit edip teşhir eden, 8-9 yıl önce biz idiysek, AKP’yi ve Erdoğan’ın gidişatını da ilk biz tespit ettik. O yüzden çıkıp “Seni Başkan Yaptırmayacağız” dedik. Bizim derdimiz Recep Tayyip Erdoğan’la değil, modelin kendisiyledir. Model demokratik olsun, halk onu seçecekse baş göz üstüne. Başımızın tacıdır diyeceğiz. O seçildiyse geri kalanlarında rızası oluşur sadece. Biz de buna rıza veririz.

Ama rıza yoksa, ki yok, “Seni Başkan Yaptırmayacağız” demek rıza vermeyeceğiz demektir. Seçilirsin, ama başkan olamazsın demektir. O nedenle HDP’liler yaşadığı, nefes aldığı sürece “Seni Başkan Yaptırmayacağız” dedik. Rıza vermeyeceğiz.

Bizim gibi düşünen Türkiye’nin yüzde 50’sinden fazlası var, rıza vermeyecekler. Niye zorluyorsun bu ülkeyi böyle. Rızasını al ülkenin. Oyunu değil sadece, rızasını al, geri kalanların gönlünü al. Bunu da demokrasi ile yapabilirsin ancak. Başka türlü yapamazsın. Bir insan rahatlıkla diktatör olabilir, ama kolay başkan olamaz. Çok zor bir şeydir. Daha geniş bir gönül ister. Demokrasiye yürekten inanmayı, demokrasiyi kültürel olarak benimsemeyi gerektirir.

Demokrasiyi bir kültür haline dönüştürecek modelin önünü açmalıyız

Demokrasi anayasada yazmaz, önünüzdeki kanunlarda yazmaz. Parlamentoda biz demokrasi yapmayız. Kuralları belirleriz, yasa koyucu irade bunu yapar. Ama kültür geliştikçe, demokrasi kültürü evrimleştikçe, demokrasi yaşam tarzına dönüşür.

Vereceğim örnekten dolayı kusura bakmayın, ama sokağa tükürmek bir kültürel meseledir. Suç olup olmaması ile ilgili bir mesele değildir. Şu anda Kabahatler Kanunu’nda yanılmıyorsam bulunuyor. Sokağa tükürmek Kabahatler Kanunu’na göre suçtur. Ama mesele bu mudur? Kabahatler Kanunu’nda yoksa ya da yokken sokağa tükürmek normal miydi? Kültür meselesidir. Zaman alır.

Mutfağınızda pişen yemek bir kültürdür. Tuzu, baharatı, biberi bir kültürdür. O kadar uzun yıllar sonucunda oluşmuştur, ki o aniden oluşmaz. Yemek kültürünüzü hemen değiştiremezsiniz. Anadan, atadan, dededen gelmiştir. Demokrasi de böyledir. Ben bu sabah demokrat uyandım diyemezsiniz. Dün bir yasa çıktı hepimiz demokrat olduk diyemezsiniz. Bir kültürdür, zamanla oluşur, nesillerin geçmesi gerekir. Yasalarla oluşmaz, ama yasalar bunun önünü açar.

Bir kişi veya bir lider de kimseyi demokrat yapamaz. Böyle bir modelden demokrasi çıkmaz, demokrasi kültürü çıkmaz. Budur mesele. Biz demokrasiyi bir kültür haline dönüştürecek modelin önünü açmaya, bunu savunmaya çalışıyoruz.

Cemaat’in projesi, AKP’yi bir paravan olarak kullanıp arkasından AKP’yi ele geçirmekti

Kendisi birikmiş bütün bu demokrasi sermayesini yok edecek bir modelde ısrar ediyor. Yargılamanın konusudur diye bunları konuşuyorum. Hepsi yargılamanın konusudur. Cemaat buna müdahale etmiştir uzun süre. Yapmaya çalıştığı şuydu, basitçe söyleyeyim. Siz daha iyi çözmüşsünüzdür eminim. Bu konuda farklı da düşünüyor olabiliriz, ama Cemaat şunu yapmaya çalıştı.

Fethullah Gülen Cemaati,gücü önce AKP’de ve Erdoğan’da buluşturup, orayı ele geçirmeye çalıştı. Cemaat’te gücü birleştiremeyeceğini biliyordu, kimseCemaate oy da vermiyor, seçime de girmiyor, bir yasallığı da yok. Toplum içerisinde bir cemaat olarak meşruiyetini sürdürüyor sadece. Ama AKP’yi bir paravan olarak kullanıp, bütün yetkileri, devletin bütün kurumlarının yetkilerini önce orada toplayıp, arkasından AKP’yi ele geçirmek. Proje, hamle buydu. Bunu başaramadılar.

Demokraside devleti kimse ele geçirememelidir

Tehlikenin büyüklüğü işte buradadır. Biz niye bütün gücü bir kişi veya partide biriktiriyoruz ki? Bakın işte biri çıkıp ele geçirince, her şeyi ele geçirmiş oluyor. Çok tehlikeli bir şey, demokraside devleti kimse ele geçirememelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hiç kimse ele geçirememelidir. Bir parti, bir kişi ele geçirememelidir. Devletimiz buna izin vermeyecek bir mekanizmaya sahip olmalıdır.

Devleti ele geçirmeye çalışmak çok tehlikelidir. Çok tehlikelidir.Toplum buna hem farklı refleksler göstermiştir, ki gösterir. Bundan vazgeçilmesi lazımdır. Ben iktidara geldim, devleti ben ele geçireceğim. Mesela Almanya’da böyle bir şey yok, bir kültüre dönüşmüş artık yavaş yavaş.  Almanya’da hükümet değişir, ama İl Milli Eğitim Müdürü değişmez. Çünkü o devletin memurudur.Devletin temeli vardır, o temele dair onu işletmek üzere oradadır. Almanya’da iktidar, hükümet değişir…(DUYULMADI) Merkel’in partisine yakın biri oraya getirilmez.

Ama bizde öyle mi? Parti iktidara gelir, sınıf başkanına kadar değişir. O kadar diyeyim artık. Sınıf başkanına kadar mümkünse ilkokuldaki, ortaokuldaki sınıf başkanları da o partiden olmalıdır. O kadar müdahale edilir. Bu devlete müdahaledir. Partiyi devlete sızdırmaktır. Parti devleti haline getirmektir. Bu AKP ile başlayan bir şey değildir. Bu işin piri de CHP’dir. En başarılı şekilde yapmış olan CHP’dir.

15 Şubat 2018