Demirtaş: 9 yıl önce grup konuşmasında altını çizerek belirttiğim her şey bugün aynen devam ediyor

Önceki dönem Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş’ın tutuklu olduğu davanın Ankara Sincan'da dün (24 Nisan) görülmeye başlanan duruşmasının bugün öğleden önceki oturumda yaptığı savunması (4.kısım):

Herkese günaydın, salondaki herkesi selamlayarak başlamak istiyorum. Dün 19’uncu fezlekeye dair savunmam önemli ölçüde tamamlanmıştı fakat hem bugüne kadar savunmasını yaptığım fezlekeler hem de bundan sonra savunmasını yapacağım fezlekelerin tamamındaki görüş ve düşüncelerin tamamı partimizin siyasi programı, benim şahsi kişisel düşüncelerimle ifade edilmiş siyasi görüş açıklamalarından ibarettir. Bunların birçoğunu TBMM’de gerek Genel Kurul’da, gerek grup toplantılarında gerek basın toplantısında çok daha detaylı ifade ettiğimi belirtmiştim. Her ne kadar mahkemeniz Anayasa 83/1’de tanımlanan mutlak sorumsuzluk ve kürsü dokunulmazlığı olarak tabir edilen yani Parlamento’da ifade edilen konuşmaların hiçbir şekilde soruşturma ve kovuşturmaya tabi tutulamayacağı şeklindeki Anayasa hükmünü duruşmanın başından beri dikkate almamış olsa da bunun ileriki safhalarda mutlaka dikkate alınacağını ve bu siyasi görüşlerin bir şekilde soruşturma ve kovuşturmaya tabi tutulamayacağı şeklindeki amir hükmün baskın geleceğini düşünüyorum. Mahkemeniz bunu dikkate alır mı almaz mı bilemem, kendi siyasi görüşlerim olduğunun altını çizerek belirtmek için grup konuşmasındaki beyanlarımı da bir kez daha tutanağa geçirmek istiyorum. Tarih 14 Şubat 2012, yani bundan 7 yıl önce parlamentoda yaptığım bir başka konuşmayı da tutanağa geçsin diye özellikle altını çizerek belirtmek istiyorum.

Grup konuşmasının giriş kısmını atlayarak devam ediyorum: “Şimdi dünden bu yana biliyorsunuz yine Türkiye’nin 30 kentinde siyasi soykırım operasyonları yapıldı, halen devam ediyor. Şu saat itibariyle Şanlıurfa’da ve Türkiye genelinde halen gözaltı ve tutuklama furyası devam ediyor. Elbette ki 14 Nisan 2009 tarihinde hükümetin kontrolünde planlaması ve talimatı doğrultusunda başlayan bu siyasi soykırım operasyonlarının amacının tümüyle demokratik muhalefeti tasfiye etmek, kontrol altına almak, çöktürmek ve boyun eğdirmek olduğunu her fırsatta belirttik. Dün sendikaları ve özellikle sendikalardaki kadın yapılarını ve aktivistlerini kapsayan bu operasyon göstermiştir ki AKP’nin hiçbir muhalefete ve hiçbir alanda özgür sesini ve muhalefetini yükselten hiç kimseye tahammülü yoktur. Dün 150’den fazla çoğunluğu da partimizde siyaset yürüten muhalif siyasetçi gözaltına alındı. 8 Mart öncesi özellikle kadınlara yönelik yapılan bu operasyonun bu kadar alelacele yapılmasının bir nedeni de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü vesilesiyle kadınların alanlara çıkmasının, taleplerini dile getirmesinin önüne geçmek olduğu net anlaşılıyor. Bugüne kadar yapılan her operasyonunun hükümet talimatı ile yapıldığını hükümet sözcüleri bile artık açıklamaktan itiraf etmekten çekinmiyorlar. Pervasızca ve gayri ciddi bir şekilde Meclis kürsüsünden televizyonlardan canlı yayınlarda, grup konuşmalarında rahatlıkla bu operasyonlar yapılıyor ve yapılmaya devam edecek ve sonuna kadar gidecek diye açık açık yürütme erki yargının üzerinde olduğunu ve yargıyı kontrol ettiğini itiraf ediyor. O nedenle biz bunlara yargı operasyonu demedik demiyoruz, bu bir AKP faşizan operasyonudur. BDP’ye yönelik ve BDP şahsında BDP dostlarına bütün muhalif kesimlere aydınlara, yazarlara, avukatlara, akademisyenlere yönelik bastırma sindirme operasyonlarıdır. Bugünkü operasyonlarda yine sanatçılar da gözaltına alındı. Bekleniyordu zaten. Nereden biliyorduk. İçişleri Bakanı bu operasyonun sinyalini açık açık vermişti. Şiir yazan, tuvale resim yapanlar da zaten teröre yardım ediyor demişti İçişleri Bakanı. Dolayısıyla bunları planladıklarını yakın zamanda aydınların da sanatçıların da gözaltına alınacağını İçişleri Bakanı açık açık itiraf etmişti. Ancak bu faşizan sistemin, faşizan yönetimin bu tarzının sadece BDP’li siyasetçilere, muhalif kimlikteki siyasetçilere zarar vermenin ötesinde Türkiye’nin bütün siyasi yapısını rehin aldığını son yaşanan olaylarla bir kez daha izliyoruz. Birazdan detaylı bir şekilde onları sizlerle paylaşacağız. Bu konudaki düşüncelerimizi ifade edeceğiz.

Değerli arkadaşlar, bütün bu siyasi soykırım, fiziki katliam, tecrit ve yaşanan bütün bu haksızlıklar, hukuksuzlukları hem protesto etmek ve hem de mücadeleye bir ses vermek adına Şırnak Milletvekilimiz Sayın Selma Irmak ve beraberinde bir grup kadın arkadaşımız Diyarbakır Cezaevinde süresiz dönüşümsüz açlık grevi eylemi başlatmıştır. Arkadaşımız ve vekilimiz bir mektupla bize bunu iletmiş durumda. Basına da kısmen yansıdı, mektubun bütün detaylarını biz basınla paylaşacağız ama bir kaç satır mektubundan paylaşmak istiyorum.”

9 yıl önce grup konuşmasında altını çizerek belirttiğim her şey bugün aynen devam ediyor

Burada Selma Hanımın bize gönderdiği mektubu okumuşum ve açlık grevine başladıklarına dair mektubu kamuoyu ile paylaşmışım. Dün bazı fezlekelerde savcı şunu söylüyordu. PKK’nin yönetim kademesinin operasyonlarla tutuklanan KCK’nin yönetim kademesini sahiplenme çağrısı üzerine Diyarbakır’da eylemlere katılan, molotof atan, taş atan şahıs olduğu anlaşılmıştır demişti. Ki o savcı sonradan tutuklandı, kendisi terör örgütü üyesi olarak yargılandı ve belki de halen tutuklu şu anda bilemiyorum. Birçok üyemiz, parti yöneticimiz, milletvekilimiz Cemaat-AKP ortak operasyonu ile mahkemelerde, cezaevlerinde kanunsuz hukuksuz bir şekilde sözde yargılama sürecinden geçirilirken, bizlerin partinin eş genel başkanları olarak onlara sahip çıkma adına duruşmalarını takip etmek, kamuoyu oluşturmak için miting ve yürüyüş yapmak gibi faaliyetlerimize aynı savcılar tarafından, arkadaşlarımızı tutuklayan AKP-Cemaat ortaklığını yapan savcılar tarafından terör örgütü yöneticisi, propagandacısı olarak aynı fezlekeleri hazırlandı. Şimdi 9 yıl aradan geçti bu defa ben yargılanıyorum aynı savcıların fezlekesi ile o savcılar da yargılanıyor ben de yargılanıyorum. 9 yıl önce grup konuşmasında altını çizerek belirttiğim her şey bugün aynen devam ediyor.

“Aslında çok söz söylemeye gerek yok. Bir halkın temsilcisi seçilmiş bir milletvekili zindanda haksız yere tutulduğu binlerce arkadaşı ile birlikte haksız yere tutulduğu 4 duvar arasında bedenini ölüme yatırmayı bir mücadele yöntemi olarak önüne koyuyorsa, faşizan uygulamaların artık nerelere geldiğini anlamak açısından önemli bir direniş ve duyarlılıktır. Bir milletvekili bugün özgürlük için, kendi kişisel özgürlüğü değil dikkatinizi çekerim, kişisel talebi, sağlığı, cezaevi koşulları için değil halkının ve ülkesinin özgürlüğü için, toplumun özgürlüğü için bedenini ölüme yatırmış durumda. Bu elbette AKP’nin yarattığı baskı ortamını anlayabilmek açısından tek başına yeterlidir. Bugün Parlamento’da aktif olarak görevinin başında olması gereken bir arkadaşımız yine bu hükümetin uygulamaları ve hükümetin denetimindeki yargı eliyle cezaevinde bedenini ölüme yatırmış durumda. Biz de buradan kendisine selam ve sevgilerimizi gönderiyoruz. Cezaevindeki bütün direnişçi ve özgürlük tutsaklarını buradan selamlıyoruz. Bütün halkımızı da etraflarında kenetlenmeye, omuz omuza olmaya ve tek yürek olmaya çağırıyoruz. Yine değerli arkadaşlar biliyorsunuz yarın 15 Şubat.” Konuşmayı yaptığım tarih 2012 15 Şubat’tı. “Her 15 Şubat grup konuşmasında altını çizdiğimiz bir konuyu bir kez daha buradan tekrarlayacağız. Çünkü Türkiye’de son dönemde siyasi tarih ve gelişmelerle doğrudan bağlantılı uluslararası bir komplonun yıldönümü. Sayın Öcalan’ın uluslararası bir komplo ve hukuksuzlukla kaçırılarak Türkiye’ye getirilmesinin yıldönümü. Bu meseleyi Türkiye kamuoyu hiçbir zaman bütün açıklığı ile tartışmadı. Bütün grup toplantılarında, alanlarda, meydanlarda, televizyonlarda bunun altını kalın çizgilerle çizerek belirttik. Eğer 15 Şubat komplosu bütün çıplaklığı ve gizli kalmış yönüyle Türkiye kamuoyuna anlatılmış olsaydı, o dönem yaşananlar bilinmiş olsaydı bugün Türkiye’de yaşanan bütün krizleri ve kaosları yaşamıyor olacaktık. Belki de yıllar önce Türkiye’nin en büyük sorunu olan Kürt sorununu çözmüş ve geleceğine emin adımlarla yürüyen çok daha demokratik bir Türkiye’de hep birlikte yaşıyor olacaktık. Bu nedenle biz 15 Şubat uluslararası komplosunun yıldönümü vesilesiyle bir kez daha bütün bu hatırlatmaları Türkiye kamuoyunun dikkatine sunmak istiyoruz. Neydi 15 Şubat, planlanan neydi, hayata geçirilmek istenen neydi amacına ulaştı mı, amacına ulaşan ve ulaşmayan kısmı neydi? Bunlar bütün açıklığı ile tartışılmalıdır. Her birimizin yaşamını sokaktaki her bir insanın yaşamını bırakın yaşayanları doğmamış olanlarımızı bile etkileyen bu kadar derin bir süreçten bahsediyorsak başka iktidar ve devlet kurumları olmak üzere bütün o dönem yaşananları bugüne kadar İmralı’da ne yaşandıysa bütün hepsini kamuoyuyla paylaşmak zorunda ya da paylaşılmasını engellememek zorundadır. 13 yıldır İmralı’da devam eden bütün bu uluslararası komplo süreci aslında bir kişiyi bir şahsiyeti tecrit altına almadı. Onu teslim almaktan öte uluslararası komplonun temel amacının Türkiye’yi teslim almak Türkiye’nin geleceğini ipotek altına almak olarak tanımladık biz. 15 Şubat 99’da Sayın Öcalan kaçırılıp Türkiye’ye getirildiğinde temelde 2 büyük amaç ortaya konulmuş, hedeflenmişti. Birincisi Türkiye’de iç karışıklık iç çatışma çıkararak insanların boğazlaşacağı kaotik bir ülke yaratıp bunun üzerinden Ortadoğu’ya rahatlıkla müdahale edebilmek ve BOP’u hayata geçirebilmekti. İkincisi Türkiye siyasetini bütün Ortadoğu projelerinde teslim almak, iradesini rehin almak, iktidarları rehin almak ve Kürt sorunun çözümsüzlüğü üzerinden uluslararası bütün politikaları sürdürme ve hayata geçirilebilirliğini sağlamaktı. Yoksa kriminal bir olay, bir örgüt liderinin kaçırılıp Türkiye’ye teslim edilmesi gibi bir basit mesele değildi. Ama o dönem İmralı’da yapılan sağduyulu çağrılar, yapılan diyalog çağrıları, halka yapılan sağduyu çağrıları ve 13 yıldır nefes nefese verilen mücadele, geçmiş 13 yılda çok şükür etnik boğazlaşmanın önüne geçmiştir. Burada hükümetlerin pozitif rolleri olduğunu düşünmüyorum. Çünkü o dönem iktidarda bulunan rahmetli Ecevit hükümetinin kendisi bile olup bitenden herhangi bir sonuç çıkaramamıştır. Ecevit o dönemde, “Öcalan’ın bize neden verildiğini halen anlamış değilim” demiştir. Başbakan olmasına rağmen o dönem Öcalan bize neden teslim edildi, biz halen anlamış değiliz diyebilmiştir. Bu kadar derin bir ilişkide Türkiye bütün geleceği ile ipotek ve rehin altına alınmıştır. Ve orada yürüyen, İmralı’da yürüyen bütün mücadele Sayın Öcalan’ın yaptığı bütün çağrılar, devlet yetkilileri ile yapılan görüşmeler sonrası yapılan bütün çağrılar provokasyonları ve uluslararası güçlerin hedeflediği kaosu engellemeye dönük olmuştur. Nitekim kısa sürede kalıcı bir ateşkes sağlanmış, PKK’nin silahlı bütün güçleri Türkiye sınırları dışına çekilmiş ve bir müddet sonra AKP iktidara geldikten sonra Avrupa Birliği müzakere süreci başlamış, toplum kısmi huzur ve barış ortamına kavuşmuş ve Kürt sorunun çözümünde aslında hiçbir şekilde engel kalmamıştır. Öcalan’ı teslim edenlerin amacı bu olmasa bile yürütülen çabalar böylesine bir ortamı sağlamıştır. AKP iktidarı o dönemde oluşan bütün bu fırsatları, altın tepsi içinde sunulan bu fırsatları bugün olduğu gibi o günde elinin tersi ile itmiştir. Yıllardır Kürt sorunun çözümünde tek bir adım atmayarak atılmasına izin vermeyerek, cesaret ve samimiyet göstermeyerek maalesef bu komplo sürecinin bir ayağının boşa çıkarılmasına katkı sunmamıştır. Türkiye kamuoyu bütün bunları bilmelidir. Yüzyıllık köklü bir sorundan bahsediyoruz. Can alan, can yakan, bütün yaşamımızı etkileyen, Türkiye siyasetini alt üst eden ve şu an bölgesel ve uluslararası bir soruna dönüşmüş olan Kürt sorunu gibi ciddi bir sorundan bahsediyoruz. Bu mesele basit kriminal bir mesele değildir ve AKP bu meseleye ciddiyetle yaklaşmıyor. İmralı uluslararası komplosunu boşa çıkarmak ve Türkiye lehine Türkiye halklarının lehine dönüştürmek için ortaya çıkan bütün fırsatları heba etmiştir. İktidara geldiği günlerde ya da getirildiği günlerde BOP’un bütün dizayn süreçlerinde rol oynama konusunda verdiği taahhütlerin ve sözlerin yerine getirilmesi açısından kendisi için belki de doğru davranmıştır. O sözleri yerine getirmek açısından belki yapacağı başka bir şey yoktur. Ama devasa bir sorunu çözmek için uluslararası güçlere verdiği sözleri yerine getirmek dışında halka verilen sözleri yerine getirmek için ahlaki bir duruş, ilkeli bir duruş bugün içinde bulunulan kaosun önlenmesi açısından altın fırsatlardır. Onlar değerlendirilmemiştir ve bugün uluslararası komplonun hedeflediği Kürt hareketinin tasfiye edilmesi, etnik çatışma çıkarılması amaçları gerçekleşmemiştir. Türkiye demokratik kamuoyunun desteği ve gücüyle de bu amaçlar bertaraf edilmiştir. Bu komplo başarılı olmamıştır. Ama iktidarları teslim almak, ipotek altına almak, rehin almak ve kendine bağlamak amacı önemli ölçüde gerçekleşmiştir. Bunun da sorumlusu o günden bugüne iktidarda olan hükümet etmeye çalışan AKP’den başkası değildir. Orada neler yapıldı, neler görüşüldü, uluslararası komploda hangi güçler rol oynadı bütün detayları ile ortaya çıktı. ABD, İsrail, İngiltere ve AB’nin rolü bütün bunlar ortaya çıktı. Bunların ne amaçlar uğruna yapıldığı, hangi taahhütler kapsamında Öcalan’In teslim edildiği bunlar yazıldı çizildi. Ama Türkiye kamuoyuna detaylı bir şekilde anlatılmadı. Anlatılmasına ve anlaşılmasına izin verilmedi. Bu nedenle 15 Şubat Uluslararası Komplosunun yıldönümünde biz BDP olarak bütün alanlarda gücümüzün yettiği her yerde bu komplonun Türkiye toplumuna karşı yapılmış bir komplo olduğunu haykıracağız. İmralı sisteminin tasfiye edilmesi İmralı rejimine son verilmesi ve Sayın Öcalan’ın içinde bulunduğu bütün koşulların, özgürlüğünün, sağlığının ve güvenliğinin de sağlanarak Kürt sorunun çözümüne katkı sağlayacağı koşulların oluşturulacağı yeni düzenlemelerin yapılması gerektiğini her ortamda savunacağız. Yarın da 15 Şubat vesilesiyle alanlarda, meydanlarda olacağız. Şu savcı yasakladı şu hükümet yasakladı diye gerçekleri kamuoyu ve halktan saklayacak bir durumumuz olamaz. Biz bugüne kadar bütün gerçekleri her yerde anlatır ve ifade ederken bizim hakkımızda dava açanlar gözaltı operasyonu ile bizi durdurmaya çalışanları, ‘Bunlar topu İmralı’ya atıyor iradesizdir’ diyerek hakaret etmeye çalışanları gördük ki 2,5-3 yıldır zaten İmralı’da görüşmeler yapmışlar. Demek ki isteyince oluyor, demek ki Türkiye kamuoyu bunları öğrenince onurlu barış adına tepki göstermiyor. Demek ki Türkiye kamuoyunun özlediği şey kalıcı gerçek bir barıştır. Bütün bunların hepsini yaşadık. O yüzden kimse bu meseleyi terörize etmeye ve basit bir mesele gibi göstermeye çalışmasın. 15 Şubat 99 tarihi Türkiye’nin yakın siyasi geçmişindeki en önemli kırılma noktalarından biridir. Ortadoğu’daki siyasi gelişmelerin kırılma noktalarından biridir. Bu doğru bir şekilde tespit edilmezse sunulacak çözüm önerileri bu tespit üzerine kurgulanmazsa akıntıya kürek çekmek dışında bir şey yapılamaz diye düşüyoruz. Eğer Türkiye’nin bütün temel sorunlarının, sadece Kürt sorunundan bahsetmiyorum, demokratikleşme ile ilgili bütün temel sorunlarının çözümü için cesur adımlar atılmak isteniyorsa önce İmralı konusunda cesaretli olmak gerekiyor. Tablo ortadadır. Hükümet sözcüleri, Adalet Bakanı dahil olmak üzere bu hukuksuzluğu bu işkenceyi bir hükümet politikası olarak uyguladığını her fırsatta her yerde ifade ediyorlar ve bundan çekinmiyorlar. Herhangi bir yasal dayanağının olmadığını yine kendileri ifade ediyorlar. Yasadışı, kanundışı bir tecrit uyguladıklarını ifade ediyorlar. Ama bunu gidermek için Meclise bir kanun teklifi ve tasarısı verdiklerini belirtiyorlar. Yani yıllardır kanunsuzluk olduğunu kabul ediyorlar ve sözde bu kanunsuzluğu gidermek için şimdi kanun çıkarmaya çalışıyorlar. Ve bu hükümetin yaklaşımı kendi çıkarları doğrultusunda palyatif çözüm üretme yaklaşımları Türkiye’yi bataklığa doğru sürüklemiştir. Şu anda bataklığın dışında, kenarında filan değiliz. Şu anda Türkiye dizlerine kadar bu bataklığın içinde ve ağır ağır bu bataklığın ortasına doğru yürüyor.

Hükümetin çözümsüzlük politikaları, çözüm adına kendini kurtarma, günü kurtarma adına ürettiği çözümler işte bu bataklıkta adım adım ilerlememize neden olan gelişmelerdir. Bu vesileyle bir kez daha bu konuda duyarlı olan vicdanı olan Türkiye’deki bu gerçekleri gören herkesi 15 Şubat vesilesiyle bir kez daha bütün demokratik tepkilerini göstermeye çağırıyorum. Bizler de yarın alanlarda olacağız doğru tarz, doğru çizgi budur. Biz başka türlü çözüm bilmiyoruz, başka tarz çözüm çözümsüzlüktür ona da inanmıyoruz. Kürt sorununu bütün aktörleriyle özlü esaslı çözmeye dönük bir müzakere yürütülmedi, bugüne kadar da esaslı bir müzakere yürütülmediği için bugün bu noktalardayız. Bu nedenle Türkiye kamuoyuna bu gerçekleri her fırsatta anlatmamızda sayısız fayda var diye düşünüyorum. Barışın yolu buradan geçer. Bir kez daha 15 Şubat Komplosu vesilesiyle bu komployu düzenleyen bütün uluslararası güçleri aslında bu komplocuları kınıyoruz. Türkiye’yi getirmek istedikleri noktaya getirmelerine izin vermeyeceğiz. Bedeli ne olursa olsun biz direnmeye devam edeceğiz. Aslında bütün bu konularla doğrudan ya da dolaylı bağlantılı siyasi gelişmeler yaşanıyor. Adli gelişmeler, siyasi gelişmeler yaşanıyor ve bunları izliyoruz. İşte MİT-Yargı-Hükümet çekişmesi olarak sunulmaya çalışılan son birkaç gündür kamuoyunun en önemli gündem maddesi olarak gündemi işgal eden mesele bütün bunlardan bağımsız değil. Biz bütün bu gelişmelerin sonuçlarını, nedenlerini kamuoyuna dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık ama şu ortadaki tablo öylesine bir tablodur ki bütün bölgesel uluslararası arası gelişmelerle bağlantılı iç siyaset dengeleriyle o kadar iç içe geçmiş bir siyaset yaşıyoruz ki bu süreci bir cümleyle ifade etmek, tanımlamak neredeyse imkânsızdır. İki ayrı gücün sadece çıkar çatışması değildir, sadece bölgesel gelişmelerle, uluslararası gelişmelerle de bağlantılı değildir. Yine AKP hükümetinin içine düştüğü acizlikle de bağlantılı değildir. Ya da müzakerecilerle operasyoncuların çatışması değildir ama hepsinden bir miktar içeren en nihayetinde büyük bir AKP krizidir. Büyük bir AKP kriziyle karşı karşıyayız. Bu bir Türkiye krizi değildir, yaşadığımız şey Türkiye toplumunun hak ettiği, Türkiye toplumunun bizlerin halkın neden olduğu bir kriz değildir. AKP’nin adım adım kendi eliyle yarattığı krizdir. Burnunun ucunu göremeden, bir adım ötesini göremeden günlük çıkarlar uğruna iktidar uğruna, iktidarını sağlamlaştırma uğruna yapılan siyasetin geldiği noktadır. Peki, yıllardır bu uyarıları çağrıları yapmıyor muyduk? Her konuşmamızda bu uyarılar hükümete iletildi, bir defa değil bin defa değil BDP’lilerin yaptığı konuşmalardan on binlerce örnek çıkarabilirim. Hükümeti bu konuda uyarmıştık. Türkiye’de değişim dönüşüm adına kendi iktidarını yeni derin devletini yaratıyorsun. Bu Türkiye’nin hiçbir sorununa çözüm getirmez. Sen Türkiye’nin esas sorunlarını hızlı bir şekilde çözmezsen sen çözülürsün. Bu cümle ile ilgili on binlerce konuşma çıkarabilirim. Şimdi, geldiğimiz noktada uyarılarımızı dikkate almayan hükümetin, AKP’nin içine düştüğü kriz Türkiye’ye mal edilmeye çalışılıyor. Bu aslında bir parti krizidir. Partinin kendi içindeki hegemonik güç dengelerinin, paylaşım savaşlarının yarattığı ve herkesi etkileyen dalga dalga bürokrasiden topluma muhalefete kadar bölgesel uluslararası bütün dengeleri karşılıklı etkileyen bir krize dönüşmüş durumda. Bu nedenle MİT meselesi üzerinden MİT görevlilerinin savcılığa davet edilmesi ya da sanık şüpheli durumları üzerinden kıyamet koparılacaksa ille de bir kıyamet koparmak gerekiyorsa birkaç başlıkta özellikle doğrudur kıyamet koparmak lazımdır.

Bir; eğer bu savcılar müzakere yapmayı, diyalog kurmayı suç sayıyorsa, kıyamet koparmak lazım, çünkü böyle bir suç olamaz. Eğer bu savcılar gerçekten birilerini, bir takım bürokratları suçlamak istiyorsa geçmiş dönemde diyalog kurmadığı müzakere yapmadığı için ölümlere neden olan köy yakan, faili meçhul cinayetleri işleyen, işleten yargısız infaz işkence yapan yaptıran bürokratları çağırıp sorgulasınlar. O döneme ilişkin tek bir savcı “Siz neden diyalog yöntemini kullanmadınız da bu kadar insanın ölümüne bu kadar acıya neden oldunuz diye” ne bir generali, ne bir başbakanı, ne bir MİT müsteşarını ne bir OHAL valisini sorgulamamışlardır. Eğer, ortada bir suç varsa suç onlarındır. Bunlara ilişkin bugüne kadar savcılığın sorduğu tek bir soru yok, ama diyalog ve müzakere yapılmasını suç gibi göstermeye çalışıyorlar. Bu konuda kıyamet koparmak lazım, çünkü böyle bir suç olamaz. Tam tersine bizim sonuna kadar savunduğumuz, Türkiye’nin büyük çoğunluğunun önerdiği barış yolu budur. Desteklediğimiz barış yolu müzakeredir. Eğer devlet kıyamet koparacaksa çıksın bunun arkasında dursun, bu müzakere siyasi irademizle yapılmıştır desin, çıksın arkasında dursun. Bu müzakere siyasi irademizle yapılmıştır ve yapılacaktır desin. Bu suç değildir desin, ama ne yapıyor hükümet yine palyatif bir çözümle yine geçici bir çözümle meseleyi geçiştirmeye iki üç bürokratın kurtarılması meselesine indirgemeye çalışıyor. Yine, AKP bildiğimiz tavrıyla sorunları ötelemeye sorunları çözme yerine yeni sorunlar yaratmaya devam ediyor.

Yok, eğer bu konuda yine kıyamet koparılacaksa kıyamet koparılması gereken ikinci başlık özel mahkemelerdir. Bu konuda da kıyamet koparılsın, özel yetkili mahkeme diye bir şey olur mu? Dünyanın neresinde var artık, eski DGM’leri sıkıyönetim mahkemelerini bile aratan özel yetkiler verilmiştir. Kim yapmış bunu? AKP. 2005 yılında yaptıkları düzenlemeler ile bu mahkemeleri kuran şimdiki iktidardır. Bu kadar yetkiyi veren, bunları yapın diyen bu iktidarın kendisidir. Gece gündüz bu mahkemelerin yaptıkları arkasında duran daha fazla yapın diyen sonuna kadar gideceğiz diyen bunlara talimat veren bu iktidarın kendisidir. Bakın olup bitenler ortada, bütün yaşananlar Türkiye siyaset arenası itibariyle çok da karmaşık değil. Bugün Ergenekon’dan tutuklu olan generallerden gazetecilere kadar neyle suçlanıyorlar; AKP’ye komplo hazırlığı yapmakla. Medya ayağı varmış, bunlar internet siteleri kurmuşlar, kitaplar yazmışlar, provokatif bazı eylemler yapmışlar, yaptırmışlar ve bunlar bunları yaparken darbe hazırlığı yapıp AKP’yi yıpratmak suçlarını işlemişler. Bundan dolayı binlerce kişi Ergenekon’dan tutuklu. Peki, AKP ne yapmış bize karşı internet siteleri kurdurmuş, bazı provokatif eylemleri kendi kontrolünde ve bilinçli bir şekilde yaptırmış bizi yıpratmak için yine gazeteciler eliyle yazılar yazdırmış. Kendi kurduğu komplosuyla biz karşı komplolar örgütlemiş. Bütün bunları AKP nereden öğrenmiş? Anlıyoruz ki Ergenekon’dan öğrenmiş. Aynı şeyleri AKP şimdi bize karşı muhalefete karşı yapıyor ve bunları yaparken bile yine bizi yıpratmaya çalışıyor. Efendim BDP’nin içine kurumların içine binlerce MİT ajanı sızdırdık diyerek kurumları itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Bizim hiçbir yönetim kadememizde asla ve asla kabul etmeyiz, reddediyoruz hiçbir şekilde yönlendirme yapacak ne bir MİT ajanı ne başka bir ajan vardır. Varsa İstanbul’da 17 yaşındaki Serap’ı yakan provokatörler onların adamlarıdır, Cizre’de öğrenci yurdunu yakanlardır, yaktıranlardır onların adamları onların örgütleridir o zaman. Başbakan Yardımcısı ki sonradan İdris Naim Şahin aylar sonrasında itiraf etti, dedi ki; İstanbul’da halk otobüsündeki 17 yaşında genç Serap adlı yurttaşımızın yakılmasını gerçekleştiren MİT’le ilişkili bir kişidir.  Başbakan Yardımcısı itiraf ediyor biz bunlara suç işlettik ki sızabilsinler. Hangi suçları işlettiniz çıkın açıklayın bakalım. Biz suç işlemedik, kimseye suç işleyin diye talimatta vermedik. Bizim hiçbir yapımızda il-ilçe teşkilatlarımızda, örgütlerimizde, belediyelerimizde suç işlemek adına tartışmalar yürütülmedi. Şimdi açığa çıkıyor ki Ergenekon’u suçladıkları konularla ilgili aynısını kendileri bize yapmışlar. Yapmaya çalışmışlar ve bunun için ortam hazırlamışlar ve bunun üzerinden KCK operasyonları adı altında binlerce insanı tutuklayıp içeri atmışlar. Mesele, tablo budur, bunlara Başbakan açıkça destek vermiştir. Her aşamasında arkasındayız demiştir. Teknik iç egemenlik, iktidar, rant paylaşımını bizler demokrasi yarışı mücadelesi olarak görmüyoruz. Böylede tarif edilmemelidir, doğru değildir çünkü bunu Cemaat ve AKP içindeki tartışmalar için söylüyorum. Bu yüzden değerli arkadaşlar psikolojik harekata, savaşa dönük, kafa bulandırmaya dönük hiçbir açıklamayı üretmemek lazım. Biz meşru talepleri olan haklı bir mücadelenin neferleriyiz. Bizi şu yönlendiriyor, bu yönlendiriyor diyerek olayı çarpıtmaya çalışanlara karşı vereceğimiz tek cevap daha güçlü demokratik direniştir. Biz kendi öz gücümüzle irademizle milyonların iradesiyle haklı bir mücadeleyi yürütüyoruz.

Kimsenin de bu mücadeleyi lekelemesine tek bir leke kondurmasına asla izin vermeyiz. Bu mücadele tüm gücüyle devam edecektir. Peki MİT Müsteşarlığı Kanununda özel madde var savcı onu tanımıyor, yeni çıkaracağın kanunu tanıyacağını nereden biliyorsun? “Onu da tanımıyorum” dese, “Yeni çıkaracağın kanunu da tanımıyorum, ille de ben bunları sorgulayacağım” dese ne yapacaksın? Yapacak bir şey yok. Birazdan sıralayacağımız maddeler Hükümet tarafından artık ciddi ciddi tartışılmalı dikkate alınmalıdır. Tek maddelik önlemle günü kurtarmaya yönelik çözümler yerine;

1: Özel yetkili mahkemeler kaldırılmalıdır özel mahkemeler diye bir mahkeme Türkiye’de olmamalıdır.

2: Terörle Mücadele Yasasındaki antidemokratik bütün hükümler ayıklanmalıdır.

3: Kürt sorunun çözümünde siyasi desteğe de sahip olacak bir müzakere heyetinin güven içinde ve şeffaf bir çalışma yürütebilmesi için özel bir yasayla barış komisyonu kurulmalıdır.

4: Barış komisyonu Kürt sorununun bütün taraflarıyla açık müzakereler yürüterek, elde ettiği sonuçlar üzerinden çözüm için Hükümete ve Parlamentoya öneri yapma hakkına sahip olmalıdır.

5: İfade, örgütlenme ve basın özgürlüğü önündeki bütün yasal engeller kaldırılmalıdır.

6: Siyasi amaçlı tutuklamalara son verilmeli, Öcalan üzerindeki tecrit kaldırılmalı ve sürece katılımının önü açılmalıdır.

7: Bu süre zarfında imha amaçlı askeri operasyonlar yapılmamalı, PKK de her türlü silahlı faaliyetlerini durdurduğunu açıklamalıdır.

8: Yeni anayasa çalışmaları esaslı, özlü ve ciddi bir şekilde hızlandırılmalıdır.

Sürece bu şekilde yaklaşılmadığı müddetçe, az önce de ifade ettiğim gibi; bataklığa dizine kadar bilerek göğsümüze kadar gireceğiz, görünen odur. Bu sürecin sorumlusu da mevcut iktidar ve onun genel başkanıdır. Başka türlü biz bu kaolitik ortamdan  bir çıkış görmüyoruz. MiİT Müsteşarıyla üç görevlisini yargının elinden alınca neyi kurtarmış oluyorsunuz, neyi düzeltmiş oluyorsunuz? Binlerce siyasi tutuklu içeride. Hala operasyonlar devam ediyor. Özel yetkili mahkemeler kendi özel yetkilerini bile aşacak şekilde artık devletin kendisine dönüşmüş durumda.

Barış süreci, müzakere süreci diye bir şey kalmadı. Ortalık tuz buz oldu. Ortada bir müzakere masası yok. Sen sadece kendini kurtarma adına, sıra bana gelmesin diye üç-dört bürokratı kurtarmaya çalışarak yüzyıllık Kürt sorununu çözeceğim diyorsun. Böyle bir iddiaya kargalar bile güler. Biz böyle bir şeyi gayri ciddi buluyoruz. Ve bu yaptığımız önerilerin hayata geçme şansı da vardır. Türkiye kamuoyunun çok büyük bir kısmı tarafından desteklenen desteklenebilecek önerilerdir. Desteklendiği son seçimlerde de ortaya çıkan önerilerdir.

Hükümet gerçekten samimi, ciddi yaklaşırsa kısa süre içerisinde Türkiye, içinde bulunduğu kaotik karmaşık rotanın tersine çok daha berrak, önü açık, içeride ve dışarıda daha güçlü politika ve çözüm üretebilen bir sürece girebilir. Bunu yapmadığı sürece bunları gerçekleştirmediği veya gerçekleştirmeye niyetlenmediği sürece herkes bilsin ki; asla ama asla Hükümetin demokrasi adına atacağı bir adım yoktur. Ne söylerse söylesin, ne söylenirse söylesinler pratik bu konularda adım atılmadığı müddetçe bizim nazarımızda demokratikleşme adına açılım adına çözüm adına kesinlikle hiçbir ilerleme olmadığı, olmayacağı kabul edilmiş olunacak.

Değerli arkadaşlar, bunların tamamı elbette siyasi süreçteki siyasi gelişmeler, bütün bunları yakından izliyoruz, izlemeye de devam edeceğiz. Bütün bu sorunların çözümüne katkı sunmaya devam edeceğiz. Çünkü önemli olan bu sorunların çözümüdür. Çözümsüzlüğü derinleştirecek hiçbir tutum içerisinde olmadık bundan sonra da olmayız. Yeter ki çözüm iradesi ortaya çıksın. Biz küçük oy hesaplarıyla, kişisel hesaplarla, partizanlık hesabıyla hareket eden bir yapı değiliz. Yeter ki çözüm olanakları ortaya çıksın. Hükümetin tahmininden çok daha güçlü bir desteğimiz de olur. Ama bunu samimiyetle görmek istiyoruz. Bunun pratikle yaşama geçirildiğini görmek istiyoruz.”

Evet 2012’nin daha başı, dokuz yıl önce yaptığım bir konuşma. Tabii o tarihten önce birkaç fezlekemiz Meclis’e sunulmuştu ama fezlekelerin çoğu bu tarihten sonra Meclis’e sunulmuş fezlekeler ve tutukluluğuma esas alınan, yargılanmama esas alınan fezlekelerin çoğu da bu tarihten sonra gelişen siyasi gelişmelere dairdir.

Oslo Süreci yargı, medya, bürokrasi üzerinden bazı uluslararası güçlerin kesintisiz saldırısı altındaydı

Yeni bir fezlekenin savunmasına geçeceğim fakat genel olarak şunu mahkemenin özellikle dikkatine ve takdirine sunmam gerekiyor. Kamuoyunun da bunu unutmaması gerekir. Biz konuşmaları, bu çalışmaları, görüşmeleri yaptıktan sonra yani örneğin 2012’nin sonunda biz bu çalışmaları yaparken Parlamento’da partimizin dışında partimizin içinde olmadığı bir Oslo Süreci yürütülmüştür. Ve o dönem, daha önce de belirtmiştim savunmalarımda, Oslo Süreci özellikle bazı uluslararası güçlerin tahammülsüzlüğü ve süreci istedikleri şekilde kontrol altına almaya çalışma, yönlendirme iradesine sahip olmamaları nedeniyle kesintisiz bir saldırı altındaydı. Bunu kimin üzerinden yapıyorlardı? Türkiyeli bir grup yargı mensubu, bir grup medya organı, bir grup bürokrasi üzerinden yapıyorlardı.

Ne Başbakan ne Hükümet ne MİT Müsteşarlığı krizin derinliğini anlayamadı

Bizlere fezleke hazırlanıyordu, MİT Müsteşarı ve görevlileri neredeyse vatana ihanet suçlamalarıyla gözaltına alınmak, tutuklatılmak isteniyordu. İşin ucu o dönem Başbakan Erdoğan’a vardırılmak isteniyordu. Bunların hepsi kapsamlı uluslararası operasyonlardı. 2012 yılının başında da biz bu şeyi hatırlatarak, alınması gereken önemleri hatırlatarak hükümeti uyarmaya çalıştık. Hükümet ne yaptı bütün bunları ciddiye mi aldı, hayır. MİT Müsteşarlığı Kanununda bir değişiklik yaparak MİT Müsteşarının ve görevlilerinin sorgulanabilmesi başbakanın iznini tabi kılındı. Bu şekilde geçici bir çözüm bulundu, üstü örtülmeye çalışıldı. Oysa kriz derindi. Ne Başbakan ne Hükümet ne MİT Müsteşarlığı krizin derinliğini ve ciddiyetini anlamadılar. Uyarılarımızın hiçbirini dikkate almadılar.

O yılın sonunda 2012 Aralık sonunda bu defa İmralı’da yeni bir görüşme başladı. İmralı Çözüm Süreci olarak adlandırılan yeni bir çözüm süreci başladı. İlerideki fezlekelerde göreceğiz, büyük bir kısmı da o sürecin sabote edilmesine dönük, devlet içinde kümelenmiş grupların müdahalesi. Uluslararası güçlerin etkisiyle gerçekleşen grupların müdahalesi olarak şekillendi. Şimdi mahkemeniz beni ‘Sayın Öcalan dedi, Kürt Halkı Önderi dedi, onunla görüşülsün dedi, onun propagandasını yaptı’ diye yargılıyor. ‘Dolayısıyla bütün bu propaganda süreci, örgütsel faaliyetler bir araya geldiğinde Demirtaş’ın örgüt yöneticisi olduğunu gösteriyor’ diye beni yargılıyor fakat bütün bu tabloyu önünüze koyan çözüm süreçlerini sabote eden güçler.

On yıldır bize yapılan her şeyin arkasında AKP vardır, koltukları için bunu yaptılar

Şu anki iktidar da o kadar pragmatist davrandı ki her seferinde bizlerin üzerinde kurulan baskıyı kendi siyasi çıkarları için kullanmaya çalıştı. Her seferinde, her seçim öncesi. Siyasi konjonktürde devlet içinden bize yönelen -bu Cemaatçi yapımı mı deriz başka bir şey mi deriz ben isim koymayayım ama- devlet içerisinde gerçekten de odaklanmış, kümelenmiş Türk milletiyle de Türk halkıyla da onun çıkarıyla da alakası olmayan Türkiye’yi teslim almaya, barış iradesini teslim almaya, çözümsüzlüğe dönük yapılar bizlere saldırdıkça AKP bunu alkışladı. Çünkü biz aynı zamanda AKP’ye karşı etkili bir muhalefet yapıyorduk. Erdoğan iktidarının tek başına Türkiye’de hegemonya kurmasına karşı mücadele ediyoruz. Ve bununla ilgili etkili bir gücüz. Son yapılan seçimde bile gücümüz ortaya çıktı. Hiçbir zaman buna izin vermedik. Biz tam tersine demokratik bir yönetim anlayışını savunduk. Böyle bir anlayışı destekleyeceğimizi söyledik. Dolayısıyla AKP, bize yönelen bu saldırıların siyasi bir parçası oldu her zaman. Bugün olduğu gibi, on yıldır bize yapılan her şeyin arkasında AKP vardır. Neden? Türkiye’nin çıkarları için mi? Kamuoyunun çıkarları için mi? Hayır. Sırf koltukları için. Koltuk, rant ve çıkarları için bunu yaptılar.

Barış gerçekleşmiş olsaydı duruşma salonunda değil onore edilmiş yerlerde olurduk

Beni, "Sayın Öcalan dedi, Kürt Halk Önderi dedi" diye, onunla görüşülsün dedim diye yargılıyorsunuz ama aynı devletin İçişleri Bakanlığına bağlı Sahil Güvenlik Birimleri partimin heyetini Marmara Adasındaki İmralı'ya götürdü. Sahil Güvenlik özel botu ile götürdü. Bunların sekizinde bizzat ben vardım. En az 30 defa Kandil'de PKK üst düzey yönetimi ile görüşmeye gittik. Hepsi de tamamı da hükümetin bilgisi, desteği ve onayı ile gerçekleşti. Habur'a kadar da İçişleri Bakanlığı güvenlik personelinin koruması eşliğinde gittik karayolu ile gittiğimizde. Dönüşte de onların güvenliğimizi sağladığı şekliyle Ankara'ya geldik hükümetle görüştük. Bunların tamamında Çözüm Süreci heyetinin içindeydim ben. Devlet eliyle yürütüldü bunlar.

Şimdi de 30 defa İmralı'da, 30 defa Kandil'de yüz yüze görüşmeler yaptığım kişilerle ilgili ‘sayın’ demişim diye,  onlarla görüşme yapılsın demişim diye örgüt yöneticiliği ile suçlanıyorum. İşte ilkesizlik budur. Bir devlet ahde vefayı bilmelidir her şeyden önce. Birçok parlamenter, çözüm sürecine karşı olan siyasetçi ve bürokrat sıcak yataklarında yatarken bizler 100 binlerce kilometre yol kat ediyorduk. Hayati tehlikemiz olan işler yapıyorduk, canımızı ortaya koyuyorduk. Bugün bizi bundan dolayı yargılıyorsunuz.

Daha önce de söyledik barış gerçekleşmiş olsaydı duruşma salonunda değil daha onore edilmiş yerlerde olurduk. Fakat barış görüşmeleri kötü gidince bu defa biz terörist olarak tutuklanıp içeri alındık. Peki bu TC devletinin çıkarlarına uygun bir iş midir? Hayır. AKP'nin çıkarlarına uygundur. TC devleti yaptığı işlere, verdiği sözlere sadık olduğunu, ahde vefalı olduğunu göstermediği müddetçe yeni, olası ulusal ve uluslararası barış girişimlerinde saygınlığını yitirmiş olacaktır. Çünkü bu tür barış görüşmelerinde barış görüşme sürecinin içinde olan kişiler, tırnak içinde belirtiyorum ki, hepsinin adı elçidir. Bazen arabulucudur, bazen barış girişimcisidir, bazen akil insandır. Hem devlet adına bulunanlar hem sivil toplum hem muhalefet adına bulunanlar. Ve şu tabir vardır “Elçiye zeval olmaz”. Buna insanlık tarihi boyunca dikkat edilmiş, dikkat edilmesi gereken bir diplomatik, ahlaki kuraldır. Sen düşmanın bile olsa barış görüşmeleri yaptırdığın elçilerle onları hedef alarak bir saldırı gerçekleştirirsen saygınlığını, güvenilirliğini yitirirsin. Ve bundan sonra sizinle temasa geçen diplomatik çevreler, başka devletler, hükümetler hep akıllarında bu notu tutarlar. TC devleti bu konuda güvenilir değil. Kürt sorunu konusundaki barış görüşmelerinde görüşmecileri daha sonra terörist yaftasıyla içeri atmıştır. Bu not düşmüştür tarihe.

TC devletinin itibarının sarsılmasının etkilerini hep birlikte göreceğiz

Peki bu AKP'ye zarar veriyor mu? Yok. AKP'in umurunda mı? Yok. Siyasi çıkarlarına uygun mu? Kendilerince uygun. İşte muhalefeti ezmişler, seçimlerden kendilerince güç devşirerek çıkmaya çalışıyorlar. Peki TC devletinin çıkarlarına uygun mu? Hiç sanmıyorum. Akıllıca bir iş değil. Çünkü AKP geçicidir. Hükümetler geçicidir. HDP de geçicidir. Fakat devletler büyük ve güçlü olduklarını, iktidarlı olduklarını bu tür süreçlerde göstermek zorundadırlar. İdris Baluken 19 yıl hapis cezası aldı. Sırrı Süreyya Önder şu anda Kandıra Cezaevi’nde. Heyetin bir üyesi. Pervin Buldan Eşbaşkanımız hakkında 100'den fazla soruşturma ve dava sürüyor. Fırsatını bulsalar hemen içeri atacaklar. Bunlar da barış sürecinin arabulucu heyeti. Barış sürecinin Kandil-İmralı-Hükümet arasındaki trafiğini yürüten güvenilir ekibidir. Bugüne kadar o süreçlerle ilgili ne benim ne diğer arkadaşlarımın ağzından mahrem dediğimiz, bu ilişkinin saygınlığına halel getirebilecek tek bir cümle kimse duymadı. Duymaz. Bazı çalışmalar vardır ki saygındır, onurludur, mahremiyeti de o denli ağırdır, sorumluluğu ağırdır. Bizimle birlikte mezara gider. Bizim amacımız TC devletine hatta AKP'ye zarar vermek olsa sırf bundan dolayı, ilkesiz onursuz davranabilir, bir sürü sırrı ifşa edebilirdik. Bunlar devlet sırrı falan değil. Ama biz kendi saygınlığımızı, itibarımızı ve bizden sonra bu çalışmaları yapacak heyetlerin itibarını sarsmamak adına, itibarımızı korumak adına hapse girdik, zulme uğradık ama öyle bir çiğliğe düşmedik. TC devleti de böyle bir çiğliğe prim vermemeli, yakışmaz.

Çok demokratik bir devlet mi değil. Ömrüm boyunca devletin demokratik olması için mücadele ettim. Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmayan zulüm yok. Ama en nihayetinde devlet son noktaya geldiğinde kendi iç tutarlılığını korumak zorundadır. Bugünkü yargı bu iç tutarlılığı ortadan kaldıran bir tavır sergiliyor. Bunların sonuçlarını daha göremedik. Önümüzdeki günlerde göreceğiz. İtibarın sarsılmasının etkilerini göreceğiz.

TC devleti bakın kredi alamıyor dışarıdan. Bunun tek nedeninin ekonomik göstergeler ya da uluslararası sermaye kuruluşlarının ortaya koyduğu tablo olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hayır. Güvenilirliği olmayan bir devlete dönüştük. Hukuk üstünlüğü yok. Verdiği sözü tutmayan bir devlet. Öyle algılanıyor. Borç vermek istemiyor kimse. Kapitalist ülkeler güvenmiyor. Sermayedarlar güvenmiyor. Bu noktaya getiren kim. İşte bu süreç.

Bugün bunları anlatıyorum. Eminim, hiçbir şey değişmez ve kimse bunları dikkate almazsa 10 yıl sonra başka bir siyasetçi benim bu duruşmada söylediklerimi tıpkı az önce 10 yıl önceki grup toplantısını okuduğum gibi okuyacak ve diyecek ki "Bakın 10 yıl önce 20 yıl önce bu uyarılar yapılmış kimse dikkate almamış ve ülkenin geldiği nokta bataklık". Bunu diyecekler.

Burada cesaret dediğimiz şey yargıda, hukukta, siyasette, parlamentoda cesaret dediğimiz şey geleceği görerek günlük kaygılara düşmeden "Şu bana ne der, öbürü beni işten mi atar, bu beni hapse mi atar" demeden ülkenin geleceğini düşünerek, çocuklarımızın demokratik, özgür, barışçıl bir ülkede yaşama ihtimalini düşünerek risk almaktır. Ben ve arkadaşlarım bu riski aldık. Başımıza bunların gelme ihtimali çok yüksekti biz Çözüm Sürecini yürütürken. Çözüm Süreci çökerse biz direkt hapisteyiz ya da başka karanlık güçler tarafından başka yollarla ortadan kaldırılacağız. Buna da hazırdık. Bu da denendi. Suikast girişimleri de oldu.

Bugün hapisteyiz. Bizden hesap isteniyor. Yaptıklarımızın hesabı. Verilmeyecek hiçbir hesabımız yok. Tek tek anlatıyorum. Eminim kamuoyu, vicdanlı olan herkes anlamaya çalışıyordur ne yapmaya çalıştığımızı. Biz terör faaliyeti yürütmedik. Biz terörist değiliz. Şiddeti de silahı da desteklemedik. En akılcı makul bildiğimiz yolla bu sorunların çözümü için uğraştık. Siz de bunu terörist faaliyet, terör yöneticiliği olarak değerlendirmeye devam ediyorsunuz. Ben de dilim döndüğünce anlatmaya devam edeceğim.

19 No’lu fezleke ile ilgili söyleyeceklerim bu kadardır.

25 Nisan 2019