HDP Grubu adına Muş Milletvekili Demir ÇELİK’in Ulaştırma Bakanlığı bütçesi üzerine konuşması

29. Birleşim
14 Aralık 2014-Pazar

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de Halkların Demokratik Partisi adına hepinizi saygı ve sevgiyle selamlarken Ulaştırma Bakanlığımızın bütçesi üzerine görüşlerimi ifade etmek üzere huzurlarınıza çıkmış bulunuyorum.

Değerli Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; rakamların birbiriyle dans etmesinden öte bir anlam ve önem arz etmeyen 2015 yılı bütçesini görüşüyoruz. Evet, aritmetiksel rakamların konuştuğu, ruhsuz, kimliksiz, sevgiden yoksun, özgürlük ve barış dışı her türlü antidemokratik, hukuk dışı uygulamalarının vücut bulduğu bir bütçe. Bu bütçede insan yok, kadın yok, çocuk yok, engelli yok. Bu bütçede ekoloji yok, doğal, demokratik toplum yok; varsa yoksa hükümranlık, yarsa yoksa iktidara giden döşenmiş yolların savaş argümanları, aletleri ve yöntemleri konuşuluyor.

Değerli Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; kapitalizm iktidar ve sermaye biriktirme sistemi olduğundandır ki hep savaş üreten, ekolojik yıkımlara yol açan, barış dışı uygulamalarıyla açlığın, yoksulluğun, sefaletin bizatihi diz boyu olduğu bir topluma evrilmiş bulunuyor. Ruhsuzdur, kimliksizdir, sömürü ve iktidar biriktirme adına her yolu, her yöntemi mubah gördüğündendir ki baskı ve ideolojik aygıtlarıyla toplumu şekillendirir, biçimlendirir. Toplum kendine rıza göstersin, ikna olsun, itiraz ve isyan etmesin diyedir bütün bunlar. Dinî, kültürü, sanatı, edebiyatı hep bu amaçla kullanır. Sanki aydınlanmacıdır, çağdaştır, demokratiktir imajını da esirgemeden topluma bunun propagandasını ideolojik aygıtlarıyla ha bire ama ha bire pazarlar. Türkiye de bundan nasibini almıştır, ta 1839 Tanzimat Fermanı’yla beraber. imparatorluklar çökmüştü, çözülmüştü. İmparatorlukların bağrında ulus devletler oluşmuştu ki ulus devletlerin hükümranlık sürdüğü, kendilerine ait bir pazar olsun isteniyordu. Bu pazarda -kapalı ekonomik ilişkilerinin- burjuvazi, egemen ve ezen sınıf, yoksulları, ezilenleri ve yönetim dışı bırakılanları hizaya getirmek adına bu yüksek güvenlikli gümrük duvarlarının arkasına sığınmayı kendisine hak görmüştü. İşte 1839’la beraber başlayan ulus devlet serüveni, ötekileştirmeyi, asimilasyonu, ekolojik ve toplumsal kırımı kendinden hak görerek bugünlere bizi getirdi.
Sayın Bakanım, değerli milletvekilleri; evet, ulaştırma bütçesini konuştuğumuz bugünlerin temellerinin atıldığı 1839’lar manidardır. Manidardır, üç kıtaya egemenliğini, hegemonyasını yürüten Osmanlı İmparatorluğu içerisinde özerk olan, otonomiye sahip olan halklar ve kimlikler, ulus üniter devletin daha çağdaş, daha bilimsel, daha insani olması gerekirken, geriye savrularak otonomiyi de, özerkliği de baskılayan, herkesi tek tipleştirmenin cenderesine tabi tutan uygulamalarıyla dur durak bilmeden savaşları, yoksullukları, açlıkları, kıtlıkları bize reva gördüler. Sayın Başkan, hâlbuki ekosistemimiz açlığa da, kıtlığa da yol vermez, ekosistemde kıtlığın, açlığın kendisi yoktur; varsa yoksa doğal seleksiyondan türlerin ve canlıların doğal mücadelesi söz konusudur. Ama iktidar, ama devlet, ama egemenlik ve hükümranlık, bize yoksunlukları, açlığı ve sefaleti bir kadermiş gibi pazarlamaktan da geri durmuyor. 1839 uluslaşmanın ilk adımlarının atıldığı günden itibaren İstanbul Ankara üzerinden Bağdat’a, İstanbul Ankara üzerinden Tebriz’e hem bir yanıyla sanayi mamulü ürünlerin yeni pazarlara açılması ama insanın girmediği yer altı, yer üstü zenginliklerinin de Ankara üzerinden İstanbul’a taşınmasının demir yolları döşenmişti. Bu demir yolları 1839’dan başlayıp 1950’lere gelinceye kadar toplumun temel ihtiyaçlarının sevkinde, idaresinde yüzde 78’lik bir yük taşıma kapasitesine sahipti, 1950’de ve şu an bu kapasite maalesef yüzde 40’lara inmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde, yüzde 44 olan insanın taşınma kapasitesi bugün itibarıyla yüzde 20’lere inmiş bulunmaktadır. Nedendir? Nedeni, küresel kapitalizmin öngörüleri, öncelikleri ve tercihlerinin ulus, üniter devlete giydirilmiş olmasının politikalarının sonucudur.

Bakınız, demir yolu gibi güvenlikli, deniz yolu gibi hem güvenlikli hem az maliyetli sevk ve idareyi kullanacağımıza biz kara yolu taşımacılığına dayalı bir politikayla bizleri mahkûm kılan bir noktadan yaklaşmışız. Nedeni de küresel emperyal güçlerin bu konudaki tercihlerinin Türkiye Cumhuriyeti devletinde karşılanmış olmasının zorunluluğuydu.
Hâlbuki kara yolları, yüksek maliyeti ve güvenliksiz ortamlarıyla geleceğimizi çalıyor. Her gün ortalama 10 insanın öldüğü trafik kazaları ve canavarını hatırladığımızda, yüksek maliyetini de göz önünde bulundurduğumuzda üç tarafı denizle çevrili Türkiye'nin deniz taşımacılığını, demir yolu taşımacılığını önemsemesi gerekirken hâlâ bize kader olarak biçilen kara yolu taşımacılığı ama son beş yıldır da duble yollar serüveniyle her gün yenilenen ve yenilenmesi adına da sathi kaplamaya harcanan 33 milyar liralık bir görünmez harcama söz konusudur. Kime gitmiştir, kimler paylaşmıştır, kimin cebine girmiştir bilinmez ama o yollar köstebek yuvası gibi, insanların da, yükün de, maliyetin de taşınmasına el vermeyen bir konumda yeni iyileştirmeleri beklemektedir. Yazık değil mi, günah değil mi? 33 milyarla siz ana dilde parasız eğitimi, ana dilde sağlık hizmetini yapabilmenin olanaklarına sahip iken bu ülkenin 76 milyon insanını bundan mahrum bırakıyor, 44, milyar dolarlık insanımızın oluşmasına hizmet etsin diye. Sayın Cumhurbaşkanına hatırlatırım, 44 mü büyük, 76 milyon mu büyük? Hep söyler ya “5 mi büyük, dünya mı büyük?” Aynı egemenlikçi, aynı hükümranlık sistemi burada da devam ediyor. Bu ülkenin kaynakları, bu ülkenin zenginlikleri, bu ülkenin dinamikleri 44 yeni milyar dolarcımız çıksın diye heba edilemez, kullanılamaz. Söz konusu olan 76 milyon insanın geleceğidir, söz konusu olan 76 milyonun içerisindeki kadınından erkeğine, çocuğundan gencine, gencinden yaşlısına herkesin hakkıdır. Bu haklar gasbediliyor. Bu haklar nasıl ki Türkiye Cumhuriyeti devletinde gasbediliyorsa dünyanın birçok yerinde de aynı zihniyet devam ediyor çünkü söz konusu olan kapitalist modernitedir. Kapitalist modernite, eşitsiz gelişme yasasına bağlı olarak bölgelerin eşitsiz gelişmesine yol açan, bölgeler farkı arasından da açlığı ve yoksulluğu, sefaleti ve işsizliği de körükleyen bir noktadan yaklaşıyordur.

Bakın, Türkiye'nin yer altı zenginlikleri itibarıyla öne çıkan Kürdistan coğrafyası bugün Türkiye'nin en geri bölgesidir. Gayrisafi millî hasılanın 12 bin dolara ulaştığı bir dönemin övüncünü taşıdığımız bugünün Türkiye’sinde Kürdistan coğrafyasının ortalaması 6 bin dolar, benim seçilip geldiğim Muş ilinin ortalaması 3 bin dolar. Nedendir? Bir düşünsek ve bu soruya yanıt bulsak biz önümüzdeki siyasal, sosyal sorunları da çözebiliriz. Ünlü siyasetçilerimizden, geçmiş Başbakanlarımızdan rahmetli Bülent Ecevit her seferinde Kürt sorunu dile getirilip sorulduğunda, böyle bir sorunun olmadığını, bu sorunun gerekçesinin ekonomik geri kalmışlıktan ibaret olduğunu açıklardı. Doğrudur, Kürdistan coğrafyası ekonomik olarak Türkiye'nin en geri coğrafyasıdır yer altı, yer üstü zenginliklerine rağmen ama nedeni, devletin asimilasyonist politikalarına bağlı olarak ora insanını yoksul bırakıp, ora insanını işsiz bırakıp metropole, İstanbul’a, İzmir’e, Mersin’e, Adana’ya sürgüne göndermek, göç ettirmek, geldikleri bu yerlerde insanların asimilasyonist politikalarla Kürtlüğünden, Aleviliğinden kaçacak bir üst kültüre, üst etnisiteye, bir üst dile öykünen bir mekanizmayı, bir ilişkiyi var etmesi içindir. Orayı yoksul bırakıp, geri bıraktırıp insanları için yaşanmaz kılacaksın ki insanlar orada toprağın binlerce, on binlerce yıllık köklü birikimlerinden nemalanmasın, geçmişiyle buluşmasın diyedir. Nasıl ki bugün Sayın Cumhurbaşkanımız “Biz Osmanlıcayı atalarımızın geçmişteki kadim medeniyet birikimlerine ulaşmak için öğrenmek zorundayız.” diye haykırıyor ve kulağımıza fısıldıyorsa Kürtler de ana dillerini, kültürlerini unutmamak, köklerinden koparılmak buralara sürgüne gitmemek için direndiler, direniyorlar. Ama maalesef bütün bu dirence, bütün bu ayaktaki isyana ve itiraza rağmen Türkiye nüfusunun ve Türkiye’deki Kürt nüfusunun yüzde 70-80’ini batıya göç ettirilerek asimilasyonist politikalara tabi tutuldular. Ya geri kalanlar? Geri kalanlar faili meçhuller, yakılmış, yıkılmış 4 bin civarındaki köyleri asimilasyonist politikalarla bir cenderenin içerisinde Türkleştirme projesinden geri durmayan devlet politikalarıyla karşı karşıyadırlar.

Bakınız, 3 Ocak 2013, demokratik çözümü tartıştığımız günden bu yana ana dilde eğitimin bırakın Kürtler için 6 bin civarındaki tüm dünya halkları için olmazsa olmaz olduğu günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde bunu kolaylayan, yol açan, ana dilde eğitimi esas alan bir gelecek tahayyülünde bulunacağımıza biz 20 milyonluk Kürt’ün varlığını unutmuşçasına Osmanlıcayı mecburi dil dersi hâline getirme hakkını görüyoruz. Hani çözümden yanaydınız, hani çözümün tarafıydınız? Çözümün olmazsa olmazı Kürt’ün namusu, ekmeği, suyu ve havası kadar olmazsa olmazı dildir çünkü dil, insandır. İnsanı öldürüyorsanız dil de olmaz, dili öldürüyorsanız insan da olmaz. O temelde Osmanlıcayı düşüneceğimize Osmanlıcanın altı yüz yıllık o hükümranlık ve egemenlikçi anlayışı yerine… Mazlum ve mağdur olan bir halkın dilini mağdur ve mazlum olmasıyla birlikte Ahmedi Hani, Fakiye Teyran’dan başka ulaşacak bir kaynağı olmayan çünkü devletten mahrum kalmıştır, iktidardan yoksun bırakılmıştır; dilinden, kültüründen uzak tutulduğu için bugüne, yarına, yarının ötesine taşıyabileceği maalesef kaynakları olmamıştır. Kaynaktan yoksun olmamıza rağmen, annemizden duyup babamızdan telkinini aldığımız bu dil kulaktan dolmayla bugünden yarına taşınamaz. Kardeşsek İslam kardeşliğinin gereği de, insansak insani sorumluluğun da gereği 20 milyonluk kardeşinizi ana dilden, eğitimden mahrum bırakamazsınız, bırakmamalısınız; çözüm de buradan geçer.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; aynı paradoksu, aynı ironiyi Alevi sorununa yaklaşımda da görmek mümkün. AKP bolca Alevi çalıştaylarını yapar. Alevilerin inançlarının, kültürlerinin ne olması gerektiğine yönelik bir merak içerisinde olmaları, öğrenmeye çalışıyor olmaları anlaşılırdır, doğrudur da ama 10’a yakın çalıştaydan sonra hâlâ eğitim şûrasında Millî Eğitim Bakanımız çıkıp 1’inci sınıfta din dersi zorunluluğunu dile getiriyorsa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin hukuksuz olduğuna karar vermiş olmasına rağmen 1’inci sınıftan itibaren Alevilere, Süryanilere, Ermenilere, ötekilere zorunlu din dersi olmazsa olmaz noktasında dayatılıyorsa siz Alevi sorununu da çözemezsiniz. Kürt sorunun çözümünde nasıl ki bir adım ilerleyip iki adımla durumu idare edip zamana yayıp çürütmeye çalışıyorsanız aynı şekliyle bu ülkenin asli, eşit, özgür vatandaş olmadan kaynaklı hakkı olan Alevilerin inanç hakkını da gasbeden, öteleyen, el koyan bir noktadan yaklaşıyorsunuz. Sizin kavganız, sizin mücadele anlayışınız sorunları çözmek, bu manada toplumsal barışı, toplumsal konsensüsü sağlamak değil, ötekileştirme üzerine, yabancılaştırma üzerine, irade kırma üzerine, biat kültüründen beslenen geçmişinizden hareketle siz bugün, size itiraz etmeyen, isyan etmeyen suskun bir toplumun arzusunu güdüyorsunuz ama biz inadına itiraz ediyoruz, itirazımız da devam edecek diyor, saygılar sunuyorum.