
İstanbul Milletvekilimiz Celal Doğan, Mecliste devam eden bütçe görüşmelerinde Gençlik ve Spor Bakanlığı bütçesi üzerine değerlendirmelerde bulundu. Doğan, şöyle konuştu:
Çok tartışılıyor "Bu bütçeler kimin için yapılır", "Bu bütçeler kimin bütçesidir?" Tarih boyunca bizim ülkemizdeki bakış açısı şu olmuştur genellikle: Biz gelişmekte olan bir ülkeyiz. Sermaye temerküzünün iki yolu vardır, ya emekten çalınır ya sermaye sahiplerinden çalınır. Bunlardan çalmadan Türkiye'de sermaye temerküzü olmaz, bu eşyanın doğal hâlidir. Türkiye'de, bütçeler genellikle çok istisnai hâller hariç sermayenin dışında hayat bulmamış bütçelerdir. Özü şudur: Gelişmekte olan ülkelerin kaderi maalesef budur. Bunun tersini yapmak sosyalist partilerde, sosyal demokrat düşüncenin egemen olduğu bütçelerde olabilir. Bunu da sağlarsanız gelir yaparsınız.
Rahmetli Özal da bana bu cümleyi aynen böyle söylemişti. "Çok rakamlardan bahsediyorsunuz" dedim. "Siz de gelirsiniz bir gün biriktirdiğim sermayeyi sosyal demokrat olarak emekçilere verirsiniz" demişti.
Sayın Gençlik ve Spor Bakanımız, daha önce bu Bakanlık bir bakanlığın bünyesinde genel müdür olarak görev yapmıştır. Bilahare, devlet bakanlarının birisine verilen bir görevdi, sonra Türkiye'de müstakil Gençlik ve Spor Bakanlığı kurumu ihdas edildi; siz de onlardan birisiniz. İçimizden bir arkadaşımızsınız, spordan geliyorsunuz. O nedenle, sizin dilinizi anlamaya çalışıyoruz, sizin de bizim dilimizi rahat anlayacağınıza inanıyorum. Bahsedeceğim konuların çoğu aslında, sizin Bakanlığınızı da aşan konular, sadece sizinle ilgili değil, Maliye Bakanlığını, Milli Eğitim Bakanlığını, Aile Bakanlığı ile Sosyal Güvenlik Bakanlığını, sizi ve İçişleri Bakanlığını ilgilendiren müşterek sorunlardır.
Cumhurbaşkanı hep 4 diyor, bir gün 8 çocuğa varırsak şaşırmayın
80 milyonluk bir nüfusa sahibiz. Genç bir nüfus olduğumuz iddia ediliyor. İleride, doğum oranları açısından meseleye bakarsanız, yaşlı olmak durumuna da gidebiliriz. Sayın Cumhurbaşkanımızın "3 çocuk, 4 çocuk" anlayışı bir ilaç olabilir belki. Hep "4" diyor Cumhurbaşkanı. "Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak." 4, Rabia 4'ü, buna döndü. Bir gün de Allah için, Muhammed için, iman için, din için de bir tane isterse 8 çocuğa da varırsak şaşırmayın. Ama bu, ülkenin nüfusunun kaliteli olmasını sağlamaz, olsa olsa çok nüfus olur. Bakabileceğimiz kadar, eğitebileceğimiz kadar, sevebileceğimiz kadar çocuk doğaldır, dahası, olması gereken odur, Türkiye'nin buna yönlendirilmesi gerekir.
Gençler Türkiye’den kaçma noktasına geldi
OECD ülkeleri içinde en mutsuz gençlere sahip ülkelerden biriyiz. Gençlerimizde müthiş bir iştiyak ve arzu var çünkü halkımızın büyük çapta yapısı hep şuna özendirilmiştir: "Devletin kapısına bir adım at, belki ekmek sahibi olursun." Yani aileler çocuklarını bir iş bulmaları arzusuyla üniversitelere seferber ederler. Ama ne yazık ki Türkiye'de üniversitelere seferber edilen gençliğin geldiği nokta şudur: İşsizler ordusu yaratıyoruz. Bu kadar masraf ediyoruz, bu kadar emek veriyoruz, sonunda yetiştirdiğimiz bu insanların çoğu işsizler ordusuna katılarak bir nevi, Türkiye'nin bu kez bedbaht insanları hâline geliyorlar. Sonuçta şu çıkıyor ortaya: Türkiye'de gençleri, üniversiteyi bitirdikten sonra iş bulamama endişesi, işsizlik korkusu, yaşamlarına müdahale endişesi, özgürlüklerinin kısıtlanması sonucunda Türkiye'yi terk etme yani ülkeden kaçma noktasına taşıdığımız bir insanlar grubu hâline getiriyoruz.
Otoriter rejimler gençlerin arzularına kulaklarını tıkarlar
Gençlerin fonksiyonu ve gençlere bakışımızın değerlendirilmesi gerekir. Genç dediğin dünyanın her ülkesinde ülkenin lokomotifi, değişimin ve dönüşümün, devrimciliğin lokomotifi ve dinamizmidir. Demokrat ülkeler gençlerin isyanlarını, başkaldırılarını, taleplerini makul düzeyde değerlendirirler. O ülkeler gençlerin taleplerini çözerler, absorbe ederler ve ülkelerinin başında kaosa götürecek anarşik ve terör olaylarıyla, şiddetle karşılaşmazlar. Ama bütün dünyada şu görülmüştür ki bütün demokratik olmayan otoriter rejimler gençlerin arzularına kulaklarını tıkarlar ve tıkadıkları zaman da gençlerin bu dinamizmini yok etmek ve imha etmek anlayışını, Türkiye'deki gibi gündeme getirirler.
Beslemeyelim, asalım zihniyeti gençlerin Türkiye'de muhatap olduğu devlet anlayışıdır
Gençler, genellikle iki tane güçle karşı karşıya kalır. Birisi, gerontokrasi yahut jerontokrasi dediğimiz yaşlıların, babaların ve annelerin, ebeveynlerin, “aman oğlum şuna karışma, buna karışma, aman çocuğunun başına bir felaket gelmesin” anlayışı. Onları sindirmeye çalışan bir anlayıştır. Diğer tarafta da otoriter devlet gücünü gençlerin önüne dikerler, çok zamandır Türkiye'de yaşadığımız gibi. Sağda ve solda binlerce gencimizi çatıştırdılar. Bunların büyük bir kısmı 12 Eylül’de idama mahkum oldu. 50 genç idam edildi. Çünkü otoriter rejimlerin anlayışı odur: Asmayalım da, besleyelim mi? Beslemeyelim, asalım zihniyeti gençlerin Türkiye'de muhatap olduğu devlet anlayışıdır. Bu, otoriter rejimlerin tümünde böyledir ve böyle gitmiştir.
Deniz Gezmiş enternasyonal bir devrimcidir
12 Eylül de Türkiye'de genç bir jenerasyondur. 1968 kuşağı Türkiye'deki dinamizm, bütün dünyadaki ülkelerin dinamik gruplarından birisidir. Bunlar özellikle değişim ve dönüşümün önünü açmışlardır. Türkiye'de 12 Mart’ın simge isimlerinden Deniz Gezmiş enternasyonal bir devrimcidir. Hem anti Amerikancıdır, sonuna kadar sosyalisttir. Son nefesinde, Türkiye'de asılırken "Yaşasın tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye" demiştir. O nedenle o arkadaşlarımızı tekrar saygıyla anıyorum.
O dönemin gençleri genellikle gerçekten toplumla iç içe, halkı yanına alarak eylem yapan insanlar değildi. Ama Gezi olaylarına geldiğimizde farklı bir manzarayla karşılaştık. Gezi olaylarının, Sayın Cumhurbaşkanımız yurt dışı ülkelerin bir oyunu olduğunu, sahnelendiğini düşünmektedir. Bana sorarsanız yaşama olan müdahalenin getirdiği endişe neticesinde, bizden çok farklı olarak, bizim annemiz ve babamız koyduğumuz eylemlere karşıyken onlar anasıyla, dayısıyla, halasıyla danasıyla, soyuyla sopuyla, herkesle oradaydı. Çünkü değişime müdahaleyi içine sindirmek istemiyordu. Bu nedenle, bütün bu talepleri doğru değerlendirmeliyiz.
Hep şunu görüyorum: Türkiye'deki bütün şiddet olaylarının altındaki meselelere konmamış doğru teşhis, sonuç ile sebebi birbirine katarak yeniden maruz kaldığımız muamelelerin başında yanlış teşhis ve çözümü demokratik yoldan arayıp bulamamanın sonucuyla karşı karşıya kalıyoruz. Bugün Türkiye'de gelen şiddetin en büyük sebeplerinden birisi de açıkça odur. Sebep-sonuç meselesi doğru tahlil edilmelidir. Çare, teşhis doğru konmalıdır. Yaklaşım tarzı demokratik ve özgürlüklerden yana olmalıdır. Ondan sonra Türkiye'de bataklıkların kurutulması sivrisineklerin üremesine mani olacak en büyük tedbir ve en büyük ilaçtır.
Sayın Bakan, Türkiye'de size bağlı 600 bin yatak olduğunu düşünüyorum. 81 ilde Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı Kredi ve Yurtlar Kurumunun uhdesinde 600 bin yatak var. Gençlerin arzularının sadece yüzde 13'ünü falan karşılayacak noktada. Diğer tüm gençlerin gideceği yerler, ya cemaatlerin ya tarikatların ya sivil toplum örgütlerinin veya ne nedenle kurulduğunu bilmediğimiz birtakım kuruluşların yurtlarıdır.
Barınma ihtiyacı mutlaka devlet tarafından karşılanmalı
Türkiye'de 15 Temmuz’u yaşadık. 15 Temmuz’u yaşayan bir ülkede kurşun sıkacak güce gelmiş bir örgütün eline gençleri terk ettiğimizde ileride akıbetimizin bundan farklı olmayacağını görmemiz gerekir. Yani, kıssadan hisse şudur: Türkiye'de her hâlükârda gençlerin barınma sorunları, yeme sorunları gibi konuların mutlaka devlet tarafından karşılanması vazgeçilmez olmalıdır, başkalarının insafına Türkiye terk edilmemelidir.
Amedspor'u Kürt halkının yaşadığı şehirlere hapis mi edelim?
Geçenlerde bir arkadaşımıza da ceza intisap edecek şekilde bir tartışma yapıldı. Nedir? "Kürdistan" dedi. Dün de yanılmıyorsam "Dersim" lafı geçti. Şimdi, Sayın Bakan burada, Türkiye'de Futbol Federasyonu var, Futbol Federasyonuna bağlı kulüpler var. Şimdi, bir örnek vermek istiyorum size. Türkiye'de siz hiç bir futbol takımının elinde kılıç, belinde silah veyahut da elinde taş ve sopayla sahaya çıktığını gördünüz mü? Ben görmedim. Türkiye'de Amedspor diye bir takım var. Amedspor federasyonun tescil ettiği bir kulüp. Şimdi, sorsam size, Amed sanki Kürdistan’dan gelme, Kürtlerin mutlaka tapmak istediği bir kelimeymiş gibi anlamlandırmak istersiniz. Amed Diyarbakır'ın eski ismidir. Medlerden, atalarından kalmış bir şehrin ismidir. Amedspor Türkiye'nin neresine gittiyse "Kahrolsun Kürtler, kahrolsun PKK" diye sloganlara maruz kaldı. Amedspor'u Kürt halkının yaşadığı şehirlere hapis mi edelim? Bingöl, Bitlis, Siirt, Diyarbakır etrafından çıkarmayalım mı bunları, orada mı kalsınlar? Kendi arasında mı lig yapsınlar?
Bir spor takımını bile içimize sindiremezsek nasıl birbirimize yaklaşacağız?
Amed iyi niyetle kurulmuş bir spor takımı olarak gittiği her yerde bu muameleye maruz kaldı. Bu muameleyi o stattaki çocuklar yapmadı aslında. Bizim ektiğimiz tohumların, bizim siyasette verdiğimiz mesajların, bizim HDP'ye bakışımızın, bizim Kürt halkına bakışımızın doğurduğu bir sonuç olarak o arkadaşlarımız gittiği yerlerde hem şiddete maruz kaldılar hem de sloganlarla tahkir edildiler. Burada Ankaragücü maçında, Sayın Bakan mutlaka muttali olmuştur, bu arkadaşlarımız, arkadaşlarımızın yöneticileri şeref tribününden aşağı atıldılar. Şimdi, biz nasıl birbirimize yaklaşacağız? Bir spor takımını bile içimize sindiremezsek nasıl bu işi götüreceğiz ben merak ediyorum.
Federasyon üyeleri AKP il – ilçe kongrelerindeki gibi işaretle seçiliyor
Türkiye'de profesyonel futbolun bir ciddi yasaya ihtiyacı var, kulüpler yasasına ihtiyaç var. 4 milyar dolar borcu olan kulüplerin geldiği bu noktada Dernekler Kanunu'yla bu spor kulüplerini yürütemezsiniz. Gaziantepspor diye birtakım vardı, efsane bir takımdı; o takım bugün ikinci lige düşecek. Gelecekte amatöre düşecek. Hırsızların elinden devlet bunu almadı çünkü İçişleri Bakanlığının denetimi, maalesef, işlev görmedi. Türkiye'de gerek Futbol Federasyonu gerek Basketbol Federasyonu gerekse Voleybol Federasyonu gibi çok federasyonun yüzde 99,9'u işaretle seçilmektedir. Tıpkı AKP il ve ilçe kongreleri gibi seçilmektedir. Hiç kimse aday olma cesaretini göstermemektedir. Kim işaretlenmişse o oraya başkan olmaktadır. Delegeler itaatkâr, başkanlar da orada esir düşmüş hâlde. Bu nedenle Türk futbolunun bu anlayışla kurtulması mümkün değil.
Tesis sorununu çözmek için tek kelimelik değişiklik yeter
"Tesis sorunu" diyorsanız ben size bir yol göstereyim, arzu ederseniz size geleyim yardım da edeyim bu konuda. Türkiye'de İmar Kanunu'nda yapılacak bir tek cümlelik değişiklik yeterli. İmar Yasası'nda biliyorsunuz yüzde 35'le parselasyon yapılırdı şimdi yüzde 40'a çıkartıldı. Bu yüzde 5'i sadece spor alanlarına tahsis ederseniz yani rant için kullanmazsanız buradan elde edilecek saha sayısı 100 bindir. 24 bin şu anda Türkiye'de lisanslı teknik direktör var. 14 milyon gencimiz var. Türkiye'de sporun kaynağının bu olması gerekir. Avrupa'da 3 milyon Türkiyeli var, 7 ülkeye, milli takımlara futbol servisi yapıyor. Biz, 80 milyondan hiçbir halt üretemiyoruz. Demek ki bir yanlışımız var yani sistemimizde bir eksiklik var.
Bizde insan var ama tarla yok, eğitim yok, yetiştirilecek adam yok
Sporda yapılması gereken şudur: 10 yıllık bir programla, bu kadar başarısız bir Milli Takım'ı hazmetmek doğru değil. Bizde sistem eksikliği var ve 10 yıllık bir program eksikliği var. Bunun mutlaka yapılması gerekir. Yapıldığı zaman Türkiye Milli Takımı futbolcularının kendi altyapımızdan yetiştirilme şansı var. Ben bunu kendi kulübümde yaşadım. Antepspor olarak 1-2 yabancının dışında 11 futbolcunun 9'u Antep'ten veyahut da çevre illerden gelen çocuklardı. Bizde insan var ama tarla yok, eğitim yok, yetiştirilecek adam yok, bu konuya eğilecek bir anlayış yok.
Baskette büyük bir sorun var, özellikle Euroleague'de büyük bir sorun var. Genç çocuklarımızın hiçbirisi oynama şansı bulamıyor çünkü Euroleague'de, Avrupa Şampiyonluğunda, çok ciddi müsabakalarda herkes yabancıları oynatıyor. Buna mutlaka bir çare bulunmalıdır yoksa basketbolun bundan 10 yıl önce almış olduğu mesafeden çok aşağıya düştük, daha da aşağıya düşebiliriz.
20 Aralık 2017