Buldan: Türkiye’nin saplandığı bataklıktan kurtulabilmesinin tek yolu bir an önce Suriye’den çıkmasıdır

Eş Genel Başkanımız Pervin Buldan'ın JinNews'e verdiği röportaj:

HDP’nin Eş Genel Başkanlığı'na yeniden seçilen Pervin Buldan, yeni bir söylem ve çıkışa ihtiyaç olduğunu ve seçmenlerinin de kendilerinden bu yönlü bir beklentisi olduğunu belirterek, “Şimdiye kadar yanımızda olmayan kesimlere,kadınlara, gençlere ulaşmanın yol ve yöntemlerini bulmak zorundayız. Eğer bunu başarabilirsek “demokrasi ittifakı” dediğimiz şey zaten gerçekleşmiş olur” dedi.
 
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 23 Şubat’ta gerçekleştirdiği 4’üncü Olağan Kongrede yeniden Eş Genel Başkanlığa seçilen Pervin Buldan ile ‘demokrasi ittifakı’,Türkiye’nin başta Suriye politikası olmak üzere dış politikadaki durumu, İdlib meselesi, mülteci sorunu ve 8 Mart yaklaşırken kadınların gündemine dair konuştuk.
 
HDP kongreye giderken  “demokrasi ittifakı” vurgusunu sıklıkla yineledi. Yine HDP’nin yeni dönemde ülkeyi yönetmeye aday bir parti olacağı ifade edildi. HDP bu anlamıyla nasıl bir çıkış yapacak?
 
23 Şubat tarihinde gerçekleştirdiğimiz kongremiz bir kez daha HDP’nin misyonunu, rolünü ve üzerine düşen sorumlulukları görmek açısından önemliydi. Her türlü engelleme ve baskıya rağmen, kış koşullarında, Türkiye’nin en uç ve uzak yerlerinden binlerce insan geldi. Kongreye gelebilmek için coşkuyla, umutla yollara çıktı. Halkımız bir kez daha gösterdi ki hiçbir engelleme ve baskı halkın iradesinin önüne geçemez. Bu önemliydi. Dolayısıyla kongreye katılan tüm halkımıza özel teşekkür etmek isterim. Kadınlara ve gençlere özel teşekkür etmek isterim. Gerçekten büyük bir sahiplenme vardı. Yurtdışından gelen konukların, misafirlerin katılımı oldukça önemliydi. Aynı zamanda Türkiye’nin içerisinden de ulusal anlamda kongreye katılım güçlüydü. Hem sivil toplum örgütlerinin katılımı, hem siyasi partilerin katılımı bizler açısından oldukça önemliydi.
 
Bizler de konuşmalarda demokrasi ittifakını ön planda tutmaya çalıştık. Çünkü uzun zamandır HDP’nin ifade ettiği, gündemine aldığı ve bunu tartıştırdığı bir konuyu aslında kongre mesajının ana teması olarak ifade ettik. HDP aslında 31 Mart yerel seçimlerinde bir demokrasi ittifakı gerçekleştirmişti. Bu demokrasi ittifakında özellikle Türkiye’nin batısında AKP faşizmine kaybettirmenin ve AKP’nin elinde olan belediyeleri demokrasi güçlerinin almasına dair bir çıkışımız olmuştu ve bir planlama sonucunda hayata geçtiğini ifade edebiliriz.
 
Elbette ki İstanbul, Ankara, Adana ve Mersin gibi illerde demokrasi güçlerinin kazanımında HDP’nin büyük bir payının olduğunu ifade etmek gerekiyor. Çünkü bütün büyük şehirlerde eğer HDP demokrasi ittifakının içinde olmasaydı böyle bir başarı elde etmek imkansızdı. Türkiye toplumu bunun farkında aslında. Sadece HDP değil bugün Türkiye halkları bunu tartışıyor. HDP’siz bir siyasetin olmayacağını, HDP’siz bir demokrasi ittifakının gelişemeyeceğini herkes dile getiriyor ve buna ilişkin söz söylüyor. Dolayısıyla iptal edilen İstanbul seçimleri ile de açığa çıkan ve HDP’nin nasıl damgasını vurduğunu ortaya koyan bir dönemi yaşadık.
 
Önümüzdeki dönemlerde sadece yerel seçimlerle sınırlı kalmayan, genel seçimlerde de özellikle Türkiye’yi yönetmeye aday bir parti olduğumuzu ifade ettik. Bu da önemliydi. Çünkü yeni bir söyleme ve çıkışa ihtiyaç vardı. Halkımız bizden böylesi bir beklenti içerisindeydi. Türkiye’de siyaset yapan bir partiyiz,  bunu ifade ediyoruz sürekli. Legal bir partiyiz ve her seçimde oyumuzun gittikçe arttığı, hiçbir zaman düşüşün olmadığı ve bundan sonraki dönem açısından bu ülkeyi yönetmeye aday olduğumuzu söyledik. Şimdi bunun çalışmalarını yapacağız. Bu çalışmaları nasıl yapacağız? Şimdiye kadar bize oy vermemiş, yanımızda olmamış, bizimle görülmekten çekinmiş birçok kesim var. Örneğin, Karadeniz’de, Ege’de ulaşamadığımız insanlar var. Bütün bunlara ulaşmanın ve onları yanımıza çekebilmenin yol ve yöntemlerini arayacağız. Ben bunu birkaç röportajımda da dile getirmiştim. Romanlara, Çerkeslere, Gürcülere yine şimdiye kadar yanımızda olmayan kadınlara, gençlere ulaşmanın yol ve yöntemlerini bulmak zorundayız. Eğer bunu başarabilirsek “demokrasi ittifakı” dediğimiz şey zaten gerçekleşmiş olur. Ama aynı zamanda bu ülkeyi yönetecek olan bir HDP’de ortaya çıkmış olur.

Kongreden sonra AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Yeni dosyalar her an gelebilir ve daha çok eşbaşkanları değişir” ifadelerini kullandı. Bu sözler, ne anlama geliyor, nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
Bu tam bir zavallılıktır. Yani bize şunu bir kez daha gösteriyorlar: Yargı tamamıyla Saray’a bağlı çalışıyor. Cumhurbaşkanın ağzından çıkacak olan kelimelerle yönetilen bir yargı var Türkiye’de. Bu başından beri böyleydi. Geçen dönem eş genel başkanlık yapan Figen Yüksekdağ’ın Selahattin Demirtaş’ın, şu anda cezaevinde olan onlarca milletvekilimizin, belediye eşbaşkanlarımızın hukuken içeride olmadığını biliyoruz. Bütün bu arkadaşlarımız siyaseten tutuklular, rehinler. O yüzden Cumhurbaşkanının bu söylemi açıkçası beklenmedik ve şaşırtıcı bir durum değildi. Zaten sürekli hakkımızda davalar açılıyor, fezlekeler hazırlanıyor. Bunların devam edeceğini zaten biliyoruz. Çünkü biz onların istemediği, onların öngörmediği ve onların tahmin edemediği kadar demokratik parlamenter sistemin, demokratik siyasetin, barışın ve demokrasinin gerçekleşebilmesi için söz söyleyen tek partiyiz. Savaşa karşı çıkan tek partiyiz. Biz biliyoruz ki bugün iktidarı elinde tutanlar, bu ülkeyi yönetenler çatışmalı süreçlerle, savaşla besleniyorlar.
 
O yüzden bizler her şeye rağmen onları korkutmaya devam edeceğiz. Bu ülkeyi yönetenleri korkutmaya devam edeceğiz. Çünkü biz cesaretimizi halkımızdan alıyoruz. Biz cesaretimizi kadınlardan ve gençlerden alıyoruz. Biz cesaretimizi cezaevlerinde rehin tutulan arkadaşlarımızdan alıyoruz. O yüzden onlardan hiçbir farkımız yok. Cezaevine de girebiliriz, çünkü biz ateşten bu gömleği giydiğimiz zaman bu tür şeylerin yaşanacağını zaten biliyorduk.  Çünkü iktidarın istemediği kadar doğruları söylüyoruz, iktidarın benimsemediği kadar gerçekleri ifade ediyoruz ve biz her şeye rağmen bu gerçekleri ve doğruları söylemeye devam edeceğiz, asla ilkelerimizden taviz vermeyeceğiz.

Kongredeki bir diğer vurgu PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecritti. Tecrit devam ederken en son İmralı Adası’nda bir yangın çıktı. Yangından sonra kamuoyunun tedirginliği arttı, parti olarak bu kaygıların giderilmesi için iktidara çağrıda bulundunuz. Önceki gün görüşme gerçekleştirildi. Bu görüşme yeterli mi? Tecridin kalktığı anlamına gelir mi?
 
Tecrit Türkiye’nin gündeminden hiç çıkmayan bir meseledir. Uzun süredir aslında Sayın Öcalan üzerinde uygulanan ama toplumun tüm kesimlerine sirayet eden, toplumun tamamını esir alan bir yöntem ve yönetim şeklinden bahsediyoruz. Ama tabi ki bundan en fazla etkilenen Sayın Öcalan’dır. Çünkü ailesi ve avukatları ile görüşme hakkı elinden alınıyor. Başka cezaevlerinde zaman zaman tecrit uygulanıyor, zaman zaman tutuklu ve hükümlülerin aileleri ile görüşme hakkı ve iletişim hakkı kısıtlanırken Sayın Öcalan üzerinde sürekli devam eden bir mutlak tecritten bahsediyoruz. Bu tamamıyla hükümetin, bu ülkeyi yönetenlerin keyfine bağlı işleyen bir hal almış durumda. Bu kabul edilebilir bir durum değil. Biz Sayın Öcalan’ın İmralı Cezaevi’nde her şartta ve koşulda Türkiye’nin siyasetine dair, Ortadoğu’nun ve Türkiye halklarının geleceğine dair çok önemli görüşlerinin olduğunu sürekli ifade ettik. Barış ve müzakere sürecinde zaten toplumla paylaştığımız zamanlar oldu. Fakat bunun öncesi de sonrası da var.
 
Sayın Öcalan’ın ve oradaki diğer hükümlülerin ailelerinin adaya gittiğini biliyoruz. Ancak bunun arada bir, zaman zaman yapılması kabul edilir bir durum değil. Tecrit Türkiye’nin gündeminden çıkmak zorundadır. Bugün Türkiye’nin yaşadığı tüm sorunların tecritle bağlantılı olduğunu ifade etmekte fayda var. Sayın Öcalan’ın hem ailesi hem avukatları ile periyodik bir takvime bağlı olarak görüşmenin sürekli yapılması gerekiyor. Bu anlamda çıkan yasalar ve mevzuatlar var. Bu mevzuatlara ve yasalara bu ülkeyi yönetenlerin uyması gerekiyor. Sayın Öcalan’ın ailesi ve avukatları ile görüşme hakkının mutlaka zamanında gerçekleşmesi gerekiyor.

Uzun süredir ülkede savaş ve operasyon gündemi var. Rojava’ya saldırılar devam ediyor. En son İdlib’de çok sayıda asker yaşamını yitirdi. Yine Libya’da var olmaya çalışan bir Türk kesimi var. İktidarın Ortadoğu politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Öte yandan Türkiye’nin Suriye’deki varlığı ne anlama geliyor? Bu ısrar beraberinde neyi getirecek?
 
Başından beri Suriye’ye gidiş Türkiye halklarına, toplumuna ekonomik kriz olarak yansıdı. Bunu görmeyecek, anlamayacak ve gerçekten bilince çıkarmayacak bir şey yok. Herkes şunun farkında: Güvenlikçi politikalarla yönetilen bir ülke var. Güvenlikçi politikalara aktarılan paranın bir şekilde halka nasıl yansıdığını hep birlikte görüyoruz. İnsanlar evine ekmek götüremediği için intihara sürükleniyor. İnsanlar işyerlerini kapatmak zorunda kalıyor. Yurttaşlar tüm bu sorunlardan o kadar etkileniyor ki artık geleceğine güven içinde bakamıyor ne yazık ki. Tüm bunlar Türkiye’nin Ortadoğu başta olmak üzere diğer ülkelerle içerisine girmiş olduğu savaş politikalarıyla birebir bağlantılı. Hele hele mesele Ortadoğu ve Kürtler olduğu zaman bu daha açık bir şekilde karşımızda durabiliyor.
 
Efrin sürecinde de aynı şeyleri söylemiştik İdlib sürecinde de aynı şeyi söylüyoruz. Libya meselesinde de aslında aynı şeyleri ifade ediyoruz. Bırakın Suriye halklarının geleceğine Suriye halkları kendi karar versin. Türkiye’nin Suriye’de olmasana hiçbir şekilde zaten gerek yok. Buna uydurulacak bir gerekçe de yok. Suriye’de neden bulunuyoruz? İdlib’e neden gittik? Açıklamalarının tamamıyla yaşanan bu krizlerin üzerini örtebilmek için yapılan açıklamalar olarak değerlendiriyoruz. Evet, Suriye’de ve İdlib’de sadece askerler değil aslında, orada sivil insanlar da öldürülüyor. Orada yaşayan halklar, Arabı Türkmeni, Ermenisi, Süryanisi Kürdü, bütün bu kesimler yaşanan savaşlardan bir şekilde nasibini alıyor. Dolayısıyla asker ölümleri Türkiye’ye farklı bir şekilde yansıyor. Biz hiçbir ölümün gerçekleşmemesi için uğraşıyoruz. Ne bir asker ölümü ne bir sivil ölümü ne de başka ölümler gerçekleşmemesi için Türkiye’nin bir an önce Suriye’den çıkması gerekiyor. Bunu bulunduğumuz her platformda söylüyoruz. Genel Kurul’da da dışarıda yaptığımız konuşmalarda da ifade ediyoruz.
 
Türkiye’nin bu bataklığın içerisinden çıkabilmesinin tek şartı, tek koşulu bir an önce Suriye’den çıkmak, diyalog ve müzakere sürecine öncülük etmektir. Türkiye’nin rolü bu olmalıdır. Çünkü Türkiye Ortadoğu açısından baktığımız zaman Avrupa gözünden farklı bir konuma sahiptir. Bol kaynakları olan ve yer altı zenginlikleri olan bu kadar güzel bir ülkeyi bu hale getirmek ve yönetmek kimsenin hakkı değildir. Kendi iktidarlarını korumak adına bu kadar insanın ölümüne,  bu kadar insanın yerinden yurdundan göç etmesine vesile olacak bir anlayışın bir an önce terk edilmesi gerekiyor.
 
O yüzden bu yanlış politikadan çıkmanın şart ve koşulları içerisinde Kürtlerle diyalog ve müzakere, yine Suriye’de yazılacak yeni anayasa ile birlikte orada yaşayan halkların güvence altına alındığı, inançların, kültürlerin ve kimliklerin güvence altına alındığı yeni bir Suriye yönetimine Türkiye’nin öncülük etmesi gerektiğini düşünüyorum. Burada elbette ki yine Sayın Öcalan’ın görüşleri oldukça önemlidir. Tecridin kaldırılmasıyla birlikte Suriye politikalarına ilişkin Türkiye’nin hem tutumu hem de almış olduğu kararların yanlış kararlar olduğuna dair Sayın Öcalan geçmiş dönemde yapmış olduğu belirlemelerle ve açıklamalarla, geleceği daha önceden gören bir yerden neler yaşanabileceğine dikkat çekmişti. Biz bugün onları yaşıyoruz gerçekten. Tecridin kaldırılması ile birlikte bir kez daha İmralı’da bu konuların görüşülebileceğini, konuşulabileceğini ve bu anlamda bir perspektifin alınabileceğini düşünüyorum.

İdlib’de yaşanan kayıplar toplumun gözü önünde ve açıkça tartışılmadı ancak onun yerine partiler ortak kınama bildirisi yayınladı. Parti olarak bu bildiriye imza atmadınız, bunun gerekçesini de kamuoyuna deklere ettiniz. Bunu biraz açarsak ne söylemek istersiniz?
 
Her tezkereden sonra yaşanan kayıplar üzerinden mecliste bir kınama yapılır. Bunun ötesine çok fazla geçilmez. Oysa parlamentonun görevi bu değildir. Parlamentonun görevi savaşlara tezkere çıkarmak değil, barış ortamını yaratmaktır. Tüm ülkelerde parlamentoların görevi budur aslında. Fakat biz Türkiye’de hep şuna tanık oluyoruz. Bir yere gitmek için önce mecliste bir, iki yıllık tezkereler çıkarılır. Bu tezkerelerle birlikte Türkiye’den askerler gönderilir. Sevkiyatlar yapılır, tanklar gönderilir vs. yaşanan tüm bu ölümlerin ve gelişmelerin aslında bir şekilde var olmasına ve hayat bulmasına da sebep oluyor bu anlayış.  Biz, İdlib’de yaşanan ölümlerden kaynaklı dört partinin imzası olan açıklamaya şunun için imza atmadık. ‘Biz bu savaş suçlarına ortak olmayacağız’ dedik. Çünkü parlamentoda tezkereye ‘hayır’ oyu veren tek partiydik. Dolayısıyla tavrımızı bu şekilde ortaya koyduk. Tezkereye ‘evet’ diyen partiler imza attı bu yaşanan ölümlere, oysa biz başından beri bunların yaşanabileceğini öngördük, söyledik. Çözümlerin savaşla olmayacağını ifade ettik. Bu kadar çok fazla insanın yaşamını yitirmesi hepimizi derinden üzdü. Tekrarlanmaması için tezkereye imza atanlar ya da onay verenlerin, özellikle muhalefet açısından söylüyorum, bir kez daha düşünmesi gerekiyor. Her tezkerenin neye sebep olduğu, her tezkere sonunda hangi acıların yaşandığı, her tezkere sonunda kaç insanın yaşamını yitirdiğine dair bir muhasebenin yapılması gerekiyor.

İdlib gündemi ile birlikte mülteciler sınır kapılarına taşındı, canlı yayınlarda insan kaçakçıları demeç verdi. Bunlar yaşanırken ırkçılık ve mülteci düşmanlığı da artış gösterdi. Birçok yerde mültecilere yönelik saldırı haberleri geldi. Tüm bunlarla beraber Türkiye’nin mülteci politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
Bugün sınır kapılarında özellikle Edirne’de büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. Mültecileri bir şantaj olarak Avrupa ülkelerine sunmak insanlık ayıbıdır. Bu görüntüler, insanlığın ne kadar ayaklar altına alındığının da bir göstergesidir. Mülteciler,  ülkeyi yönetenler tarafından sürekli kullanılan bir malzeme haline, zaman zaman da rant ve istismar edilen bir durum haline geldi. Parti olarak, mültecilere ilişkin açıklamamızı yaptık. Bunu bir şantaj olarak kullanmanın ve Avrupa ülkelerine para karşılığında kapıları açmanın ne kadar yanlış bir hareket olduğunu ifade ettik. 
 
Mülteci konusu hala çözülmüş değil. Bugün hala sınırda binlerce kişi bekliyor. Özellikle Avrupa ülkelerinin kapılarını kapatması sonucu çok sayıda insan yaşamını yitirdi. Kayıpların artacağına dair kaygılarımız var. Bir an önce somut adımların atılması,  insanların hayatlarını kaybetmeyeceği ve düzenli bir yaşam kurabilecekleri ortamların sağlanması gerekiyor.  Savaşlar biterse mülteciler zaten olmaz. İnsanlar savaştan, ölümden kaçıyorlar. İnsanlar yerlerini yurtlarını terk ediyorlar. Savaşlar bittiği zaman hiçbir ülkenin mülteci sorunu kalmayacaktır. Öncelikle savaşların bitmesi ve barışın sağlanabilmesi için bir politika üretmek gerekiyor. Mülteci sorununu sadece Türkiye değil, tüm Avrupa ülkeleri aslında bir kez daha kendi gündemlerine alıp tartışması gerekiyor. Böyle olursa mülteci sorunu gündeminden çıkar. Ne yazık ki, şuandaki gidişat onu göstermiyor. 

Savaş’ın ekonomik krize olan etkisinden söz ettiniz. Son süreçte ekonomik kriz derinleşirken, çok sayıda insan yaşamına son verdi. İktidarın bu konuda politikalarını nasıl görüyorsunuz?
 
Ekonomik kriz, savaş politikalarının yansımasıdır. Dolayısıyla insanlara şu çağrıyı yapmak isterim; hiç kimse kendi hayatına, kendi yaşamına ekonomik krizden dolayı son vermemelidir.  Aksine bu iktidardan kurtulmanın ve bitirmenin yollarını aramalıdır. Bu nedir; önümüze konulacak olan ilk sandıkta ve seçim dönemlerinde iktidara iyi bir cevap vermektir. Şimdiden bunun hazırlığını yapmaktır. AKP hükümeti süresince yaşanılan bu kriz ve kaoslardan etkilenen tüm kesimlerin ilk seçimde bir ders ve cevap niteliğinde vereceği cevabın çok önemli olacağını düşünüyorum. Şimdiden HDP’nin de içerisinde olduğu muhalefetle, STK’lerle, demokratik kuruluşlarla, kadınlarla ve gençlerle demokrasi ittifakının kurmamızın ve ülkeyi yönetmeye aday olmamızın gerekçelerinin içerisinde bu da var. İnsanları yoksulluktan kurtarmak, insanların ekonomik krizden kaynaklı yaşamlarına son vermeyi engellemek açısından da bunu gerçekleştirmek zorundayız. Türkiye’nin her yerinde bir ölüm haberi ile karşılaşıyoruz. Bundan sonra Türkiye toplumun daha mantıklı bir şekilde bu sürece bakabilmesi ve bu iktidardan kurtulmanın seçim süreci ile birlikte yaşanabilmesini sağlamak gerekiyor.

Bu gündemlerle 8 Mart’ta gidiyoruz. Türkiye ve dünyada kadına yönelik baskı artarken, bir yandan da Latin Amerika’dan tutalım Ortadoğu’ya kadar bir kadın direnişi var ve ortak bir mücadele ve dayanışmayı da görebiliyoruz. Siz yükselen kadın direnişini nasıl gözlemliyorsunuz ve Türkiye’de bulunan kadınların durumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Kadın direnişi ve ittifakı elbette önemli. 18 yıllık AKP iktidarına baktığım zaman kadın kırımının yaşandığı, kadına yönelik şiddetin, baskının, tacizin ve tecavüzün bütün bunların yaşandığı ve son birkaç yıl içerisinde daha fazla arttığı bir dönemi yaşıyoruz. Çünkü AKP döneminde kadına yönelik şiddet hiçbir zaman azalmadı. Sürekli artarak devam eden bir mesele ve bizlerin ortak gündemi. 8 Mart yaklaşırken, alanlarda farklı kesimlerin bir araya gelmesi de önemli. Kürt kadınlarının ve Türk kadınlarının buluşabileceği noktaların yaratılabilmesi gerekiyor.  Yine ortak alanlarda, ortak platformlarda söz söylememiz önemli. Türkiye’de feminist gruplar, kadın hareketleri ve Kürt kadın hareketinin ortak yapabileceği çok şey var. Kadına yönelik her türlü şiddet, baskı, taciz, tecavüz ve ölüm karşısında bir araya gelebilmelidir. 8 Mart ve 25 Kasım’lar bunlar için vesile olabilir ama bu mücadelenin sadece 8 Mart’larla sınırlı kalmaması gerektiğini düşünüyorum. 
 
Bunun bir ayağı da parlamento. Parlamento’da da kadın vekillerin ortak yapacağı birçok şeyin olduğunu düşünüyorum.  Ancak bunu hiçbir zaman gerçekleştiremedik. Meclis’te bir Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu (KEFEK) var. Bu komisyonda kadınların yaşadıkları mutlaka konuşuluyor ama caydırıcı önlemler alınmadığı sürece bu konuşulanlar devam eder ve bunun önüne geçilemez. Parlamento ve caydırıcı yasalar başta olmak üzere, birlikte hareket etme, örgütlenme ve birlikte söz söyleme mekanizmalarını yaratmak önemli. Şimdi önümüzde 8 Mart var. Mutlaka alanlarda olacağız ve sözümüzü söyleyeceğiz. Her gün bizler için 8 Mart ve 25 Kasım olmalı. Bunu gerçekleştirebilirsek, en azından kadına yönelik şiddetin önümüzdeki yıllarda azalacağını düşünüyorum. Yoksa bu iktidarın zaten kadına bakış acısıyla bu iş çözülmez. Kadını bir meta ve vitrin olarak gören, seçim dönemlerinde kullanan,  eve kapatmaya çalışan, sözünü söylemesini engelleyen bir iktidara karşı kadınların kendi gücü ve mekanizmalarını yaratmasıyla bunun üstesinden gelebileceğini belirtmek isterim.

Son süreçte kadınlara yönelik şiddetinin devamlılığını sağlayan mekanizmalardan birinin yargı olduğunu görüyoruz. Erkeklere ‘iyi hal’ ‘kravat’ indirimleri’ veriliyor, failler korunuyor ve katliamlar meşrulaştırılıyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Kadın meselesinde caydırıcı önlemleri işletmeyen erkek yargı sistemi, erkeğin yanında olduğunu gösteren bir anlayış içerisinde. Oysa mağdur olan kadın, ezilen, şiddet gören ve tecavüze maruz kalan kadın. Bütün bunları yapan da erkek. Dolayısıyla yargının erkeği cezalandırmaktan kaçındığını ve erkeğe hizmet ettiğini görebiliyoruz. Şuanda cezaevlerinde birçok kadın tutuklu var. Seçilmiş irade olan yüzlerce insan var. Belediye başkanlığı yapmış, milletvekilliği ve belediye meclis görevindeyken alınıp rehin alınmış kadın arkadaşlarımız var. Sadece halkın sorunlarıyla ilgilendikleri ve görevlerini yaptığı için kadınlara verilen haksız ve hukuksuz cezalar var. Bu cezaların siyasi anlayışı değişir mi değişmez mi o ayrı ama yargının bu bakış açısının bir an önce değiştirilmesi gerekiyor. Kadına şiddet uygulayan erkeklerin yaptıklarından dolayı caydırıcı cezaların verilmesi gerekiyor. Türkiye’deki yargı bunun önüne geçebilir. Yoksa bu böyle devam eder.

Son olarak kadın partisi iddiasını sürdüren HDP 8 Mart’a nasıl hazırlanıyor?
 
8 Mart’a yine bol engellemelerle başladık. Birçok yerde kadın kahvaltıları, şölenler, kadınlarla bir araya gelmeler, paneller ve cezaevinde olan kadınlara kart gönderme gibi bir haftalık 8 Mart programı vardı. Ama biz yapacağımız şölenleri İdlib’te yaşanılanlardan kaynaklı iptal ettik. Bu kadar acının yaşandığı yerde şölenin yapılması doğru değil. 8 Mart’ta Diyarbakır, Batman, Van ve İstanbul gibi merkezi yerlerde kadın mitinglerimiz olacak.  İstanbul’da her sene yapılan gece yürüyüşü var. Bütün engellemelere rağmen mitingler ve eylemleri gerçekleştiriyor kadınlar. 8 Mart’ı böyle karşılayacağız.