Bilgen: Türkiye’nin birinci sorunu OHAL’dir, seçim değil

Parti Sözcülüğü görevini yeniden devralan Ayhan Bilgen, cezaevinden çıktıktan sonra ilk grup toplantısı konuşmasını yaptı. Bilgen'in değerlendirmeleri şu şekildeydi:  

Yaklaşık 9 ay birlikte olamadık. Ama bizim açımızdan nerede olduğumuzdan daha önemlisi nerede durduğumuzdur. Bugün 9 arkadaşımız aramızda değiller ama nerede olurlarsa olsunlar yürekleri bizimle. Hepsini selamlıyoruz. 

Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşunun 94 yılını geride bıraktı. Biz hep ifade ettik, bir kez daha ifade ediyoruz. Halkların sorunu Cumhuriyet ile değil, Cumhuriyeti çifte standarda çeviren yönetim anlayışıyladır. Ortadoğu’da bugün kan durdurulamıyorsa en önemli sebebi etnik dışlamadır, mezhepsel, inançsal ayrımcılıktır. Cumhuriyeti yeniden düşünmek yeniden değerlendirmek ve samimi bir muhasebeyi yeniden yapma zorunluluğu var. Bugün Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Sudan’da kan akmaya devam ediyorsa, "toprak bütünlüğü sorunu"yla, "yönetim biçimi sorunu"nu birbirlerinden ayıramadan tartışmanın büyük etkisi var.

1930’lar Avrupasının faşizan anlayışını cumhuriyet diye dayatmaya çalışıyorlar

Hani meşhur ifade ile “kargadan başka kuş bilmeyenler” toprak bütünlüğünü de tek tipçi yönetimden ibaret sanıyorlar. Birlikte yaşamın farklı modellerini geliştirmiş cumhuriyet örneklerini görmek istemiyorlar. Hala 1930’lar Avrupasının faşizan anlayışını bize cumhuriyet diye dayatmaya çalışıyorlar. Nasıl 200 yıl öncenin korkularıyla, anlayışıyla 100 yıl önce Cumhuriyeti kuran irade gelişmemişse, biz de bugün 100 yıl öncenin korkularını aşan bir aklı, anlayışı bu coğrafyada egemen kılmak zorundayız.

Çok somut örnekler var önümüzde. Yakın tarihte Yugoslavya, Sudan örneği var. Hemen yanı başımızda Irak ve Suriye örneği var. Bir ülkenin yönetimini rejim biçimini tartışırken sorgulayabileceğimiz çok önemli kriterler vardır. Birisi ekonomi politikasıdır, birisi iç barışı, demokratikleşmeyi ne kadar gerçekleştirip gerçekleştiremediği konusudur.

Burun sürtme anlayışıyla cumhuriyetin kuruluş iddiası üzerine söz söyleyemezsiniz

Türkiye bir süredir, Irak Merkezi Yönetimi ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki gerilimin çok somut tarafı olarak hareket ediyor. Birleşmiş Milletler raporlarına göre 15 gün içinde 175 bin kişi yerinden edilmiş. Şimdi yanı başınızda 175 bin kişinin yerinden edilmiş olması karşısında sevinecek olursanız, burun sürtme anlayışıyla hamaset dolu mesajlar verirseniz, Cumhuriyetin kuruluş iddiası olan dünyada barışla ilgili söyleyecek söz bulamazsınız. Eğer barışa dair dış politika ortaya koyamıyorsanız, içeride barışa dair söyleyecek hiçbir sözün inandırıcılığı olmayacaktır. 

Türkiye’nin payına İdlib’de enkaz temizliği düşüyorsa…

Katar eski Başbakanı bir Suriye muhasebesi yaptı. Dedi ki, “Türkiye’nin sınırları kullanılarak oraya silah taşındı ve aşırı akımlar desteklendi”. Bugün Türkiye dış politikasını payına sadece İdlib’deki enkaz temizliği ihalesi kalıyorsa, bunun kabul edilebilir bir demokratik cumhuriyet anlayışıyla bağdaşıp bağdaşmadığını sorgulamak da herkesin görevidir. Yoksa sadece hamaset yaparak sadece törenlerde boy göstererek ne Ortadoğu’da barışı tesis edebilirsiniz ne de başı dik cumhuriyetin insanları olarak bu ülke insanlarının anılmasını sağlayabilirsiniz. 

Kürt siyasetçiler taleplerindeki dürüstlüğü sorgulamalı

100 yıl önce olduğu gibi sadece petrole güvenerek siyaset yapılamayacağını Kürt siyasetçiler de öğrenmiş olmalı. Ama Kürt siyasetçilerin yaptığı yanlışların bedelini, Kürt halkının, Arapların, Türkmenlerin ödemek zorunda kalması asla kabul edilebilir değildir. Ortadoğu’da Kürtlerin 100 yıldır uğradıkları haksızlığın telafisiyle ilgili en büyük sorumluluğa sahip olan Kürtler, Araplar, Farslardır. Kürtlerin, talepleriyle ilgili ne kadar dürüst davranıp davranmadıklarını sorgulamaları gerekiyor. 

Eğer Kıbrıs Türkleri için isteneni Irak Kürtleri için, Rojava için isteyemiyorsanız bu çifte standartçı yaklaşım ne Cumhuriyete saygınlık bırakır ne de bu ülkedeki insanların düzgün demokratik bir rejimde yaşamasını sağlar.

Kuşatılmış ekonomiyle bağımsızlık olmaz

Ekonomi şüphesiz yine cumhuriyetin niteliği ile ilgili tartışmanın en önemli başlıklarından birisidir. Cumhuriyet, Osmanlı’nın son dönemindeki ekonomik bağımlılığa karşı bir itiraz ise, daha milli ve yerli bir ekonomiyi inşa etme süreci ise bugünkü ekonominin göstergelerini tartışmak zorundayız. GSMH'nin yüzde 30’u dış finansman ihtiyacına dayanıyor. Bir başka rakam, cari açık milli gelirin yüzde 5’inden büyük rakamlara ulaşıyor. Borç batağına bu kadar batmış bir ekonominin nasıl bir bağımsızlık iddiası taşıyan bir karaktere sahip olduğunu tartışmamız gerekiyor. İstiklali tam diye ifade edilen şey ekonomik bağımsızlığı kapsıyorsa, bu kadar kuşatılmış bir ekonomiyle bağımsızlık iddiasında bulunmanın hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır.

Şaha kalkan ekonomi değil dolar

Tarımın, üretime dayalı bir yapısal reforma tabi tutulmak yerine sadece ithal mantığına kurulu yaklaşımla içine düşürüldüğü durum net ortadadır. Cumhurbaşkanı “büyük bir ekonomik kuşatma altındayız” diyor. Ekonomi Bakanı “büyük bir şaha kalkıştayız” diyor. Şaha kalkan bir şey varsa dolar. Mazotun, benzinin fiyatı şaha kalkıyor…

Türkiye ekonomisi 1 çuval samana muhtaç

Hani yıllar önce o meşhur ifadeyle “70 sente muhtaç” ifadesi kullanılıyordu. Bugün Türkiye ekonomisi 1 çuval samana muhtaç hale gelmiştir.

Başbakan geçtiğimiz yılın başında 2017 tasarruf açısından tarihi bir dönem olacak diyordu. Benim aklımda kalan tek tasarruf, artık bir israfa dönüşen başbakanlık mekanizmasının bir referandumla kaldırılması. Başka rakamlar da var örneğin Cumhurbaşkanı filosunun sadece kasko giderleri 54 milyon lira. Aralarında iki limuzinin de olduğu, saymakla bitmeyecek bir araç filosu. 

İsraf konusu, en azından muhafazakarlar açısından ilkesel bir tutum olmalı. Yemek duasında geçen, israf etmemeyi tavsiye eden dua, aslında Allah’ın israf edenleri sevmediğini beyan etmesidir. Yoksul için israfla ilgili tavsiyelerde bulunup söz konusu olan ülkeyi idare edenler olduğunda bol keseden harcıyorsanız nasihatlerinizin hiçbir inandırıcı tarafı olmayacaktır. 

“Halkına ihanet edenin korkusu da büyük olur” 

Son günlerde ilginç bir tartışma yürüyor. Bir ihanet lafıdır almış yürüyor. Bunu kendileri için de son derece yaygın kullanmaya başladılar. Kayseri’ye ihanet edildiğini şehircilikle ilgili Bakan, Trabzon’a ihanet edildiğini İçişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı İstanbul’a ihanet edildiğini söylüyor. İhanet edilen sadece İstanbul mu? İhanete uğrayan sadece şehirler mi? Yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanması ihanet değil mi? Değerlerin, inancın, kimliğin talan edilmesi ihanet değil mi? Hukukun yok sayılması ihanet değil mi? Tüm bu ihanetleri yan yana koyduğumuzda hesap verme ihtiyacı ortada değil mi? 

Galiba, son günlerdeki tartışmalar o meşhur deyimle “muhalefet edilecekse onu da biz yaparız”ı hatırlatıyor. Nazım Hikmet’in ihanetle ilgili güzel bir mısrası var: “halkına ihanet edenin korkusu da büyük olur.”  

Belediye başkanlığının sınıf başkanlığı kadar itibarı kalmamış 

Son günlerdeki görevden almalar bir korkunun ifadesi. 1 Kasım seçimleri sonrasında bu ülkede başbakan görevden alındı, Diyanet İşleri Başkanı görevden alındı. Bütün bunlar olurken galiba belediye başkanları sıranın kendilerine geleceğini hiç sanmıyorlardı. Öyle ya, sıranın kendilerine geleceğinin farkında olsalardı o gün de, bugün mırın kırın ettikleri kadar itiraz sesi yükseltirlerdi. Ama ne yazık ki bu ülkede politikanın, mağdurların pozisyonunu değiştireceğine dair izan son derece geri. 

Bakın belediye başkanlarının sarf ettikleri sözlere. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kendisine istifa telkini yapılan görüşmeden çıktıktan sonra müzeyi görüştük diyor. Müzeyi gördü Türkiye. Aslında siyasette müzelik hale gelen anlayışı gördü Türkiye. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adam yerine konma tartışması açtı. Bir başka belediye başkanı televizyon ekranlarında ağlaya ağlaya, ailesine yönelik tehditlerden söz ederek görevi bırakacağını söyledi. Eğer belediye başkanlığının itibarı sınıf başkanlığı kadar kalmamışsa o ülkenin demokrasisiyle ilgili ciddi bir yüzleşme gerekir.

Belediye başkanları ilk defa görevden alınmıyor

Sadece iktidar değil muhalefet de ciddi bir yüzleşme ortaya koymalıdır. Sanki Türkiye’deki ilk defa belediye başkanları tepeden alınıyormuş gibi tepki koyuyorlar. Elbette iktidar partisinin belediye başkanlarının görevden alınmasına tepki koymaları takdir edilesi. Ama bir başka partinin onlarca belediye başkanı görevden alındı. O zaman ilkeler neredeydi diye sormazlar mı? Bu ülkede kaç belediye başkanının cezaevinde olduğunu bilmiyorlar mı? Peki, bu durumda iktidar kadar muhalefetin de bir takım hassasiyetler adına verdiği gizli desteğin farkında değiller mi? Elbette biz hiçbir seçilmişin yargı sopasıyla terbiye edilmeye çalışılmasını doğru bulmuyoruz. 

Türkiye’nin birinci sorunu OHAL’dir, seçim değil

İçinde bulunduğumuz krizle, iktidar partisinin kendi içindeki hesaplaşmayla ilgili çözüm önerisi olarak seçimi dile getiriliyor. Biz en zor şartlarda, tutuklamaların en yoğun olduğu dönemde, mitinglerimizin bombalandığı zamanlarda da seçime hazırdık. Seçimden asla korkmuyor, kaçmıyoruz. 

Ama referandumun tartışması bitmeden, YSK’nın neye alet edildiğini unutup sorunların çözümü için seçim demek, sorunun büyük kısmını görmezden gelmek demek değil midir? Ama hangi seçim, hangi koşullarda seçim? Benim yargılandığım dosyalardan biri seçim bürosu önünde yaptığım konuşma. Seçim döneminde seçim bürosu önünde toplantı yapmanın yargılama konusu olduğu bir ülkede seçim hangi sorunu çözecek? Gazetecilerin bu kadar kolay susturulduğu, televizyon ekranlarının karartıldığı, azıcık itiraz edenin düşman hukukuna tabi tutulduğu bir ülkede seçim bütün sorunları nasıl çözer?

Elbette seçime varız ama Türkiye’de seçimin sorun çözmesi için eşit ve demokratik koşullarda olması gerektiğini böyle olmazsa hiçbir sorunu bitiremeyeceğini ifade ediyoruz. Türkiye’nin birinci sorunu OHAL’dir, seçim değildir. OHAL’in arkasına saklanan hiçbir anlayışla demokrasinin hiçbir mekanizması işlev göremeyecektir. 

Yarım milyon insan suçlu muamelesi görüyorsa orada sistem suçludur

Bugünler belediye başkanlarımızın, eşbaşkanlarımızın, milletvekillerimizin keyfi bir şekilde rehin alınışının üzerinden bir yılın geçtiği günler. Elbette Türkiye yargısının, adalet sisteminin bununla ilgili değerlendirmeler, yüzleşme en az seçilmişler kadar önemlidir.

Adalet Bakanlığının rakamlarına göre tutuklu ve hükümlü sayısı 220 binin üzerinde. Ardahan nüfusunun 12 katı. Bir ülke düşünün ki bir şehrinin nüfusunun 12 katı kadar insan cezaevinde olsun. 

Türkiye’deki denetimli serbestlik uygulamasına tabi olanların sayısı da İzlanda nüfusu kadar. Bu durum sadece yargının sorunu değil. Elbette yargının sorunu var. Bir adalet sorunu var. Ama bu sorun sadece yargıçlara, adında saray olan adliyelere bırakılmayacak önemli bir sorundur. Eğer bir ülkede yarım milyon insan suçlu muamelesi görüyorsa orada sistem suçludur, o ülkeyi yönetenler suçludur. 

Bu ne çıldırtan denge 

Bütün zorluklara rağmen sevindirici bir haber aldık. Bir yılı aşkın süre tutuklu kalan Özgür Gündem Genel Yayın Yönetmeni İnan Kızılkaya’nın tahliye oldu. Hasan Hüseyin’in dediği gibi; "Bu ne beter çizgidir bu / Bu ne çıldırtan denge / Yaprak döker bir yanımız / Bir yanımız bahar bahçe”.

Tahliyelere sevinemediğimiz, her gün yeni gözaltılar tutukluluklar duyduğumuz günlerden geçiyoruz. 

Semih ve Nuriye’nin mücadelesini yükseltmek hepimizin görevi

Aramızda Semih ve Nuriye’nin anne ve babaları var. 250 güne yaklaşan bir eylem, bir inanmışlığın göstergesidir. Allah hiçbir ana babayı evlatlarıyla sınamasın. Onlar kendi adlarına bir mücadele yürütmüyorlar. Aslında herkes adına hepimiz adına belki yüksek sesle sözünü söylemekten çekinen herkes adına, hepimiz adına direniyorlar. Hem aileyi hem kendilerini kutluyor, ikisini de selamlıyorum.

Bu yanlışa bir an önce son verilmesi için de hükümete çağrıda bulunuyorum. Canları istediklerine gücü nereye yetenlerin, iki kişinin işlerine dönmesi gibi son derece haklı ve masum bir talebi çözecek dirayetleri de vardır. Eğer niyetleri varsa, eğer cesaretleri varsa, eğer hala insaniyetten azıcık nasipleri varsa. 200’lü günler kritik tehlikeli günlerdir. Ama sadece 2 kişinin hayatından bahsetmiyoruz, bir ülkenin geleceğinden bahsediyoruz. En temel hak mücadelesinin mübarek ve mukadddes görüldüğü bir ülkede yaşamak istiyorsak Semih ve Nuriye’nin mücadelesini yükseltmek hepimizin görevidir. 

Kabile devletinden bile geri uygulamalar 

Eşbaşkanlarımız başta olmak üzere 9 milletvekilimiz tutuklu. 27 milletvekilimiz defalarca gözaltına alındı. 5 arkadaşımızın milletvekilliği düşürüldü. Başka örneği var mı diye baktık. Elbette Türkiye kabile devleti değil diyorlar ya aslında kabile devletinden bile geri uygulamalarla karşı karşıya olduğumuzu vekillerin tutukluluk süreci ortaya koyuyor.  Bu kategoriye yakın başka ülkeler var. Mesela Mısır’da darbeyle iktidara gelen Sisi. İsrail’de, yıllardır Filistinli milletvekillerini mahkum eden bir yönetim var. Yani Türkiye’deki bugünkü uygulamanın benzer örnekleri, onun liginde yer alan ülkeler böyle ülkeler. Ama dünyada siyasetçilerin görece demokratik, liberal rejimlerde yargılanma gerekçeleri bu içerikte değil. Yani bizim eşbakanlarımızın, milletvekillerimizin, belediye eşbaşkanlarımız benzer gerekçelerle yargılanmıyor hiç Avrupa’da milletvekilleri, belediye başkanları. Haksız kazanç, zimmete mal geçirme oluyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bulunduğu ligin neresi olduğunu vekillerimizin tutukluluğu bile ortaya koyuyor. 

4 bin 500’ü ihraç edilmiş, 2 bin 700’ü tutuklanmış hakim ve savcılar eliyle. Yani bizim milletvekillerimize belediye başkanlarımıza gazetecilere akademisyenlere tutukluluğu reva görenlerin de 2700’ü tutuklu. Bu tabloyu sadece hukuki bir sorun olarak tarif edemezsiniz. Bu sorun çok açıkça yargı sopasıyla bir siyasi hesaplaşmadır. Bugün milletvekillerimize, belediye eşbaşkanlarına, gazetecilere yapılmak istenen biz diz çöktürme operasyonudur. Biz bunun çok net biçimde farkındayız. 

Sayın Öcalan herhangi biri değildir

Türkiye’de son derece kritik, belki cumhuriyet tarihinin en kanlı sorununu en az bedel ödeyerek çözmek için önemli bir çabaya imza atmış olan Sayın Öcalan’a uygulanan tecrit açısından kritik bir noktadayız. 

27 Temmuz 2011’den beri yasal hakkı olmasına rağmen avukatlarıyla görüştürülmüyor. Bir lütuftan değil, en temel hakkının uygulanmasıyla ilgili bir tespitte bulunuyoruz. Ailesiyle 1 yıldan fazladır görüşmüyor. Bu tecrittir. Tecrit kime yapılırsa yapılsın, suçtur. Elbette kime yapılırsa yapılsın karşı çıkarız ama Türkiye’de hükümet de biliyor ki Sayın Öcalan herhangi biri değildir. Kanın durması için, insanların ölmemesi için önemli bir şahsiyettir. Bundan sora da gençlerin hayatını kaybetmemesi için adım atılacaksa ilk adım bu tecridin sonlandırılması olmalıdır. 

Köpekler havladığı için atlar koşmaktan vazgeçmez

Bugün Cumhuriyet gazetesinin davası var. İlginç manşetlerle yargılayarak uzun süre rehin pozisyonunda tutuldular. Geçtiğimiz günlerde Büyükada dosyası dolayısıyla insan hakları savunucuları, nihayet tahliye oldular. Elbette tahliye olmaları sevindirici. Ama bu tablo bizim bir şeyle daha yüzleşmemiz gerekiyor. Eğer insan hakları savunucuları, son derece hakları ve görevleri olan bir toplantıya katıldılar diye, hükümete yakın gazeteler tarafından aylardır zaten mahkum edilmediler mi? Peki insan hakları savunucuları için o günden bu yana atılan manşetler, kendisi hüküm veren tetikçi gazeteciler eliyle atılan manşetler Osman Kavala için de bir anlam ifade etmiyor mu? 

Elbette ki burada tek tek gözaltında uzun süre bekletilen insan hakları savunucularını, gazetecileri, saymaya zamanımız yetmez ama Türkiye’nin bu durumdan bir an önce çıkması gerekir. Kimse ne yaptığı işi terk eder tutuklandığı için, ne savunduğu sözden vazgeçer. Tutuklanmadan önceki son grup toplantısında da söylemiştim, bir kez daha söyleyeyim: Köpekler havladığı için atlar koşmaktan vazgeçmez.

Tarih haksız yargılamalara zindanlarda insanları inandıklarını söylemekten vazgeçirmeye çokça tanıklık etmiştir. Derisi yüzülenler, idam edilenler bugün hala toplumun, insanlığın hafızasında, tarihte son derece diridirler.

İbn-i Sina, yaşadığı dönemde tıpkı bugün, akılla inancın makasını açanlar gibi, din ile ahlak arasındaki makası açanların uyguladığı gibi, çok saldırıya uğrayan bir insandır. Belki kamuoyu onu daha çok tıp kimliği ile, ileri çözüm önerileriyle biliyor. Ama İbn-i Sina aynı zamanda bir teologtur. O günün yobaz zihniyetinin dine ihanet etmekle suçladığı bir isimdir. İbn-i Sina diyor ki, “Bana yapılan saldırılar keçinin dağa toslaması gibidir.” Dağ gibi dimdik duran analarımız, milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız kararlı oldukça; yaptıkları işlerin onur duyulacak işler olduğunun farkında olduğu müddetçe onları yargılayanları tarih silip atacak. Sözünde sebatla duranları da tarih hak ettiği yere yazacak. 

HDP’yle anılırız korkusundan programlarına eşit yurttaşlık yazmadılar 

Siyasette yanlışlarınızla yüzleşmek de erdemdir. Bugünlerde yeni bir siyasi girişim fiili sürecini hukuki sürece taşıdı. Ama ibretlik bir tartışmayla işe başladılar. Eşit yurttaşlık kavramını programa yazmasak mı yazmasak mı…  Düşünebiliyor musunuz Türkiye’nin geldiği noktayı? Siyasetçinin içine sürüklendiği noktayı görüyor musunuz? Sanki eşit yurttaşlık demek büyük bir suç ve ayıp. HDP’yle anılırız korkusundan programlarına eşit yurttaşlık yazmaktan vazgeçtiler. 

Biz gurur duyuyoruz eşit yurttaşlık demekten. Arkadaşlarımız eşit yurttaşlık, özgür toplum dedikleri için, ortak vatan dedikleri çin tutuklandıklarını biliyoruz. Bakın bugün sabah ilk grup toplantısını yapan partinin başkanı NATO ile ilgili muhasebe yapıyor. Bundan 40 yıl önce NATO ile ilgili slogan atan gençler idam sehpasına gönderildi. Bugün bu muhasebe yapılıyorsa bu dikkate değerdir. Aynı siyasi lider, bölünme korkusu diye bir kavramla kısmen de olsa yüzleşme adımı ortaya koyarsa bu anlamlıdır. 

Türkiye’yi bu içinde bulunduğu çıkmazdan çıkarmak için kişisel çıkarları için değil, cesaretle yapma niyetindelerse bu ülkeye yapılacak en büyük iyilik gerçekleri halka söylemektir. 

Kimseye minnet etmedik, etmeyeceğiz. Biliyoruz ki, insanlığın özgürlük ve onur mücadelesi insanlık tarihi kadar eskidir. Arkadaşlarımızın ödedikleri bedel hepimiz için bir sınavdır. Eğer biz bu sınavı başarıyla verirsek ortaya koyduğumuz mücadele ile sözümüzün arkasında olduğumuzu söylersek başarırız. 

Elbette eksik yanlış bıraktıklarımız varsa uyarıları dikkate alarak ve daha güçlü bir mücadele ortaya koyarak bu sınavı başarabileceğiz. Sözümüzü her yerde daha etkili söylersek, arkadaşlarımız da bir an önce bizlerle olacaklar Sadece yürekleriyle değil, fiziken de. Bunu başarmak bizim elimizde, bu sınavı vermek bu mücadeleyi daha da güçlü hale getirmek zorundayız. 

31 Ekim 2017