HDP Grubu adına Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’ın İçişleri Bakanlığı bütçesi üzerine konuşması

30. Birleşim
15 Aralık 2014-Pazartesi

İçişleri Bakanlığı bütçesiyle ilgili söz almış bulunuyorum, huzurlarınıza gelmiş bulunuyorum.

Tabii, İçişleri Bakanlığı bütçesini konuşurken, öncelikli olarak, bugün, Meclis İçişleri alt komisyonunda görüşülmekte olan yeni güvenlik paketiyle alakalı başlamayı daha uygun ve doğru buluyorum.

Değerli arkadaşlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, cumhuriyetten önce de, cumhuriyetten sonra da askerî vesayetin sona erdirilme mücadeleleriyle devam etti. Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasından tutun, ondan sonra 31 Mart vakasındaki askerî müdahaleye kadar -1909’da- ve daha sonra bütün bir cumhuriyet dönemi devam eden darbeler, muhtıralar ve Millî Güvenlik Kurulundaki müdahaleler sürekli olarak siyasetin gündemini meşgul etti ve her gelen iktidar demokrasi vaadinde bulunurken bu askerî vesayetin mutlaka sona erdirilmesi gerektiğinin altını çizerek işe başladı. Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, epey bir mesafe aldık derken bugün bu askerî vesayet ne kadar geriletildi, el altından ne kadar devam ediyor… Bunları parantez içine alalım ama bugün neredeyse bir polis devleti olma yolunda maalesef, tehlikeli bir yola girmiş bulunuyoruz.
Yine, Sayın Bakanın İçişleri Komisyonunda verdiği rakamlara, bütçede verdiği rakamlara göre şu an 270 binin üzerinde emniyet görevlisi var, İçişleri Bakanlığı görevlisi var yani neredeyse şu anki ordunun yarısından fazla bir rakam. Bunlar yetmiyor, sayısını sorduk, şu ana kadar bir cevap verilmedi ama basından öğrendiğimiz rakamlara göre -ne kadar doğru bilmiyorum- yine, 70 binin üzerinde veya 70 bin civarında -yani onun için ihtiyatlı bir dil kullanıyorum- köy korucusu var. Polisi, köy korucusunu üst üste koyduğunuz vakit neredeyse yeni bir ordu ortaya çıkıyor ve bu yetkiler, mevcut yetkiler yetmiyor diye her birkaç ayda bir tekrar millî istihbaratla ilgili yeni yasalar, güvenlik paketiyle ilgili yeni yasalar Meclise geliyor ve bu yetkiler gittikçe artırılıyor ve öyle bir noktaya geliniyor ki artık bir müddet sonra neredeyse polis istediği zaman istediğini göz altına alacak, yargıya yapılan müdahalelerle de istenilen kişinin tutuklanabileceği bir yeni siyasal atmosfer ortaya çıkmış bulunuyor.

Değerli arkadaşlar, çok uzun uzadıya bu mevzuya girmek istemiyorum çünkü başka konuşacağım mevzualar da var ama bazı konulardaki itirazlarımızın iyi anlaşılması için söylüyorum. Mesela, silah bulundurmanın cezası bir yıl ama bu yeni düzenlemelerle taş atan veya bir siyasal yürüyüşte, gösteride yüzünü kapatan veya yasa dışı bir örgütün bayrağını, flamasını, amblemini elinde bulunduranın alacağı ceza dört yıl. Şimdi “Bunların hepsi serbest olsun, taş da atılsın, molotof da atılsın, isteyen yüzünü kapatsın.” gibi bir anlam çıkarmayın, bunların hiçbirisi olmasın. Demokratik bir yürüyüşte, demokratik bir gösteride insanların yüzünü kapatmasına en az sizler kadar ben de karşıyım ama halk arasında bir laf var, “Vur dedik öldürdü.” diye bir ibare var. İşte, üzerinde silah yakalanan kişinin alacağı ceza eğer bir yıl ise ama taş atanın veya taş bulunduranın cezası dört yılsa işte bunda ciddi bir garabet var değerli arkadaşlar. Onun için, bu yanlışlıkların mutlaka düzeltilmesi lazım ve bu keyfîliklere bir son verilmesi lazım. “Ya, neden bahsediyorsun? Keyfî bir şey mi var?” derseniz…

Değerli arkadaşlar, on beş, yirmi, otuz yıl öncesine gitmeyeceğim yani faili meçhul cinayetlerden, gece yarısı kapınızı çalan, beyaz bir Renault’dan inen, sizi alıp götüren ve sonra da infaz eden, güvenlik görevlisi midir, değil midir sormaya bile cesaret edemediğiniz uygulamalardan bahsetmeyeceğim. Son yaşadığımız üç, dört yıla gelelim yani çok gerilere gitmeden şu son yaşadığımız üç, dört yıla gidelim ve yaşadıklarımızı şöyle bir alt alta, üst üste koyarak tekrar bir hafızamızı canlandıralım.

Değerli arkadaşlar, mevcut Hükûmetin en fazla sevindiği ve en fazla övündüğü şey “İşte bakın, biz askerî vesayeti kaldırdık, 68 general cezaevinde.” Bunlar köy kahvelerinin, taziyelerin, nişanların, sünnetlerin, düğünlerin en önemli sohbet mevzusuydu ama oradan nereye geldik? Oradan bir müddet sonra şu noktaya geldik: Millî ordumuza kumpas kurmuşlar yani bizi kandırmışlar, dolandırmışlar, yanlış bilgi vermişler. Biz kahraman, hiçbir suçu olmayan millî ordumuza kumpas -halk tabiriyle- üçkâğıt kurularak suçlamışız, bundan geri dönüyoruz noktasına geldik. Peki, hangisi doğru? Bu 68 generalin değişik iddialarla içeri alınma iddiaları mı doğru yoksa millî orduya kumpas kurulduğu mu doğru, bunu bir parantez içine alıp bir kenara bırakalım.

Yine, aynı dönemde, 2009 yerel seçimlerinde bölgedeki 101 belediyeyi BDP’li adaylar kazandıktan hemen sonra -içlerinde Kızıltepe ve Batman belediye başkanlarının da olduğu, Şırnak Belediye Başkanının da olduğu- çok sayıda insan KCK tutuklamaları dediğimiz, KCK gözaltıları dediğimiz uygulamalarla ardı ardına gözaltına alındı ve tutuklandılar. Yine, o gün, ilk tutuklama olduğu gün -ben henüz milletvekili de değildim- Diyarbakır’da adliyenin önünde, bir canlı yayın aracının önünde, bir ulusal televizyon kanalında ellerimi iki yana açarak: Yanlış yapıyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz demiştim. Beş yıl geçti, altı yıl geçti, şu an Batman Belediye Başkanı da, Şırnak Belediye Başkanı da dışarı çıktı, bırakıldı ama haklarındaki o iddialarla ilgili mahkemeler hâlâ sonuçlanamadı, hâlâ bir suç tespit edilip de bir ceza verilemedi. Peki, bu insanların beş yılı, altı yılı ne olacak? Suçlu mu, suçsuz mu, neye göre suçlu, neye göre suçsuz, bunu da ikinci bir paranteze alalım.

Arkasından işte paralel yapı iddiaları. On yıldır, on iki yıldır balım gülüm gidilen bir aşk evliliği ne hikmetse maalesef karakolluk şu an oldu. Ve burada gelinen bu noktada yine dünün göklere çıkarılan insanları, toz kondurulmayan insanları, akredite insanları bir gece yarısı veya bir sabaha karşı paldır küldür tekrar gözaltına alınmaya başladı. Peki, değerli arkadaşlar, bu iş nereye gidecek? Ergenekon, Balyoz, KCK, paralel, geçen sene 17 Aralık ve 25 Aralıkta Hükûmetin bakanları, bakan çocukları ve Sayın Cumhurbaşkanının çocuklarına yönelik operasyonlar… Bu işin sonu nereye gidecek? Kim haklı, kim haksız, kim suçlu, kim suçsuz? Siyasi iktidarı, gücü, erki eline alan, erk kullanan hoşlanmadığı, hareketlerini tasvip etmediği herkesi eğer gözaltına alabilecekse ve herkes tutuklanabilecekse ve herkes bir yıl, üç yıl, beş yıl cezaevinde yargılandıktan sonra, tutulduktan sonra “Ya, kusura bakma, vallahi bir yanlışlık oldu.” diye bırakılacaksa bu işin sonu nereye gidecek, nereye varacak?

Tabii, buradan ben bugün bu paralel yapı iddialarıyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum, devam etmek istiyorum ve bu arkadaşlara da, şu an gözaltında olan arkadaşlara da -tabii, beni izleme veya sesimi duyma imkânları bugün itibarıyla yok ama inşallah, kısa bir zamanda bu imkâna kavuşurlar, serbest kalırlar- seslenmek istiyorum. Bu seçim döneminde “Kollama” diye bir dizi vardı bu televizyon kanallarından birinde. Benim o dönemde “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”ndan, BDP bloğundan aday olmamı içine hazmedemeyen bu arkadaşlar beni o dizinin içerisine bir tip olarak yerleştirdiler; buradaki bulunan benimden tutun, üzerimdeki sarı paltoya kadar aynısını taklit ederek ve şu sıralarda oturan bir kardeşimiz, şu anda burada oturan bir kardeşimiz, AKP’li bir milletvekili kardeşimiz vatansever bir Kürt olarak o dizilerde canlandırıldı, ben de hain bir Kürt olarak resmedildim tipleme olarak. E, bugün ne oldu? Bakın, onların hakkını da yine biz savunuyoruz burada, ben savunuyorum. Onun için değerli arkadaşlar, tam iş bu noktaya geldiği vakit size -vaktimiz de var-bir hikâye anlatmak istiyorum. İşte bu iş böyle sırayla nereye gidecek, herkes birbirini dövecek de bu filmin sonu ne olacak? Bununla ilgili bir fıkra anlatmak istiyorum: Bizim Midyat’ta -bilenler bilir- Müslüman, Hristiyan, Ezidi, Kürt, Arap birlikte yaşıyor, yüzlerce yıldır aynı coğrafyada, bazen aynı köyde birlikte yaşıyorlar. 3 tane genç, daha tam genç de denilemez bunlara, on iki, on üç yaşlarında, on dört yaşlarında, böyle çocuklukla delikanlılığın sınırında Müslüman Halil, Süryani Hanna ve Ezidi Hawtiyo; 3’ü arkadaş, aynı köylü. Bunlar çıkıyorlar gezmeye, dolaşmaya. Biraz köyden uzaklaşıyorlar, birkaç köy ileride bir bostan görüyorlar, o bostana bakıyorlar, diyor ki: “Ya, girelim biraz bir şeyler yiyeyim.” Biri ikaz ediyor onları, Ezidi olan Hawtiyo ikaz ediyor, diyor ki: Bu bostana girmeyelim, bu bostan filan zalim ağanındır.” Öbür bizim, Müslüman olan Halil de diyor ki: “Canım zaten o ağa, benim dedemin tarlasıydı burası, geldi zorla gasbetti. Biz buradan bir iki salatalık, domates, işte bir şey koparsak ne olur.” giriyorlar. Tam oturup da daha ağızlarına bir lokma bir şey koymadan ağa uzaktan gözüküyor. Ağanın da o gün yanında hiçbir yardımcısı yok, fedaisi yok, bir akrabası yok, böyle atla gezintiye çıkmış; bu gençleri, çocukları görüyor, on iki, on üç, on dört yaşlarında. Bunlara kızsam, acaba bir tepki gösterirler mi, beni tanıyorlar mı tanımıyorlar mı? Hesap yapıyor. Hiçbir şey demezsem yol geçen hanına döner, gelen dalar bostana, giden dalar bostana. Neyse, yanaşıyor. Atından iner inmez, önce bakıyor çocuklar kim, ne, kimin çocukları şekli, giyimi kuşamı. Ezidi’yi gözüne kestiriyor. “Gel lan buraya” diyor. Sen zaten ne Müslümansın, ne Hristiyan’sın, ne Hazreti İsa’ya inanırsın ne Hazreti Muhammet’e inanırsın. Sizin zaten bir dinî kitabınız, bir şeyiniz de yok. Sen nasıl benim bostanıma girersin? Bu Müslüman zaten Müslüman, benim kardeşim dostum, bilmem kimim, bunun dedesi de benim arkadaşımdı. Öbürü de Hristiyan, benim kirvemin çocukları.” Bu 2 Müslüman ile Hristiyan rahatlıyorlar, diyorlar ki: “Ağa bize bir şey yapmayacak.” Ağa, Ezidi’yi adamakıllı vuruyor, arkasından dönüyor o Hristiyan çocuğa, diyor ki: “Bu Müslüman, benim dinim bir, kitabım bir, bilmem neyim bir, hadi bu benim malımı yedi, helalühoş olsun. Peki, sen, Hazreti İsa’yı zaten çarmıha germiştiniz, bilmem neyi ne yapmıştınız, nasıl böyle yaparsın?” Girişiyor, adamakıllı da Hristiyan çocuğu vuruyor, Hanna’yı. Ondan sonra dönüyor Müslüman Halil’e “Vay, vay, vay, sen de bir de Müslüman olacaksın. Allah’tan, dinden, kitaptan, Kur'an’dan bahsedeceksin, almışsın bir Ezidi’yi ve bir Hristiyan’ı, dalmışsın benim bostanıma, benim malımı muhafaza edeceğine bir de bunları getirmişsin. Bunun Müslümanlığı öbürlerinden daha beter.” diyor. 3’ü birden kör, topal, perişan bir hâlde köye giriyorlar. Gören diyor ki: “Ne oldu çocuklar, bu hâliniz ne, Ezidiler, Hristiyanlar, Müslümanlar?” Ezidi bunları gösteriyor, diyor ki: “Onlara sorun.” Bunlar da 2’si birden, Müslüman ile Hristiyan diyorlar ki: “Ezidi’ye sahip çıkacaktık, çıkmadık başımıza böyle geldi, tek tek bizi vurdu.”

Değerli arkadaşlar, bu tek tek dövme ne zamana kadar devam edecek? Yani 68 general girdi, yanlış oldu, çıktı. KCK operasyonu oldu, 10 bin Kürt girdi, hadi bilmem şu kadar oldu, tekrar çıktı reisler, meclis üyeleri. Bugün cemaat mensupları girdi, yarın bunlar da çıktı. Bakan çocukları alındı içeriye, vay, bunların da hiçbir şeyi yok.

Peki, kime güveneceğiz? Doğru olan ne? Hukuk nerede? Gerçekten bu iddialar var mı, yok mu? Yani ne yapalım, dışarıdan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden, Amerika’dan, Çin’den, Hindistan’dan hâkimler mi getirelim?

Değerli arkadaşlar, ben iktidara sadece şunu söylüyorum: İnan edin, böyle giderse sıra size de gelecek. Siyasi atmosfer değişti… Yani bunu bir tehdit, bunu bir demagoji, bir polemik olarak almayın çünkü siz geçen sene bunları yaşadınız. Onun için sizden ricamız… Niye rica ediyoruz? Bugün güç sizin elinizde, burada istediğiniz maddeye “evet” diyorsunuz, istemediğinize “hayır” diyorsunuz. Gelin, bu işleri rayına oturtun yani polis doğru düzgün polis olsun, yargı doğru düzgün yargı olsun.

İşte anlatırız: Hazreti Ömer Mısır’da bir cami inşaatı için, arazisi zorla elinden alınan bir Yahudi’nin malını iade etmiş. İşte Fatih Sultan Mehmet sıradan bir vatandaşla mahkemeye çıkmış, öbürü bilmem ne yapmış. Tarihimizden bizim imamlarımız, vaizlerimiz, siyasetçilerimiz onlarca, yüzlerce örnek anlatırlar. İşte böyle bir yargı tesis edin; doğru düzgün, adil. Yani Müslüman, Hıristiyan, Ezidi, laik, dindar, Sünni, Alevi kim oraya giderse korkmadan gitsin; polisi gördüğü zaman korkmasın. Polis bir esasa göre, bir yargıya göre bir düzenlemeye göre kimi gözaltına alıyorsa alsın, kimi bırakıyorsa bıraksın.

Değerli arkadaşlar, İçişleri Bakanlığının bütçesi görüşülürken İçişleri Bakanlığının yapısıyla da ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.

Değerli arkadaşlar, birincisi: Bu İller İdaresi Kanunu’yla artık Türkiye’yi yönetemezsiniz. Bakıyorum Sayın İçişleri Bakanı var mı? Herhâlde yok, Sayın Bakan Yardımcımız var. Türkiye, 1923’ten bu yana mesela son Büyükşehir Yasası’yla da beraber birkaç sefer yasal düzenleme yaptı. Yani bir reform gayreti var ama bu reform gayretleri maalesef Türkiye’nin yükünü taşıyacak, ihtiyacı karşılayacak, yeni bir yönetim anlayışını oturtacak, yerinden yönetim anlayışını oturtacak seviyede değil; yetmiyor. Yani çocuk hızla büyüyor, gelişiyor, ağırlaşıyor, delikanlı oluyor, büyüyor ama ona biçtiğiniz o elbiseler, işte Anadolu tabiriyle biçtiğiniz donlar olmuyor, dar geliyor, ihtiyacını karşılamıyor. Son Büyükşehir Yasası’nda da burada tartışılırken de yine söyledik. Mesela bir büyükşehir meclisi oldu, tamam. İki meclis kalktı, tek meclis oldu ama vali orada. Valinin yetkileri ne? Büyükşehir belediye başkanının yetkileri ne? Bunlar birbirinin içine girdi. Yine aynı şekilde, mesela büyükşehir belediye meclisine imarla ilgili yetkiler verildi, daha önceden de vardı ama jeotermal kaynakların kullanılmasını o ilde ve diğer maden yataklarının kullanılma yetkisi yine valide ve merkezî idarede kaldı. İşte, şimdi, en son, mesela bir maden şirketinin bir gecede kestiği binlerce ağaçla ilgili bir uygulama oldu. Eğer bu yetkiler yerelde olsaydı böyle bir şey yapabilir miydi? Veya yaptığı zaman kim, ne derdi, oranın halkı ondan hesap sorardı. Yani, Hükûmeti veya başka bir kurumu suçlama, yargılama durumu ortaya çıkmazdı.

Yeni bir yönetim, yeni bir iller idaresi, yeni ilçeler, yeni iller, vilayetler, bölgesel yönetimlerin olması lazım. Bu konuyla ilgili de partimizin, mesela Türkiye’nin 20-25 bölge vilayetinden oluşacak yönetim teklifleri var ama bunların hiçbirisi dikkate alınmadı.
Yine, aynı şekilde, cezalandırılmış yerler var. Cezalandırılmış yer olur mu? Mesela Siverek, Genç, Maden, Doğubayazıt. Bunlar 1925, Şeyh Sait Efendi’nin kıyamında ona destek verdikleri iddiasıyla, o an il statüsündeyken, vilayet statüsündeyken, milletvekilleri var iken, Siverek milletvekilleri, Maden milletvekilleri, Bayazıt -“Doğubayazıt” denilen- milletvekilleri var iken, bir şekilde bunların vilayet hakları ellerinden alınıyor ve o günden bugüne kadar bu yerler mağdur, daha hâlâ o -tırnak içinde- “ceza” bitmedi. Ve yine, aynı şekilde, bugün bir Tarsus’u, İskenderun’u, Bandırma’yı, Nazilli’yi -bu örnekleri artırabilirim- Siverek’i bir ilçe statüsünde yönetebilmeniz mümkün değil. Onun için Türkiye’nin mutlaka, acilen bir yeni yönetim, idari, mahalli bir reform yapması lazım hem yönetim birimleri itibarıyla hem de yetkiler ve sorumluluklar itibarıyla.

“Yapacağız ama bu Kürt meselesi engel oluyor. Ya ülke bölünürse?” İşte, değerli arkadaşlar, zaten ne yapılırsa bu Kürt meselesi çıkıyor karşıya ve bir türlü atılması gereken adımlar atılamıyor, bu mesele de doğru düzgün çözülemiyor.

Bu konu ile direkt alakalı bir mevzu var; mayınların temizlenmesi. AK PARTİ Hükûmeti, iş başına geldiği ilk günden beri, işte bakın, Hükûmet programlarına bakın, bakanların, Başbakanın, şimdiki Reisicumhurumuzun beyanatlarına bakın, 900 kilometrelik Suriye hududundaki bütün mayınlar temizlenecek diye defalarca vaatlerde bulundular ve öyle bir noktaya geldiler ki hatta, bu mayın temizleme ihalesini yapabilme noktasına kadar geldiler. Ee, ne oldu? O mayınlar hâlâ duruyor ve öyle bir noktaya geliyor ki artık, Suruç’la Kobani arasında, Nusaybin’le Kamışlı arasında insanlar o mayınları kendi elleriyle söküp çıkarmaya çalışıyor. Yani bunların da yine aynı şekilde bu güvenlik mantığı, bu paranoya içerisinde mutlaka bir çözüme kavuşturulması lazım, bu mayınlı arazilerin de mutlaka bir an evvel temizlenmesi lazım.

Yargıdan bahsettik biraz evvel yine. Yolsuzluk dosyaları cumhuriyet tarihinin -“en önemli” diyeyim- en ciddi iddiaları. Doğrudur, yalandır, azdır, çoktur; ne oldu bunların tamamı? Rafa kalktı. Yargının emrini polis dinlemedi. İşte, dolayısıyla, değerli arkadaşlar, bu meseleler bu şekliyle devam ettiği vakit maalesef halkın yargıya da, polise de, kanunlara da ciddi bir güven ve saygı beslemesi mümkün değil. Çünkü kime karşı bir operasyon olursa ertesi gün bir mağduriyet başlıyor ve bu suçlamalar devam ediyor, maalesef bunların da büyük bir kısmı doğru.

Son olarak da birkaç kelime Kültür Bakanlığıyla ilgili söyleyeyim Sayın Kültür Bakanını burada görmüşken -madem İçişleri Bakanımız yok- Mardin Dara Harabeleri en az bir Efes kadar önemli, Hasankeyf kadar önemli, Bergama kadar önemli. Milattan sonra 353 yılında Romalıların kurdukları büyük bir şehir olan Dara Harabeleri Mardin ile Nusaybin arasında ve maalesef bugüne kadar burayla da ilgili ciddi bir çalışma yapılamadı, varlığından birçok kimse haberdar değil. 353 senesinde yapılan sarnıçlar, tapınaklar ve meşhur zindan yani “zindan” deniliyor da ilk dönemi ibadethane üzerine şu an köylü ev yapmış. Yani düşünün, böyle bir tarihin üzerinde ev var; daha o yapılan evin istimlaki ve yıkımı bile yapılamamış değerli arkadaşlar.

Aynı şekilde, Mem û Zin basıldı mesela ve sansürsüz basıldı o konuda iyi bir gelişme ama Mem û Zin sahnelenirken, mesela Van’daki bir gösterimde -yine Kültür Bakanlığının- bir bakıyorsunuz ki içine aslı astarı senaryoyla, o hikâyeyle olmayan bir Türkmen düğünü yerleştirilmiş. Soruluyor “Bu nereden çıktı?” “Ee canım, içinde de bir Türkmen düğünü olsa ne olur?” diyorlar. Değerli arkadaşlar, siz Romeo ve Juliet’in içine bir Türkmen düğünü veya bir Kürt düğünü koyabiliyor musunuz? Bu da trajikomik bir şey.
Sayın Bülent Arınç Diyarbakır’daki bir vakıfla ilgili iddialarıma cevap verdi. Ben burada “Yasal olmadı.” demedim. Yasal olarak yüzde 15’le, 20 ile 22 ile 3 milyon dönüm, buraları bu aile vakfı verdi; açıktan paraları aldı, bu paralar Diyarbakır dışına gitti. Bunu anlattım. Cevap veriyor: “Hiçbir kanun dışı bir şey yok.” diyor.

Aynı şekilde Dersim, Diyarbekir, Elaziz, Bozok, Saruhan Manisa için olsa ne olur? Sayın Bakan, çok iyi olur ama lütfen konuşmayın ve iş yapın biraz.