HDP grubuna Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’ın Diyanet İşleri Başkanılğı bütçesi üzerine konuşması

26. Birleşim
11 Aralık 2014-Perşembe

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; bu 3’üncü bütçedir; Diyanet İşleri Başkanlığı ve vakıflarla ilgili huzurlarınıza gelmiş bulunmaktayım. Ancak, maalesef, bu üç yıldır tekrarladığımız, dile getirdiğimiz konularla ilgili hiçbir ciddi düzenleme olmadı.

Kamuoyunun önünde, böylesine ciddi bir dönemde, bütçe konuşmalarında polemik yapmak yerine, ben görüşlerimi mümkün olan en makul şekilde sizlere arz etmek istiyorum.

Değerli arkadaşlar, öncelikle, Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinde durmak istiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığının statüsü Türkiye’de yıllardır tartışılıyor ve biz şu an AK PARTİ sıralarında olan bazı arkadaşlarımızla birlikte, Hükûmet üyesi olan bazı arkadaşlarımızla birlikte, Yeni Zemin dergisinde din devlet ilişkilerini işlediğimiz vakit, yıllar önce, bu konuyu bütün ayrıntılarıyla bugünkü entelektüel tartışmalara bile ön açacak bir şekilde ele almıştık. Gönül isterdi ki bugün icranın başında olan, Hükûmette olan arkadaşlar ve iktidar sıralarında oturan arkadaşlar, bu görüşler çerçevesinde Diyanete yaklaşsınlar ve Diyanetle ilgili düzenlemeleri de yine yirmi yıl önceki bu incelemelerimiz, yirmi iki yıl önceki bu incelemelerimiz doğrultusunda düzenlesinler.

Şimdi, nedir bu değerlendirmeler değerli arkadaşlar? Diyanet İşleri Başkanlığına iki açıdan bakabiliriz. Bunlardan birisi: İslam dininden gelen uygulamalar yani Hazreti Peygamber, Hazreti Muhammed Mustafa (SAV)’dan itibaren Dört Halife Dönemi, Emevi, Abbasi uygulamaları ve büyük mezhep imamlarının bu konuyla ilgili verdikleri fetvalar.
İkinci olarak ise, laik cumhuriyetin paradigmalarıyla laisizm üzerinden tartışabiliriz.
Değerli arkadaşlar, İslam hukuku açısından baktığımız vakit: Dinin, İslam’ın, ulemanın, melihin, sultanın, imparatorun emri altına girmesi haramdır, yanlış bir şey bu. Yani, bu konuda İslam tarihinde onlarca fetva var, uygulama var. En önemli örneklerinden birisi de İmâm-ı Â’zam Ebu Hanife’dir. O günkü, sakallı, sarıklı ve namaz kılan, oruç tutan Abbasi halifesinin emrine girmeyi reddetmiştir, din devletin emrinde olmamıştır. Çünkü, yöneticiler adil olabilir, zalim olabilir, yeterli olabilir, yetersiz olabilir. İslam adına hüküm veren âlimlerin -ki bizde bir ruhban sınıfı da yok, biliyorsunuz, İslam’da din adamları sınıfı da yok- ulemanın ancak Kuran’dan, hadisten, içtihatlardan ve kendi idraklerinden elde ettikleri görüşleri serdetme yükümlülükleri vardır. Bu, hiçbir şeklide siyasi bir otoritenin veya bir melikin, sultanın, gasıbın emri altına sokulamaz, yönetimi altına sokulamaz. Bu, İslam’ın çok açık bir hükmü. Uzun uzadıya bir İslam tarihi açıklaması veya Eş’ari’nin, Mâtürîdî’nin, İmâm-ı Â’zam’ın, Malik’in, Hanbel’in, Şafiî’nin bu konuyla ilgili yorumlarını, İmâm-ı Gazzâlî’nin uygulamalarını anlatacak değilim. Mesela, İmâm-ı Gazzâlî bu işi öyle bir noktaya getirdi ki ömrünün son döneminde sultanların sofrasına oturmayı da kendi nefsine yasakladı. Zaten çok meşhur bir söz var İslam tarihinde “Ulemanın akıllısı, samimisi, dindarı sultanın sofrasından uzak durur; sultanın akıllısı da âlimlerle beraber oturur kalkar.” diye bir meşhur değerlendirme var. Bunu burada noktalayayım.
Peki, laiklik açısından konu ne? Laiklik açısından da, yine, laik devlet -Batı demokrasilerinde de bu böyle, Amerika’sında, Fransa’sında, Almanya’sında- dini kendi kontrolü altında tutmaz yani din ile devlet işleri birbirinden ayrılmıştır -ilkokulda bize öğretildiği şekliyle, formatıyla anlatıyorum- dolayısıyla laik bir devlette, laik bir cumhuriyette de devlet toplumun inancına ve dini hayatına karışmaz. Bu ister Müslümanlık olsun ister Hristiyanlık olsun ister başka bir fikir olsun, mezhep olsun, ne olursa olsun.

Şimdi, Müslümanlık açısından da bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığının durumu garip, laiklik açısından da garip. Şu an bir genel müdür seviyesinde Başbakanlığa bağlı bakanların altında bir statüsü var. Tayinle geliyor, tayinle gidiyor.
Şimdi, böyle bir düzenlemede dinin, İslam’ın hükümlerini öğreten alimlerin, cami imamlarının kendi anladıkları şekliyle, bazen iktidarları da kızdıracak şekilde veya hesaplarına gelmeyecek şekilde konuşabilmeleri veya o görüşlerini serdetmeleri bu şekliyle, bu hiyerarşik yapıyla mümkün değil. Ha, nasıl olur? Konuşur, beyan eder, bir müddet sonra görevine son verilir yani en iyi ihtimalle son verilir, artık, öbür adli, hukuki takibat ondan sonra gelen bir şeydir.

Değerli arkadaşlar, bizim bu arkadaşlarımızdan beklediğimiz şu: İster laik devlet paradigmasını benimsemiş olsunlar ister İslami hassasiyetleri olsun Diyanet İşleri Başkanlığını bu olması gereken statüye kavuşturmaları yani Diyanet İşleri Başkanlığı diye bir kurumun olmaması, esası bu. Dinin sivil topluma bırakılması, tamamen mezheplere göre, inançlara göre, artık, ne şekilde toplum inanıyorsa, ne şekilde örgütleniyorsa, tekke, tarikat, medrese, zaviye ve cemevlerinin de açılacağı bir yeni sivil toplumun inşası, doğru olan bu.

Şimdi, tabii, sürekli gelen bir diğer eleştiri “Tamam, doğru söylüyorsun, hoş söylüyorsun da işte, bugün 40 binin üzerinde cami var, birkaç yüz bin personellik bir Diyanet İşleri Başkanlığı var, biz bunu nasıl lav edeceğiz, nasıl kaldıracağız, nasıl bir anda tasfiye edeceğiz, bu fiilen mümkün değil, üstelik böyle bir durum çok daha farklı enfeksiyonlara sebebiyet verebilir.” Bu, siyasi bir cevap bir sefer yani ilmî, bilimsel bir cevap değil. Peki, siyaseten bunun -hani, bir tabir var- velev ki anlaşılabilir olduğunu kabul edelim, o zaman Diyanet İşleri Başkanlığı şu an neden tek bir inancın, tek bir mezhebin yani İslam dininin Sünni inancına göre –ki ben de Sünni’yim, Şafi’yim, yedi sülalem de öyle- bunu tekçi bir yapıya oturtuyor? Yani yine bu İslam hukukuna da uymuyor, laik hukuka da uymuyor. O hâlde bütün inançları eğer inançlarla ilgili bir düzenleme, devletin bir ön açıcılığı, bir yardımı, desteği olacaksa ki tekrar tekrar söylüyorum, bunu geçici bir süre için belki kabul edebiliriz, ta ki tamamen sivil topluma terkedilene kadar, o hâlde cemevleri de açık olacak, tekke, tarikat ve zaviyeler, medreseler de açık olacak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu da kalkacak vesaire. Bunu kaldırana kadar da cemevlerine de yine Sünni Müslümanlar camiyi nasıl ibadethane kabul ediyorlarsa Alevi vatandaşlar için bir ibadethane olması hakkı tanınacak, maaş veriliyorsa onlara da verilecek, belki papazın ve hahamın da maaşını yine devlet verecek. Yani bir işin doğruluğunu, yanlışlığını tartışırken ilkesel olarak tartışmamız lazım.

Dediğim gibi, dokuz-on dakikalık bir meselede bu kadar geniş bir konuyu daha ayrıntılı bir şekilde anlatmak mümkün değil, keşke mümkün olsaydı ben de anlatabilseydim.
Vakıflarla ilgili de birkaç şey söylemek istiyorum: Vakıflar bizim medeniyetimizin temelidir, yani İslam medeniyetinin övüneceği en önemli kurumlarından birisi vakıflardır ama maalesef bugün vakıfların da büyük bir kısmı yine devletleştirilmiş yani topluma hizmet etmesi gereken, yüzü topluma dönük olması gereken bu sivil toplum kuruluşları da devletin zapturaptına alınmış. Peki, devlet hiç mi iyi bir şey yapmamış? Bu kadar restorasyon, vakıf, kervansaray, han, hamam, cami, medrese, tamam bunlar güzel şeyler ancak bizim toplumumuzda bir de şahıs vakıfları, aile vakıfları var -ki vakıfların büyük bir ekseriyetini bunlar teşkil ediyor padişah vakıfları bile öyledir bu işin uzmanları bilir- ancak bunlar da bugün bu ailelerin elinde, mütevellilerin elinde oyuncak hâline gelmiştir. Sadece Diyarbakır’dan bir örnek vereyim, bir aile vakfının 5 milyon metrekare arazisi imara girmiştir; 3 milyon metrekare, 3 bin dönüm arsa ortaya çıkmıştır. Bunun hepsini yüzde 20’den, yüzde 25’ten aile, devletle de işbirliği içerisinde yöneticilerle müteahhitlere vermiştir; açıktan yüz milyonlarca doları da alıp dışarıya transfer etmiştir. Bunun da engellenmesi lazım.

Saygılar sunuyorum, teşekkür ediyorum.