Kobanî Kumpas Davasının 36’ncı duruşmasının ikinci günü Sincan Kapalı Cezaevi Kampüsünde bulunan Ankara 22’nci Ağır Ceza Mahkemesinde görüldü. Duruşmada tutuklu siyasetçi Ayla Akat Ata savunma yaptı.
Tutuklu siyasetçiler duruşma salonunda hazır bulunurken, farklı cezaevlerinde bulunan siyasetçiler duruşmaya Ses Görüntü ve Bilişim Sistemi ile (SEGBİS) katıldı. Duruşmayı, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) avukatları ve Yeşil Sol Parti milletvekilleri de takip etti.
Siyasetçi Ayla Akat Ata, savunmasına devam etti.
10 Ekim Ankara Gar katliamında yaşamını yitirenleri anarak sözlerine başlayan Ata, “Bugün bu katliama sessiz kalanların burada yargılanması gerekirken, biz IŞİD vahşetine hayır dediğimiz için onurumuzla yargılanıyoruz” dedi.
Dünün merkezi atamaları ile bugünün kayyımları arasında fark yok
Ayla, “Osmanlı Devleti İstanbul hariç 27 vilayete ayrıldı. Kurdistan eyaletinin kurulması bölgenin kontrol altına alınması için yeterli olmadı, aşiret yapısının çok güçlü olmasından kaynaklı, merkezden, vali, defterdar ve kaymakamlar tayin edildi. Dünün merkezi atamaları ile bugünün halkın seçilmişlerine yönelik ‘sivil darbe’ olarak tanımlayabileceğimiz, ‘kayyım’ politikaları arasında hiçbir fark olmadığı gibi; adı vali, kaymakam ya da kayyım olsun, erk sahiplerinin elde ettikleri çıkar, yaşanan huzursuzluklar ve halkın rahatsızlığı konusunda da bir fark yoktur. Tarihi belgelere geçmiş Mardin valisini özellikle belirtmek gerek. Elimizdeki bütün belediyelere kayyım atandı ama Mardin’deki yolsuzluklar açığa çıktı demek ki bunun tarihi bir bakiyesi varmış ki bugün de uygulanıyor. Bugünün hükümeti Mardin kayyımını görevden aldı başkasını gönderdi o da geldi aynı yolsuzluğu yaptı. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Selçuk Mızraklı, belediyedeki şatafatı ortaya çıkardı. Kayyımın halkın değerlerini kendi çıkarları uğruna kullandığı ortaya çıktı. İki yüz yıllık bir tarihi bakiyesi var bu durumun.” dedi.
Sorunların çözüme kavuşması mümkün olmuyor
“Teknoloji ve bilişim çağındayız. Bu yönüyle sınırların olmadığı bir dünyada yaşıyor, küçücük ekranlardan dünyaya ulaşabiliyoruz ve kendimizi ulaştırabiliyoruz. Çizilen sınırlar, ortak kimlikler karşısında -ırk, dil, din ve inanç gibi- kağıt üzerinde kalırken sınırların içerisinde yaşayanları da birleştirmiyor. Bu gerçeklik içerisinde, önce Kasr-ı Şirin sonra Lozan’la çizilen sınırlarla, Kürdistani halkların yaşadığı coğrafya da bir sorun alanı olarak duruyor ortada. Bu coğrafya öyle bir coğrafya ki küresel hegemon güçler için her zaman ilgi alanı olmuş. Bu haliyle, Osmanlı İmparatorluğu ile Safevi arasında çizilen sınırla ikiye, İmparatorluğun yıkılmasıyla; Türkiye, Suriye ve Irak arasında çizilen sınırlarla dörde bölünen Kürdistan coğrafyasında yaşayan halkların doğal olarak yaşadıkları sorunlar da uluslararası bir nitelik taşıyor. Dört parçanın herhangi birinde yaşanan gelişme ya da açığa çıkan sonuç diğer parçaları da etkiliyor. Çok kimlikli bir coğrafyada yürütülmek istenen ulus devletin teklik politikalarına, hegemonik güçlerin ve küresel sermayenin bölgesel çıkarları da eklenince yaşanan sorunların çözüme kavuşması mümkün olmuyor yazık ki.”
Katlettiğimiz doğa ile nasıl yüzleşeceğiz
“Türkiye’de ılık su barajı yapıldıktan sonra Hasankeyf sular altında kaldı. Cumhurbaşkanı, kalkıp ‘ılık su barajı yapmak isteyenler bu ülkeye ihanet eder’ sözlerini kullanmıştı ve sözleri tarihte yerini aldı. Ama insanlarımıza ‘iş alanı’ açıyoruz diye doğamızı katlediyorlar. Güvenlik kaygısıyla, insanlarımız ölüyor, güvenlik kaygısıyla doğamız katlediliyor. İnsanlar buluşacaklar, hakikat yüzleşmesiyle birbirini affedecek ama biz doğamızdan, ovamızdan nasıl özür dileyeceğiz, nasıl yüzleşeceğiz. Bazı yerlerde ot çıkmıyor çünkü kimyasal kullanılmış, biz o doğadan nasıl özür dileyeceğiz.”
‘Bu ülkede Kürtler ne düşünüyor’ diye soruyorlar mı?
“Efrîn bir barış alanı gibi bir yerdi. Sonra ne oldu, oraya radikal cihatçı grupları yerleştirmek için, zeytindalı harekatı başlattılar. İnsanları yerlerinden yurtlarından edip sonra zeytindalı dediler. Pazarlarda sonra Efrîn zeytinleri diye satışlar başladı. ‘Bu ülkede yaşayan Kürt ne düşünüyor’ diye soruyorlar mı? Yok sormuyorlar. Biz dile getirdiğimizde de yargılamalarla karşı karşıya kalıyoruz. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşananlara dair yazılıp çizilen çok şey okuyoruz. Ama cetvel ile çizilen sınırlarla, yaşamlar ve coğrafyalar parçalanırken gölgede kalan ve varlıkları Sevr tartışmalarıyla görünmez kılınmak istenenin hep Kürt halkı olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz”
Kürt sorunu neden çözümsüz kalmış?
“Kürd’üm ve yaşadığım yer Kürdistan'dı. Kendimi her zaman Türkiyeli bir Kürt olarak gördüm ve ifade ettim. Ama yazık ki, bu yeterli olmadı. Türkiye halklarının tüm farklılıklarıyla eşit, özgür ve gönüllü birlikteliğini savunuyor, en önemlisi, bunu gerçekleşebilir ve mümkün görüyorum. Bu ülkede benim baktığım yerden bakmadan ve benim cümlelerimle olmasa da Kürt sorununun demokratik çözümünü isteyen düşünce birliği içerisinde olduğum ya da farklı zeminlerde de olsa mücadelesini vererek eylem birliği içerisinde olduğum insanlar olduğunu biliyorum. Bu bana güç veriyor. Bugün Türkiye’de, ayrım yapmadan ifade ediyorum, hangi siyasi partiye sorarsanız ülke için en iyisini ve en hayırlısını kendisinin düşündüğünü ve siyaseten savunduğunu iddia etmektedir. Peki o zaman Kürt sorunu neden çözümsüz kalmış ve kırk yılı aşkın bir zamandır yaşamlarımızda var olan şiddet neden son bulmamıştır? Cevabı yine basit. Demek ki, sorunu çözmek yerine, kendi emel ve arzularını ülkenin ve ülke insanının çıkarları ve iyiliğinin çok ama çok önüne koyan siyasi iktidarlar tarafından yönetilmişiz”
Yüzüncü yılı anlamlı kılacak şey; Cumhuriyetin demokratik bir öze kavuşması
“Tabi ki ben de kendi adıma sonuçlar çıkardım. Kürt halkının haklı ve meşru olan ‘statü’ talebinden asla vazgeçmeyeceğini biliyorum. Gerçekleşmesi mümkün ve kaynağını ortak tarihimizden alan bu talebin doğru anlaşılmasının, bugüne kadar ‘bölünme’ eksenli yaratılan yanlış algı düzeltilmeden ve duyulan kaygı ve korkular giderilmeden bunun mümkün olmadığını da görüyorum Çözüm hiç de kolay değil. Hele ki ülkenin bugün içinde bulunduğu siyasi atmosfer düşünüldüğünde, birinin çıkıp ‘ülkenin çözüm bekleyen en acil gündemi Kürt sorunudur’ deme cesaretini göstermesi de çok zor. Tabi ki partimiz dışında. Oysa ki, Cumhuriyetin 100. yılını anlamlı kılacak olan Cumhuriyetin demokratik bir öze kavuşmasıdır. Bu da cesur ve kararlı adımlar atılmadan mümkün değildir. Çözüm için yöntem, diyalog ve müzakere; anahtar, ortak vatanda eşit, özgür, adil ve gönüllü bir birlikteliği sağlayacak adımların anayasal düzeyde atılmasıdır.”
Bu dosyada yargılayanlar unutulacak ama yargılananlar unutulmayacak
“Biz bu dosyada hala adalet bekliyoruz bu yüzden gelip gidiyoruz. Elbete hemen bin yıldır biz vardık derdim ama kadim Kürtlerden bin yıl öncesine, islamiyet ile buluşmaya kadar bilgileri vermek zorunda hissediyorum kendimi. Burada 3 yıldır yargılanıyoruz ve bize ‘sözde halklar’ denildi. ‘Demokratik Özerk Kürdistan Türkiye’nin olmazsa olmazıdır’ sözlerinden dolayı yargılanıyorum. O zaman neden yargılanıyorum, hemen bizi kamuoyunda şeytanlaştıran bir dil kullanıyor. Bunları dile getirmeyelim mi? Ben HDP’nin twittini paylaştığım için yargılanıyorum oda yetmedi, yargılandığım dosyaları birleştirip yargılıyorsunuz sonradan sözünü söyleyin bitirin diyorsunuz. Ben ilk avukatlığa başladığımda, sanıklar ne demiş diye dosyalara baktım, hakim ne karar vermiş, sanıklar ne demiş o önemli. Tarih anda gizli, bizi bu dosyada yargılayanlar unutulacak ama yargılananlar unutulmayacak. 49’lar dosyası unutuldu mu? Bir tweet attık diye yargılıyoruz, savcı bey diyor ki; ‘sorumluluk ile yaklaşmadılar’ diyor. Partimin gösterdiği sorumluluğu iktidar gösterdi mi? Ben yaralandım HÜDA-PAR tarafından ama şimdi HÜDA-PAR karşıda ben burada yargılanıyorum.”
Kötülük pompalıyorlar
“Tansu Çiller’in 1993’te Avrupa Konseyi’nde Kürt sorunu için Bas modelinin uygulanabileceğini söylemiş. Mehmet Ağar, 2005 tarihinde Diyarbakır’da, ‘Türkiye’nin bölünme korkusundan vazgeçmeli, dağda çocuklar varsa yolunu bulup indireceksin’ sözleri var. 2005’te Diyarbakır’da Erdoğan’ın ‘Kürt sorunu benim sorunumdur’ sözleri var. Mehmet Ağar da hükümet ortağı. 90’ların karanlık ismi olan Çiler, Bas modelini tartışmış. Şimdi o noktada mıyız? Hayır. Siyasetçiye ‘silahını al git’ diyorlar. Öyle bir kötülük pompalıyorlar. 1991’de Süleyman Demirel, ‘Kuzey Irak’taki Kürtler kardeşimizdir, Kürt kimliği diyoruz buna karşı çıkılmaz. Bu devleti beraber kurmuşuz Osmanlı dağıldığında bir Türkler birde Kürtler kalmış’ demiş. Biz yerel yönetimlerde belediye başkanlığı yapamıyoruz, kayyım atanıyor nasıl eşit olabiliyoruz. Son olarak; Turgut Özal’ın, ‘Kürt meselesini mutlaka çözeceğim. Türkiye’nin milli bütünlüğü bakımından en büyük mesele bu meseledir. Seneler sonra büyük tepkiler ortaya çıkıyor, Türkiye sabrederse bu meselenin eninde sonunda çözüleceğini inanıyorum. Bu meselenin entegre olunmasıyla çözüleceği kanaatindeyim’ sözlerini kullanmış. Demek ki bitmiyor. Kürt yaşamasın noktasından ele alınıyor. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı, ‘annalar ağlamasın’ diye umut verirken, daha sonra anaları çok fazla ağlattı”
Halkın birlikte yaşama amacını ortaya koymak istedik
“1993 tarihinde bu sorunun çözülmesi için bizzat Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın isteği ile Talabani başta olmak üzere bu sürecin içerisine girerek, ilk süreç başlamıştı. Bu sadece bizim bildiğimiz. Beka’da oturuldu, çözüm yapıldı sonra askerler öldürüldü çözüm bitti değil, bu süreç nasıl gelişti devletin hazırlığı yok muydu? Meclis tutanaklarında 1993’te yapılan ateşkeste Mili bütünleşmede İspanya bas modeli çalışması yapılıyor. Biz sadece kendimiz için değil, tüm Türkiye halkları için bir model dediğimizde ‘bölücülük yapıyorsunuz’ diye hakkımızda soruşturmalar açılıyor. Anadilinde eğitim benim de talebim ama savcı bey ‘terörizm’ üzerinden ele almış. Anadilinde eğitim talep etmenin neresi teröristlik oluyor? Anadilinde eğitim ülkeyi bölmüyor. Halkın kendi anadilinde sağlık alması ülkeyi bölmüyor. Halkın birlikte yaşama amacını ortaya koymak istedik amacımız bu”