HDP grubu adına Hakkari Milletvekili Adil Zozani’nin bütçe yasa tasarısının tümü üzerine yaptığı açılış konuşması

25. Birleşim
10 Aralık 2014- Çarşamba

Değerli milletvekilleri, ekranları başında bizleri izleyen değerli vatandaşlarımız; hepinizi grubumuz, Halkların Demokratik Partisi adına saygıyla selamlıyorum.

Ermenek’te, Soma’da yer altı maden facialarında, iş cinayetlerinde yaşamlarını yitiren halkımızın emekçi evlatlarına ve Rojhat Özdel şahsında sokakta katledilen bütün insanlarımıza Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı dileyerek başlamak istiyorum.
Bugün 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü, bütçemizin de açılış günü, bütçenin geneli üzerinde konuşmaları yaptığımız ilk gün 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’ne denk geldi. Bu vesileyle sokakta hakları ihlal edilen bütün insanlarımızın müsterih olmasını arzu ediyoruz, bu ceberut yaklaşımlar karşısında mücadele ederek, sokaklarımızı boş bırakmayarak, meydanlarımızı boş bırakmayarak, ancak ve ancak bu şekilde haklarımızı kazanabileceğimizi… Bu mesajı vermeyi arzu ediyorum ve 10 Aralık vesilesiyle insanlarımızın demokrasinin gelişmesi için sokağın önemini asla ve asla göz ardı etmemelerini arzu ettiğimizi ifade etmek istiyorum.

Bütçe hakkını 10 Aralık vesilesiyle konunun başına aldım ve bütçe hakkından başlayacağım.

Demokratik toplumların olmazlarından bir tanesi bütçe hakkıdır, bütçenin yani ekonomik kaynakların kullanım hakkıdır. Eğer ki ekonomik kaynaklar eşit ve adil bir şekilde paylaşılıyor ve bölüşülüyor ise bütçe hakkından söz edebilirsiniz yani temel kural kaynakların eşit kullanımıdır. İkinci önemli temel kural ise, bütçe hakkı açısından kullanılan kaynakların denetlenebilir olmasıdır. Eğer siz kaynakları denetleyebiliyor iseniz önemlidir ancak mevcut durumda bütçenin denetlenemediği tablosuyla karşı karşıyayız, bütçe denetlenmiyor. Verilerine gideceğim, ayrıntılarıyla paylaşacağım neden, nasıl denetlenmediğine ilişkin olarak. Ancak, Hükûmet adına Maliye Bakanının başlangıçta verdiği tablolar, muhtemel sonrasında Sayın Başbakanın burada oluşturacağı, vereceği pembe tablolar kesinlikle ve kesinlikle Türkiye’nin gerçekliğini yansıtmayan tablolardır.
Bakın, Sayın Maliye Bakanı matbu açıklamasını burada yaptı. Sanırım son açıklanan rakamı ilave etme ya da o doğrultuda revize etme imkânı bulamadı. Türkiye’nin 2014 yılı üçüncü çeyrek büyümesi Orta Vadeli Program’da yüzde 2,9-yüzde 3 aralığında bekleniyordu. Bugün açıklanan gerçekleşme yüzde 1,7. Konuşmasını revize edemediği için Orta Vadeli Program üzerinden burada rakamları, istatistikleri kamuoyuyla paylaştı. Daha başından itibaren söylenenlerin, ifade edilen istatistiklerin gerçeği yansıtmadığını burada ifade etmiş olayım.

Öncelikle, Parlamentonun bütçe yapımı konusunda Genel Kurulun hiçbir yetkisinin olmadığını ifade etmek durumundayız. Şurada on üç gün boyunca bütçeyi konuşacağız. Genel Kurul bütçede bir virgülün yerini değiştirebilecek mi? Değiştiremeyecek. Bir ödeneği eksiltebilecek mi? Eksiltemeyecek. Bir ödeneği artırabilecek mi? Artıramayacak. Peki, ne yapacak Genel Kurul burada? Tek bir yetkisi var; ya kabul edecek ya reddedecek. Ya tümden kabul edecek ya da tümden reddedecek. E sonu baştan belli bir tabloyu konuşuyoruz. Kabul edeceksiniz, bu şekilde gidecek. Peki, Plan ve Bütçe Komisyonu esnasında -ki Anayasa’ya göre, bütçede ödenek artırımı veya eksiltmesini sağlayabilecek tek mekanizma orasıdır- burada böyle bir şans var mıdır? Orada da yok. 40 üyeli Komisyonun Parlamento aritmetiği ne olursa olsun 25 üyesi mutlak olarak iktidar partisinindir. 25 üyeli bir komisyonda, Hükûmetin Komisyonun önüne getirdiği bir bütçede halkın lehine bir değişiklik yapma şansı var mıdır? Yoktur.

Parlamento adına denetim yapan mekanizma olarak Sayıştayın denetimleri layıkıyla yapabildiğini ifade edebilir misiniz? Edemezsiniz çünkü Sayıştayın üyelerini de Parlamento belirliyor. Neye göre belirliyor? Parmak sayısına göre belirliyor. İktidar partisinin üs yapısını oluşturduğu Sayıştayın, iktidar partisinin ve dolayısıyla Hükûmetin katılmadığı herhangi bir raporu verme şansı var mıdır, böyle bir kabiliyeti var mıdır? Yoktur. Dolayısıyla, hiçbir şekilde denetimleri olmayan, denetimi mümkün olmayan bir bütçeyi konuşuyoruz.

Performans ölçümünü -Sayıştay Yasası’nda- yani kaynakların verimliliği, verimli bir şekilde kullanımı konusundaki yasal düzenlemenin gereğini Sayıştay yerine getirebiliyor mu? Getiremiyor. Parlamento yerine getirebiliyor mu? Getiremiyor.
Dolayısıyla, hangi bütçe hakkından söz ediyoruz? Hiçbir şekilde demokratik işleyişi olmayan, demokrasinin kurum ve mekanizmalarının işletilerek oluşturulmuş bir bütçeden söz etmiş olmuyoruz.

Bakınız, herhangi bir köy ihtiyar heyetinin Türkiye'nin ücra köşesindeki bir köyde yapılacak bir su veya yol çalışmasıyla ilgili olarak Ankara kendisini merkez sayıyor “Siz bilmesiniz, ben yaparım.” diyor, “Ben karar veririm.” diyor. Oysaki bir köy ihtiyar heyetinin rahatlıkla karar verebileceği bir kararı siz Ankara’dan tayin ediyorsunuz, kaynağı da ona göre belirliyorsunuz.

Dolayısıyla, içinde yerelin hiçbir şekilde olmadığı, yerelin yansıtılmadığı bir bütçe yapısından söz ediyoruz ama işin özü itibarıyla siz yerelin kendisini konuşuyorsunuz. Herhangi bir kasabaya, herhangi bir köye yapılacak bir yolu, bir yatırımı, bir su çalışmasını ya da bir okulu, bir sağlık ocağını konuşuyorsunuz. Bütçenin ayrıntılarında bu var, Komisyona sunulan ayrıntılarda bunların hepsi var. Bunların hiçbirinde yerelin katılım sağlama yetkisi yoktur. Tam da işin bu noktasında Türkiye’nin esasında imzalamış gibi göründüğü Avrupa Birliği Yerel Özerklik Şartı’nı size hatırlatmak istiyorum. Arzu ediyorsanız, bu konuda gerçekten samimiyseniz, bu bütçenin demokratik bir işleyişe kavuşmasını arzu ediyorsanız, kaynakların demokratik ve eşit bir şekilde paylaşımından yanaysanız herkes kendi yerelinden karar versin. Yerele yetki devrinin yapıldığı ve altına şerh koyduğunuz bu sözleşmeyi aklıselim bir şekilde Parlamentonun gündemine taşıyalım, Avrupa Birliği Yerel Özerklik Şartı’nı kabul edelim. Oradaki şerhlerimizi, 10 madde ve bentteki şerhimizi kaldıralım diyoruz. Tek tek burada sıralıdır, vaktimiz el vermediği için onlara girmeyeceğim. Avrupa örnekleri var, dünya örnekleri var bu konuda, başarılı örnekler var, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’nin de yasal altyapısında feyiz kaynağı olan Fransa ve İtalya örnekleri var, ne şekilde uyguluyorlar bakalım, idari mekanizmalarını nasıl işletiyorlar bakalım buraya. Bakın, Fransa, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar 15 defa anayasal sistem değişikliği yapmış, çekinmiyorlar, yapıyorlar. Ama biz sadece cumhuriyetin kuruluş yıl dönümü, kuruluş dönemine denk gelen o yirmi yıllık faşizan Avrupa geleneğini almışız buraya, toplumumuza kılıf olarak giydirmeye çalışmışız ve orada kalmışız. Bütün idari yapılarımız böyledir, demokratik bir işleyişten söz edemiyoruz, hiçbir şekilde söz edemeyiz. Dolayısıyla, eğer gerçekten siz bu konuda yerele inisiyatif taşımayı arzu ediyorsanız buradan başlamak durumundasınız.

Bir diğer önemli husus -biz değindiğimiz zaman çoğunuz gocunuyorsunuz, çoğunuz rahatsızlık duyuyorsunuz- bölgeler arası eşitsizlik meselesi. Daha doğrusu, kibarlaştırılmış söylem itibarıyla bölgeler arası eşitsizlik; esasında, bölgeler arası sömürü mekanizmasıdır. Türkiye’nin bazı bölgeleri diğer bazı bölgelerinin kalkınması için sömürülüyor, gerçeğinde böyledir. Türkiye’nin GAP hikâyesine baktığınız zaman, Türkiye’nin kırk küsur yıllık GAP hikâyesini okuduğunuz zaman, bu sömürü çarkının nasıl işlediğini çok açık ve net bir şekilde göreceksiniz. GAP iki üniteli bir projedir: Enerji üretimi ve sulama. Türkiye’nin enerji ihtiyacı kaleminde GAP’tan beklediğinin yüzde 100’ü bu proje itibarıyla tamamlanmıştır ve elektrik üretiminde GAP’tan alacağının yüzde 100’ünü Türkiye almıştır. Peki, ikinci ünite yani sulama ünitesi açısından durum nedir? İfade edeyim, yüzde 21’ler civarındayız. Bu Hükûmet, 11 bakanla, dönemin Başbakanıyla Diyarbakır’da çıkarma yaptı 2008 yılında. GAP’ta söylenmiş en büyük yalan oldu o. Bir buçuk yıl içerisinde sulama projelerinin tamamı bitirilmiş olacaktı. 11 bakanla Diyarbakır’da çıkarma yapıldı ve Diyarbakır’da açıklama yaptı dönemin Başbakanı. O günden bugüne ne yapıldı? Mevcut olana yüzde 3 ilave oldu sulama boyutu itibarıyla. Sayın bakan, ilgili bakan geçen sene Komisyonumuza, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonuna içi Photoshop’la doldurulmuş sulama kanallarını getirdi gösterdi, resimlerini gösterdi. İnkâr edemedi, delilleriyle ispat ettik. İçi Photoshop’la su doldurulmuş sulama kanalı getirildi, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunda gösterildi. Bakın, bu Hükûmetin gerçekliği bu, yaptığı bu.
Peki, GAP bölgesi açısından… Şimdi siz bir rakam veriyorsunuz, “Türkiye’de gayrisafi millî hasıladan kişi başına düşen pay 10 bin 500 dolar civarındadır.” diyorsunuz. Doğru, Türkiye geneli böyledir, Türkiye ortalaması bu şekildedir. GAP bölgesindeki illerde ortalama kişi başına düşen millî gelir payı nedir? 4 bin dolar civarındadır. Yani, Türkiye ortalamasının 2,5 katı aşağısında. Peki, GAP kaynaklarının sömürü mekanizması olarak sunulduğu Türkiye’nin Marmara Bölgesi’nde kişi başına düşen millî gelir payı ne kadardır? 24 bin dolardır. Şimdi, biz, burada bu tabloyu önünüze sererken, bu tabloya değinirken rahatsızlık duyuyorsunuz. Zatımuhteremleriniz gerilmesin diye geçen sene muhalefet şerhinde ifade ettiğimiz belirlemeleri yeniden ifade etmeyeceğim ama bir dipnot olarak da konuşmamın içerisinde olsun.

Bu bütçe, cinsiyet eşitlikçi bir bütçe değildir her şeyden önce. Kadını yok sayan bir bütçedir, kadın emeğini yok sayan bir bütçedir, kadın istihdamını ve dahası, kadının ekonomik üretime katılımını hiçleştiren, dikkate almayan bir bütçedir. OECD ülkeleri açısından, bu bütçe itibarıyla kadının istihdama katılım oranı en düşük olan ülkedir Türkiye, yüzde 27 nokta küsur, en düşük olanıdır. Kadının istihdam sürecine katılım oranı ise yüzde 30,9. Dolayısıyla, kadına sadece ev işlerini reva gören bir siyasi zihniyetle karşı karşıyayız.

İstihdam içerisinde kadınların hangi sektörlerde çalıştığı da çok önemlidir. İstihdam kalemi içerisinde gösterilen kadınların büyük çoğunluğu tarım ve yardımcı hizmetler sektörlerinde çalışıyor. Dolayısıyla, kadının yönetime katılım oranı da çok çok zayıftır. Bütün milletvekillerinin dikkat etmesini arzu ederim, bakanlar gelecekler, bürokratlarıyla burada oturacaklar Genel Kurul çalışmaları döneminde, tek tek sayın, kaç tane kadın bürokrat burada göreceksiniz, kaç tane kadın bürokrat göreceksiniz. Buradaki zihniyet kadın istihdamına bakış açısını da bir şekilde dışa vuruyor, kadını yok sayan bir düşüncedir. Onurla ifade etmeliyim ki, sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu coğrafyasında kadın emeğinin sömürüsü çarkına çomak sokan bir siyasi görüşüz biz, bir siyasi partiyiz biz, bir siyasi zihniyetiz biz, çomak sokmaya da devam edeceğiz. Kadının toplumsal yaşamdaki görünürlüğü, emek dünyasındaki görünürlüğü ve yönetim mekanizması içerisindeki görünürlüğünü hak ettiği noktaya getirinceye kadar, taşıncaya kadar mücadelemizi sürdüreceğiz, bundan emin olabilirsiniz. Çünkü, biz şuna inanıyoruz: Kadını özgürleşmeyen bir toplumun özgür olması ya da özgürleşmesi mümkün değildir. Toplumsal özgürlüğün temel dinamiği kadının kendisidir. Eğer siz kadını hapsediyorsanız, özgürlüğünü elinden alıyorsanız toplumsal özgürlükten söz edemezsiniz.

Muhtemelen bu bütçede geçen seneden kalma çokça tartışmalar yapılacaktır. Türkiye’nin idari ve siyasi yapısının bizce artık tartışılması gerekir. Yolsuzluk, rüşvet, vesaire tartışmaları burada çokça yapılacaktır ama biz şuna inanıyoruz: Sistem içinde kalarak sistem içinden bakışla yolsuzluk meselesine çözüm üretmek mümkün değildir, doğru bir pencereden meseleye bakmak mümkün değildir. Ancak bu sistemin dışına kendinizi çıkardığınız zaman, sistemin dışından meseleye baktığınız zaman söyleyeceğiniz sözün bir kıymeti harbiyesi olur. Çok açık ve nettir burası. Tersi bir durumda, sistem içinden sisteme yapılan taşlamalarda biz şu anlamı çıkarıyoruz: “Efendiler, siz torbayı doldurdunuz, siz sıranızı savdınız, götüreceğiniz kadar götürdünüz, artık çekilmeniz gerekiyor, sıra bizdedir, artık biraz da biz götürelim.” Sistemin dışına kendinizi taşırıp bu meseleye bakmadığınız sürece sistem içinden yaptığınız taşlamada söylediğiniz sözün toplumdaki karşılığı budur ve maalesef toplum da artık “Kim gelirse götürür.” algısıyla kaynaşmaya başladı. “Kim gelirse nasılsa götürüyor.” demeye başladı toplum. Sistem içi tartışmanın getirdiği noktadır burası.

Önemli bir başka sorun daha var, o da şu: Evet, Türkiye’de şu anda De facto Başkanlık sistemi uygulanıyor, fiilî Başkanlık sistemi uygulanıyor.

Sayın Başbakan burada değil, gitti galiba, televizyonlardan dinliyordur mutlaka, öyle umuyorum. Gerçekten, Sayın Başbakan kendini bu sistemin içerisinde ne olarak tarif ediyor merak ediyorum. Bakın, Mayıs 2013’te Gezi eylemlerinden dolayı Ankara’da eylemler vardı. Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Gül Ankara Valisine “Herhangi bir aşırılığa sebebiyet vermeyin, kolluk kuvvetleri gösteride bulunanlara müsamahalı davransın.” diye bir telkinde bulundu. Dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan çıktı, açıklama yaptı, dedi ki: “Bir ülkede iki baş olmaz. Bir valiye iki kişi talimat veremez, vali benim emrindedir, ben talimat veririm.” dedi. Aynı Erdoğan şimdi Cumhurbaşkanı, değil valiye, sokaktaki polise kadar talimat veriyor. Sayın Davutoğlu’ndan beklentimiz şudur: Aynen Sayın Erdoğan’ın kullandığı cümleyi kullanmasını bekliyoruz. Desin ki, evet, bir devlette iki baş olmaz, valiye siz değil ben talimat veririm demelidir; parlamentoya siz değil, iktidar partisinin Başbakanı olarak, genel başkanı olarak ben gündem taşırım diyebilmelidir. Bunu söylerse Başbakanlık yapmış olacak, bunu söylemediği sürece Sayın Davutoğlu kusura bakmasın bu ülkeye Başbakanlık yapmış olamaz. Kişiliğiyle, şahsıyla hiçbir sorunumuz yoktur. Kurulu devlet mekanizmasından söz ediyoruz, kendisini bunun dışına çıkardığı zaman böyle olur.

Saray meselesine çok girme heveslisi değilim. İşin açıkçası, bina fetişizmiyle de benim hiçbir işim olmaz. Ancak Türkiye'de pek çok ilin eğer sembolü armut, elma, patates, domates, karpuz, kavun ise, ee, sembolü de saray olur, ne olur? İllerin sembolünü karpuz yaptınız, illerin kalkınmışlık derecesinin ayarını kavun karpuzla ölçtünüz, patatesle ölçtünüz, ülkeye de artık bir saray simgesi yaparsanız kimse sizi artık çok yadırgamaz. Doğru… Çok yadırganacak bir konu olmaktan çıktı. Tasvip mi ediyoruz? Hayır, mümkün değil. Ama bizim esas önemsediğimiz Recep Amca’nın ayağındaki yırtık kara lastikti, ne olarak geçer? O Ankara lastiğidir. Vallahi, Ankara’da lastik çok gevşedi, kayış kopmuş Ankara‘da, kayışı kopmuş Ankara’nın. Dolayısıyla artık siyasetin bu tartışmalarının çokça bir kıymeti kalmadı.

Sistemi baştan tartışmak arzusundayız, sistemi tartışmamız gerekiyor, bir yenilik yapmak durumundayız. Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinin Nehri köyündeki bir konağın restorasyonunu eğer siz Ankara’da kararlaştırıyorsanız bu bütçe adaletli ve hakkaniyetli bir bütçe olmaz.

Diğer önemli bir konu başlığım şu: Şimdi, sayın bakanlar, pek çok bakan telaffuz etti, Maliye Bakanı da telaffuz etti; Türkiye’nin Kürt halkına karşı savaşta son otuz yılda 1,2 trilyon dolar para sarf ettiğini söyledi. Merak ettim, 1,2 trilyon dolar parayla bu ülkede neler yapılabilirdi? Değerli arkadaşlarım, 1,2 trilyon dolarla, ki Türkiye’nin mevcut gayrisafi hasıla büyüklüğünün yüzde 30 daha fazlası bir rakama tekabül ediyor bu, 891 milyarlık bir ekonomi büyüklüğümüzün söz konusu olduğunu bilin; biraz önce ifade ettim, tekrar altını çizeyim, kişi başına düşen gelir payının 10.500 dolar olduğunu bilin, bırakın 2013 vizyon hedeflerini, mevcut durumda, Hükûmetin ifade ettiği şekliyle 2023 hedefine ulaşması için dünyanın durması gerekir, dünyada hiç kimsenin hareket etmemesi gerekir, hiç kimsenin taş üstüne taş koymaması gerekir ve Türkiye’nin de son sürat yürümesi gerekir ki 2023 hedeflerini yakalasın. Ama an itibarıyla, ben şöyle bir rakamı önünüze koyayım: Eğer Türkiye demokratik yol ve yöntemleri işletseydi, insan haklarına saygılı davranmış olsaydı, ret ve inkâr politikalarının arkasına sığınmamış olsaydı, kendi halkına karşı bomba kullanmamış olsaydı, dağını, taşını bombalamasaydı bu 1,2 trilyon dolarla Türkiye an itibarıyla 2023 vizyon hedefine ulaşmış olurdu. Bugün itibarıyla, Türkiye’de yaşayan her yurttaşın gayrisafi millî hasıladan aldığı pay 25 bin doların üzerinde olurdu ve 2 trilyon dolar hedefini aşmış olurdu. Bakın, bu kadar açık ve net bir hesap. Peki, hesap ettim, bu 1,2 trilyon dolarla, eğer dağa taşa bombalama yapılmamış olsaydı, tanka, tüfeğe, uçağa, helikoptere yatırım yapılmamış olsaydı bu parayla ne yapılabilirdi?
Bakın değerli arkadaşlar, bu paranın yüzde 25’iyle 24 derslikli 296.703 okul yapılabilirdi. Bu paranın yüzde 25’iyle 400 yataklı, tam teşekküllü 56.750 hastane yapılabilirdi. Madencilerimizin meselesi, dramı içler acısıdır, gündemimizde olan bir konudur, onun üzerinden de… Yüzde 25’i de yer altı iş güvenliğine harcanmış olsaydı ne yapılabilirdi, tablo ne olurdu diye düşündüm. 40 kişilik yaşam odaları hesabı üzerinden yaptım, tam 29.875 yaşam odası yer altında inşa edilebilirdi. Yüzde 25’iyle Hakkâri’den Edirne’ye 3 tur metro hattı yapılabilirdi. 4.820 kilometre metro hattı yapılabilirdi bu parayı sarf etmeseydik.

Türkiye’nin dış politikası meselesi içler acısıdır, yeri geldiğinde bu konuya gireceğiz. Ancak, biz, Türkiye’nin açılımının nerede olduğuna ilişkin bir vurgu yapmak istiyoruz. Türkiye’nin, Amerika’nın Avrupa Birliğiyle başını çektiği Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı ile Rusya ve Çin’in başını çektiği Asya Pasifik Yatırım Ortaklığı arasındaki sıkışmışlık hâline son vermesi gerekir. Türkiye’nin geleceği buralarda değildir. Türkiye’nin geleceği buralarda değildir çünkü buralar Türkiye’yi içine almıyorlar, istediğiniz kadar zorlayın. Dış politikada siz güdümlü stratejik ortaklığı kabul ettiniz. Size reva görülen elbiseyi, size biçilen kıyafeti giymek mecburiyetindesiniz elbette. Çıkış burada değildir. İçinde bulunduğu yakın coğrafyasında Türkiye’nin çıkışı araması gerekir. Üç parametreli bir yönelimle Türkiye’nin içinde bulunduğu, içinde yaşadığı coğrafyada önünü açma imkânı vardır.

Bir: Özgürlük. İki: Demokrasi. Üç: Farklılıkların gönüllü bir aradalığına yaslanacak ve ancak ve ancak bu şekilde Türkiye önünü açabilecektir. O zaman Türkiye kendi yakın coğrafyası açısından rol model ülke pozisyonuna gelebilecektir. Bunları yaptığı zaman Türkiye önünü açabilecektir, Türkiye büyüyen bir ekonomi durumuna gelecektir. Tersi durumda mümkün değildir, Türkiye’nin yol alması mümkün değildir. Kimlikleri yok sayılan, inkâr edilen halklar açısından özgürlük kavramı ön açıcıdır. Bir arada yaşama kültürü açısından demokrasi kavramı ön açıcıdır. Farklılıkların gönüllü olarak bir arada yaşaması kültürü açısından da bu ilkeyi işletirsek sorunlarımızı çözme şansına sahip olacağız.

Bakın, Türkiye’nin mezhebi alışkanlıklarından vazgeçmesi gerekir. Irka dayalı yaklaşımlarından Türkiye’nin vazgeçmesi gerekir. Ben iddia ediyorum, bakın, ben iddia ediyorum, 1924 Anayasası ve sonrasında yapılan yasalara göre Türkiye’de Türkler de Türk değildir. Bakın, Türk’ün de tarihsel geçmişi yok sayılan bir yasal düzenleme vardır Türkiye’de. 1924 sonrası toplumsal akliyede Türk de artık Türk değildir. Kendi tarihsel geçmişinden, kültüründen, kimliğinden…koparılmış bir Türklükten artık söz ediyoruz.
1924’ten sonra oluşturulan kurumların tamamı bu reddiye kültürü üzerinden kuruldu. Bunların başında da Diyanet İşleri Başkanlığı geliyor. Bir toplumsal dizayn yapmak istiyorsanız, demokratikleşme hamlesini başlatmak istiyorsanız 1924 sonrası kurulmuş, ret ve inkâr politikalarını dizayn etmek üzere oluşturulmuş kurumları bir kere lağvedeceksiniz. Bunların başında da Diyanet İşleri Başkanlığı gelir. Bunu lağvetmezseniz gerisini yapmanız, başka bir şey yapma şansınız mümkün değil.

1924’te kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının temel iki amacı olmuştur. Nedir? Bir: Dergâhların kapatılması. İki: Medreselerin kapatılması. Dergâhları Aleviler bu coğrafyada kullanıyorlardı, medreseleri Kürtler kullanıyorlardı. Bu iki toplumsal dinamiğin inanç kaynaklarını kesmek için ve Sünniliği, Türk-İslam sentezini dayatmak için 1924’te Diyanet İşleri Başkanlığıyla başladılar bu işe.

Bakın, önemlidir, o tarih itibarıyla, hatta bugüne kadar İslam ulemasının çoğunun beslendiği medrese geleneğinin sonlandırılması önemlidir, önemli bir gelişmedir, darbe niteliğinde bir girişimdir. Evet, Diyanet İşleri Başkanlığının 1924’te kurulması Türkiye’de inançlar açısından bir darbedir, bir darbeyi gerçekleştirdi. Türki hassasiyet bunların başında gelir. Hangi Türki hassasiyet?

Fethullah Gülen’in 1992’de bir röportajında söylediği cümleyle bitireceğim Sayın Başkan.
Bu tekçi anlayışın yarattığı tahribatı açık ve net bir şekilde göreceğiz. Ne diyor Fethullah Gülen? Kendisine soruluyor: “Bediüzzaman Saidi Kürdi’yle niye hiç buluşmadın? Bediüzzaman’ın yanına niye hiç gitmedin?” Diyor: “Ben Bediüzzaman’a esasında gidip elini öpecektim, sonradan Kürt olduğunu öğrenince vazgeçtim.” Ne anlama geliyor biliyor musunuz? “Bir Kürt’ten ulema olamaz. Bir Kürt’ten ulema yapılıyorsa bir Türk de gidip onun eliniz öpemez.” diyor çünkü o röportajında diyor ki: “Benim milliyetçi hassasiyetlerim, hatta Turancılığım ağır basar.” Şimdi, bu akliye Anadolu’daki kültürleri yok sayıyor, bu akliye Anadolu’daki farklı kimlikleri, farklılıkları yok saydı ve önümüze böyle bir tablo çıkardı. Bu tablo içerisinde bir bütçe görüşeceğiz.

Umuyor ve diliyorum ki toplumsal dinamiklerimizi etkin bir şekilde işletir ve demokratik bütçelerin hazırlanmasına vesile olacak toplumsal bir dönüşümü sağlayabiliriz.
Hepinize teşekkür ediyorum, hayırlı olsun.