25 Kasım’da yaptığı konuşmadan dolayı “yargılanan” Çağlar Demirel, mahkemede katledilen kadınları anlattı

 

Grup Başkanvekilimiz Çağlar Demirel'in 25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü'nde yaptığı konuşması nedeniyle hakkında açılan davanın duruşması, dün Mardin 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görüldü.

190/2 maddesi gereğince duruşmaya ara verilmesi talebim olmadığı gibiCMK 176/4. Maddesi gereğince 1 haftalık süreden feragat ediyorum. Savunmamı şimdi yapacağım.Ben Diyarbakır milletvekiliyim, şu anda TBMM’nin yasama dokunulmazlığına sahip üyesiyim. Bizler seçilmiş halk temsilcileriyiz. Şahsımızı değil bizi seçenleri temsil ederiz. 6 milyon insanın oyunu alan bir partiyiz. Parlamentoda 3. büyük partiyiz. 

Bizlerin yargılanma ve tutuklanma sürecimiz AKP Hükümeti tarafından Anayasa’yı hiçe sayacak şekilde tamamen siyasi kararlar olarak devreye girmiş ve uygulanmıştır. Yasama dokunulmazlığını kaldıran Anayasa değişikliği,Anayasa’ya ve İç Tüzüğe aykırı olarak yapılmıştır. AKP Hükümeti hukuk dışı uygulamalar ile demokratik siyaset alanını daraltıp kendi iktidarını güçlendirmeyi hedeflemiştir. 

Böylelikle yargı üzerinde büyük bir siyasal baskı oluşturulmuştur. Onun için bugün cezaevinde oluşumuz hukuki değil tamamen siyasidir. Bu şekliyle hiçbir yasal dayanağı olmayan durumlarla karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Örneğin 4 Kasım’da nasıl olurda 5 ilin başsavcıları aynı gece aynı saatte farklı dosyalardan milletvekillerini bir arada, düğmeye basılmasıyla harekete geçilen bir operasyon ile gözaltına alır. Sanırım Türkiye’de ilk kez gerçekleşen bir durumdur.  Eş Genel Başkanlarımızın, milletvekili arkadaşlarımızın, Grup Başkan Vekilimizin tutuklanması öncesinde uçakların ve cezaevlerinin bile hazırlanmış olduğunu gördük. 

Bu şekliyle yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı tartışılmaya başlanmıştır. Özellikle son yapılan anketlerde yargıya güven yüzde 2.9’a kadar düşmüştür. Aynı durumu ben parlamentoda Grup Başkanvekili olarak görev yaptığım sırada, bütçe görüşmelerinin yaşandığı Genel Kurul’dan Meclis’ten çıkar çıkmaz Siirt milletvekilimiz ile birlikte arabamız durdurularak gözaltına alınırken yaşadık. Yakalama kararının tebliğ edilmesini sorduğumda; neye istinaden gözaltı kararının alındığını ve bunun tebliğ edilmesini görmek istediğimi sorduğumda, bana gösterilen belge imzasız, tarihsiz sadece kimlik bilgilerinin içerisinde olduğu,savcının imzasının olmadığı, isminin olmadığı ve herhangi bir tarihin olmadığı; aynı zamanda dokunulmazlığı olan milletvekili olduğum halde “hükümlüler içindir” ibaresi başlıklı bir yazının olduğunu görmüş oldum. Bunun hukukla hiçbir bağlantısı yoktur. Yani yakalama ve gözaltı kararımın bile hâkim ve savcı tarafından verilmediğini bir kez daha görmüş oldum. 

Bizler Genel Kurul’da ve Meclis’te yasama faaliyetlerini yürütürken, siyasi iktidarla yapmış olduğumuz görüşmelerden de sürecin ne kadar siyasi olduğunun farkındayız. Ben Grup Başkan Vekili olarak,Eş Genel Başkanlarımızın ve Grup Başkan Vekilimizin 4 Kasım operasyonu ile cezaevinde olmasından kaynaklı, tek Grup Başkan Vekili, tek imza yetkilisi ve sorumlusu olan biriyim. 13 Aralık 2016 tarihine kadar ve o gece, 12 Aralığı 13 Aralığa bağlayan gece,00:30’da Meclis’te olduğum ve bütçe görüşmelerinin yoğun olduğu bir süreçte, yurt dışına kaçma gerekçesi gösterilerek gözaltına alındığımı mahkeme heyetine çıktıktan sonra öğrendim.Çünkü mahkeme heyeti dosyayı hala benim gözaltına alındığım tarihte imzalamamıştı. Yurt dışına kaçma gibi bir girişimimin, bir düşüncemyok, ayrıcaGenel Kurul’da tek imza yetkilisi olmam ve bütçe görüşmelerinin olduğu bir süreçte böyle bir kararın alınması kabul edilemez.

İkincisi mahkeme tarihim belli olmasına rağmen,ki normalde tutuklandığım dosyada mahkeme tarihim 16.02.2017 idi, iddianame tarafıma gönderilmişti, hatta Ankara'daki çalışmalarımdan kaynaklı Ankara Nöbetçi Mahkemeye SEGBİS ile ifademin alınacağı aktarılmış, duruşma gün ve saati avukatıma gönderilmiş, ayrıca iddianamemin TBMM adresine gönderilmesine karar verilmişti. Halen iddianame elime geçmeden, aniden bir gece yarısı, hukuksuz ve yasa dışı bir şekilde gözaltına alındım ve hemen akabinde tutuklanma kararım siyasi olarak verilmişti. 

Şu anda biz Eş Genel Başkanlarımız ve 2 Grup Başkan Vekili olarak toplamda 11 milletvekili, milletvekili sıfatlarımız devam etmesine rağmen yasama faaliyetlerine katılamamaktayız. Oysaözellikle bu süreçte önemli olan Anayasa görüşmeleri, Türkiye’nin geleceğini etkileyen rejim değişikliğine varan ağırlıkta bir Anayasa değişikliğiyle sistem değişikliğini öngören böylesi önemli bir teklifin tartışılması sürecinde HDP'li milletvekillerinin bulunmaması, Genel Kurul tartışmalarını durduracak ağırlıkta anayasal ve usuli bir engeldir. Ben ve diğer tutuklu milletvekilleri bu tartışmalarda aktif olarak yer almamakla birlikte, bu şekliyle parlamento aritmetiğinin korunmadığı ve halkın tamamının iradesini temsil eden milletvekillerinin görüşlerini ifade edemediği bu tabloda Anayasa değişikliği tartışmalarının yürütülmesinin ön koşulu bulunmamaktadır. Buaynı zamanda Anayasa’nın yasama yetkilerini düzenleyen maddelerinin ve özellikle de 80, 83 ve 87. Maddelerinin ihlalidir. Bu yüzden bugün bizim cezaevlerinde değil Meclis’in Genel Kurulu’nda ve yasama faaliyetlerini sürdüreceğimiz yerde olmamız gerekir.

İddianamedeki açıklamaların tamamına bakıldığında konu 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadeleye yöneliktir. Özellikle bu açıklamayı yaptığım günün 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele günü olduğunun bir kez daha altını çizmek istiyorum. Partimiz kadınların demokratik, eşit ve özgür bir ortamda yaşaması için mücadele yürütür, kadınların siyasete eşit olarak katılmaları için Türkiye'nin şimdiye kadar parlamenter siyasetteki en yüksek orandaki kadın temsil oranına kavuşmasını sağlamış ve ilk kez Meclis’te bir Parlamento Kadın Grubu oluşturulmuştur. Bu Türkiye tarihinde bir ilktir. 

Partimizdeki kadın milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve tutuklanmaları Türkiye'deki kadınlara yönelik bir tehdit ve kadınların siyasi mücadelesine bir darbedir. Bu kadar kadının siyasette yer alması için mücadele etmek ve bedel ödemenin sonucudur. Tüm dünyada ve Türkiye’de kadınlar her yıl alanlardadır, kadına yönelik şiddet ve kadın katliamlarına dikkat çekmek için açıklamalar yapılır. Kadına yönelik şiddet ve kadın katliamları bir insanlık suçudur.

Son birkaç gün içerisinde basında çıkan haberler üzerine ifade edersek, Türkiye’de 2015 yılında 301 kadın katledilmiştir. 2016 yılında bu sayı daha da yükselmiş, 325 kadın katledilmiştir. Her gün onlarca kadın şiddet görmekte, taciz, tecavüz ve katliamlarla karşı karşıya kalmaktadır, devlet bunları önlemekte birinci derece sorumludur. Türkiye aynı zamanda CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi gibi birçok uluslararası sözleşmeye bu konuda imza atmıştır. Devletin ilgili kurulları kadınların yaşadığı sorunlara ilişkin tedbir almalıdır ve almak zorundadır. 

25 Kasım’ın içeriğine çok girmek istemiyorum, çok uzun bir konu çünkü. Dominik Cumhuriyeti’nde Miraben Kardeşlerin diktatörler, askerler ve polisler tarafından tecavüz edilerek katledilmesinden sonra tüm dünyaya yayılan bir durumdur. Miraben Kardeşler tüm dünya kadınlarının mücadele ve direniş tarihinde yer almıştır. BM tarafından da 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele günü olarak belirlenmiştir. Kadınlar hem erkek şiddetiyle hem de devlet şiddetiyle karşı karşıyadır. Bu kadınların uğradığı şiddet ve katliamları önlememek ve bunların gittikçe artışını sağlamak Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir sorunudur; bunu çözmek de devletin birinci derecede görevidir. 

Bugün siz de çok yakinen biliyorsunuz, yargıya intikal eden bu konularda birçok dosya var.Ne yazık ki, devlet kurumlarında istenilen düzeyde yaklaşımlar bu konuda sergilenmemektedir. Kadına yönelik şiddet ve katliamların artması siyasi iktidarın ve devletin politikalarıyla bağlantılıdır. Açıklamanın tamamına bakıldığında kadına yönelik şiddet ve kadın katliamlarının önlenmesi için yürütülen mücadeleden söz ediyorum. Siyaseten yaptığımız tüm açıklamalar düşünce, ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmalıdır.Benim oradaki ifadelerim dünya örneklerinden ve Türkiye örneklerindendir; bunlarda suç değildir, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır. 

AKP Hükümeti’ne ve devlet yetkililerine yapmış olduğum söylemler tamamen eleştiridir ve insanların özellikle de kadınların yaşanan hak ihlallerineve yaşam hakkının ihlal edilmesine dikkat çekmektir. Özellikle sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı yerlerde açığa çıkan sonuç yıkım, ölüm ve gözyaşıolmuştur. Bizim talebimiz hiçbir insanın yaşamını yitirmemesi için mücadele etmek ve bunların önüne geçmektir. Amacımız, insanların başta yaşam hakkı olmak üzere diğer haklarını savunmaktır. 

Biz siyasetçiler, milletvekilleri olarak ve muhalefet partisi olarak AKPHükümeti’nin ve devletin yürüttüğü politikalara dikkat çekmek, yaşananların bir an önce önüne geçilmesini sağlamak ve bu konuda sorumluluklarını bir kez daha hatırlatmak için konuşuyoruz. Bunları, orada söylediklerimin tamamını, iddianamede geçen vurguların tamamını, hatta daha fazlasını aynı zamanda Meclis’te Genel Kurul’da farklı tarihlerde dile getirmiştim. Meclis’te yasama faaliyetlerinde ifade edilenlerin yaşamın her alanında ifade edilmesi suç değil, bir anayasal haktır. 

Bizler birçok olay ve olgunun tanığıyız. Cizre'de,Sur'da, Silvan'da, Silopi'de, Nusaybin'de yaşananlara ilişkin ben ve diğer milletvekili arkadaşlarım birçok olayın aynı zamanda tanığıyız. Ben Grup Başkan Vekili olarak bu yaşanan olaylarla ilgili bizzat örgütlerimizin ve onun dışında da yaşayanların bize aktarmasıyla birlikte hem yereldeki kurumlarla hem de özellikle hükümet ve devletin yetkili organlarıyla görüşmelerimiz oldu ve oluyor.

Birkaç örnek vermek istiyorum. Gündemimiz kadın olduğu için, sadece bu iddianame kadın içerikli olduğu için, kadınlara yapmış olduğum çağrı için, kadınlara ilişkin örnek vermek istiyorum. Cizre'de Taybet Ana tüm kamuoyu tarafından bilinir. Taybet Ana, polisin keskin nişancıları tarafından vuruldu, kendi ailelerinin gözü önünde ve bir hafta cansız bedeni yerde kaldı Yakınları cansız bedenini almaya gidemedi, biz bunu defalarca yetkililerle görüştük, izin verin, biz gidip alalım, bir kadının, yaşlı bir ananın 1 hafta boyunca cansız bedeninin yerde kalması tüm ulusal ve uluslararası kamuoyuna yansıdı, şu anda da AİHM Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden açıklama talebinde bulundu. Bu olay sokağa çıkma yasağının olduğu süreçlerde olmuştur. 

Sur'da bizzat ilgilendiğim bir durum. Fatma Ateş, sanırım 55 yaşında. Çocuklarının gözünün önünde yaralanıyor ve bizi aradılar, acil ambulans talebinde bulundular, ben bizzat yetkilileri arayarak adresin verilmesini ve oraya ambulans gönderilmesini söyledim.Çok uğraştım, ambulans saatler sonra belli bir noktaya gitti ve belli bir yere kadar taşımaları gerekliği söylendi. Ambulansın ulaştığı an itibariyle Fatma Ateş kan kaybından yaşamını yitirdi. Yaralı olarak kurtulabilirdi, ancak yaşamını yitirdi. Burada da belirttiğim gibi ismi Helin, soy ismini hatırlamadığım bir çocuk kapısının önünde ailesinin gözleri önünde keskin nişancılar tarafından vuruldu, bizi an itibariyle aradılar ve oraya da ambulans götürmemiz istendi. 

Nusaybin'de Selamet Yeşilmen, sanırım 44 yaşında. Çocuklarının gözleri önünde, evinin avlusunda, balkonunda fotoğraflarını gördüm; zırhlı araçtan açılan ateş sonucu yaşamını yitirdi ve cansız bedeni merdivenlerin önünde tüm kamuoyuna yansıdı. 

Yine Emine Gök. Nusaybin'de 39 yaşında.Çocuğuyla birlikte sokağa çıkma yasağının olmadığı bir anda akrabalarının evine geçerken zırhlı araçla açılan ateşle yaşamını yitirdi. Bunu kimin yaptığı söylenmedi, teknik bir arıza olduğu söylendi, halen yetkililer tarafından bir açıklama yapılmadı, soruşturma açıldığından emin değilim.

Yine Nusaybin’de 56 yaşında Fehime Aktı da yaşamını yitirdi. Bu benim bahsettiklerim konuşmamı yaptığım dönemlerde gerçekleşen kadın katliamlarıydı. Yine tanık olduğum Silvan’da 50 yaşındaki İsmet Gezici, keskin nişancılar tarafından vuruldu. Bunların öykülerini o kadar uzun anlatabilirim ki. Bunlar gibi onlarca, yüzlerce kadın öyküsünü anlatabilirim, yaşadıklarımı anlatabilirim, yine orada Kürt kadını dediğim için şu anda yargılanıyorum, ama bunların hepsi Kürt kadınlarıydı, burada amacım ayrımcılık ya da herhangi bir niyeti sorgulamak değildi, çünkü kadınlara yönelik şiddet evrenseldir, tüm dünyada gerçekleşir, ama burada sokağa çıkma yasağıyla birlikte yaşamlarım yitirenlerin hepsi Kürt kadınlarıdır.

Yine Silopi'de 3 Kürt kadın siyasetçi Seve Demir,Pakize Nayır, Fatma Uyar açılan ateş sonucunda yaralandıklarına dair bilgi bize ulaştı. Birçok milletvekili arkadaşlarımızla birlikte Sağlık Bakanı, İçişleri Bakanı ve birçok yetkiliyle görüşerek çok acil ambulansların gönderilmesini ifade ettik. Ama ertesi gün cenazeleri otopsi işlemleri için hastaneye götürüldü.Yetkililer ambulansın olay yerine gitmesine izin vermeden 3 kadın siyasetçi orada, vücudunda çok fazla kurşunla katledildi, hâlbuki olay yerine ambulansın gönderildiği bilgisi bize verilmişti. 

Burada söylemek istediğim şudur:Her gün bu gibi olayların onlarcasıyla karşı karşıya kalıyoruz. Herkesin gösteri, yürüyüş ve düşüncelerini açıklama hakkı vardır. Bu yasal bir haktır. Bu hakkı kullanmak isteyenlere ilişkin devletin güvenlik güçleri tarafından gaz, tomalardan tazyikli sularla, coplarla, biber gazlarıyla saldırıya uğraması bir şiddettir. Bu bahsettiğim katliamların ve şiddetlerin yanı sıra fiziki olmayan ekonomik şiddet, sözlü şiddet, psikolojik şiddet de vardır. 

Bunların hepsini ele alıp değerlendirmek lazım.Ben de dahil olmak üzere birçok kadının polis ve asker şiddetine maruz kaldığını ifade edebiliriz. Yukarıda örneklerini verdiğim durumlar herkesin yanında,yakınlarının gözleri önünde gerçekleşen durumlardır, bunların sayısını, örnekleri arttırabiliriz. Bizler bunların tanıklarıyız, fakat bunları gerçekleştirenler açığa çıkarılmadı. Ne yazık ki,halkın iradesiyle seçilmiş milletvekilleri olarak bizler bugün dikkat çekmemiz gereken konuları ifade ettiğimiz için sanık olarak yargılanıyoruz. Bu, Türkiye tarihi açısından önemli, görülmesi gereken bir durumdur ve kabul edilecek bir durum da değildir. 

Az önce de söyledim, devlet şiddeti ve terörü üzerinden bahsettiğim, en önemlisi de 5 yıldır hala açıklığa kavuşturulamamış Roboski Katliamı’dır. 34 insanın yaşamını yitirdiği Roboski Katliamı’nda ailelerin tek talebi vardır, adalettir ve bunu yapanların açığa çıkartılmasıdır.

Biliyorsunuz,Roboski Katliamı’nda devletin uçaklarıyla o bölgeyi bombalaması sonucunda 34 insanımız yaşamını yitirdi. Bir hususu daha hatırlatmak istiyorum. Sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerlerde yaşamını yitiren kadınların çıplak bedenlerinin önünde fotoğraf çeken, elinde silahları bulunan yüzü maskeli asker ve polisler vardı. Özel harekâtçıların kadını teşhir ederek çektirmiş oldukları fotoğrafları sosyal medyada yayınlamaları ve kamuoyuna göstermeleri neyi ifade eder? Biz bunu Varto’da, Cizre'de, Sur’da yaşadık, yani bu durum sokağa çıkma yasağının olduğu her yerde gerçekleşti. Biz bunları defalarca Genel Kurul’da ifade ettik, bunlara ilişkin araştırma önergeleri, soru önergeleri verdik. İçişleri Bakanı Efkan Ala ile bu durumu bizzat görüştüm. Kendisine olay yerinin fotoğraflarını gösterdiğimizde gerçek açığa çıktı, ancak onlar hakkında herhangi bir soruşturma başlatılmadı şu ana kadar.Bunu kimin yaptığını bilmiyoruz. Bunların hepsi Türkiye’de gerçekleşti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurumları içerisinde yer alan silahlı güçler tarafından gerçekleştirildi

Milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasıyla birlikte orduya dokunulmazlık zırhı getirildi. Defalarca Genel Kurul’da dile getirdik. Bu yaşananları anlattık. Eğer bu zırhı getirirseniz daha farklı felaketlerle karşı karşıya kalacağımızı söyledik, ama AKP Hükümeti‘ordu istiyor’diye söyledi ve bu yaşananların üstünü örterek orduya daha fazla yetki verilmiş oldu. 14 Temmuz’da orduya dokunulmazlık getirildi, 15 Temmuz’da sizin de bildiğiniz gibi ordu darbe girişiminde bulundu. Meclisi bombalayacak kadar gözü dönmüş darbecilerin elini güçlendiren, 7 Haziran’dan sonra demokratik siyaseti dışlayan AKP Hükümeti’nin politikaları olmuştur. Darbe gecesi Meclis bombalandığında, bizim dışımızdaki üç siyasi partinin Grup Başkan Vekilleri daha sonra bize şunu söylemişlerdir; ‘o gün Meclis bombalandığında biz daha iyi anladık.’Genel Kurul’da defalarca söylediklerimizi, ne kadar haklı olduğumuzu anlamış oldular. 

HSYK kararını ben de yeni duydum. Darbeyi yapanların çoğu bu sokağa çıkma yasağının olduğu yerlerde görev yapan üst düzey ordu mensuplarıdır. Semih Terzi darbe girişiminin öncülüğünü yapan kişiydi.Aynı zamanda Diyarbakır'da uçakları kaldıran da oydu. Adem Hududi Cizre'de ve diğer bölgelerde görev yaptı. Diğer bölgelerde görev yapan kişileri de biliyoruz. 

Sokağa çıkma yasağının olduğu bölgelerde bizzat gittiğim Silvan'da, Cizre’de evlerin talan edilmesi cinsiyetçi söylemlerle evlerin odalarına yazdıkları sözler, ben onları burada kullanmak istemiyorum, özellikle kadınlara ilişkin sözler ve evlerin yağmalanışını, talan edilişini sokağa çıkma yasağının olduğu yerlerde ben bizzat gördüm. Oralarda güvenlik güçlerinin olduğunu biliyoruz. Ailelerin yatak odalarına girişlerinden, yattıkları her odaya kadar bunların hepsi kadınlara yönelik şiddetin göstergesidir. Bunları yapan ve yaptıranları uyardığımız, söylediğimiz halde yargılamayan ve darbenin gelişini bizzat gören ve bu sürece zemin hazırlayan aynı zamanda siyasi iktidarın etkisi vardır. 

O yüzden hükümeti ve devleti eleştirilerimizde bunlara dikkat çekmek istedik, asla halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme gibi bir durumum söz konusu değildir, olamaz da. Halk bunları görmüş, yaşamış ve kendileri bizlerle paylaşmışlardır. Benim söylediğim, dikkat çekmek istediğim hususları tamamen ifade özgürlüğü kapsamında ele almak ve yetkilileri bu konuda göreve çağırmaktır. Yine TBMM’nin bir üyesi olarak eğer Meclisi aşağılarsam kendimi de aşağılamış olurum. Bu söylediklerimi kaldı ki Meclis’te defalarca dile getirmişim. Bu yaşananlar birçok sivil toplum kuruluşu ve birçok kurum tarafından raporlaştırılmış ve yerinde incelemeler yapılmıştır. Bu konu Anayasa Mahkemesi ve AİHM'ne intikal etmiştir ya da edecektir. 

Üzerime atılı suçu kesinlikle kabul etmiyorum. AİHM’nin bu konuda sayısız içtihadı vardır. Bu bahsettiğim yaşanmışlıklar üzerinden AİHM tekrar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni bu konuda tazminata mahkûm ederse, o zaman biz halkın iradesiyle seçilmiş Meclis’te yer alan milletvekillerinin burada ifade ettiklerimizin dikkate alınmayıp yargılandığımızın ifadesini nasıl Türkiye olarak tüm kamuoyuna yansıtacağız?Yani biz bu konularda dikkat çekmek için söylediğimiz sözlerden bugün yargılanıyoruz, ama bu yaşanmışlıklar konusunda AİHM Türkiye'yi mahkûm edebilir, bu yargılama açısından da çok önemli bir noktadır, bunu dikkatinize sunmak istiyorum. Bu sebeplerle üzerime atılı suçu kabul etmiyorum. 

Sorunların demokratik temele kavuşması ve müzakere ile çözülmesi için müzakere yürüttük, yürütmeye de devam edeceğiz. Demokrasinin, barışın ve özgürlüklerin gelişmesi için, yaşanan bu sorunların müzakere ile çözülebileceğine inanıyorum. Üzerime atılı suçlamaları kesinlikle kabul etmiyorum. 

 

12 Ocak 2017