Günay: Anti-faşist blok tabanda olgunlaşmış durumda

Parti Sözcümüz Ebru Günay'ın JinNews'e verdiği röportaj:

Partisinin büyük bir kararlılıkla üçüncü yolu inşa etme ve umudu büyütmeye devam ettiğini söyleyen HDP Sözcüsü Ebru Günay, iktidarın Türkiye’nin ana damarlarına müdahale edip baskılamaya çalıştığını ancak bunun karşısında anti-faşist bloğun şimdiden olgunlaştığını kaydetti. 

Halkların Demokratik Partisi (HDP) 15 Ekim’de kuruluşunun 8’inci yılını geride bıraktı. Görkemli ve coşkulu bir kutlamayla yeni süreçte mücadele azmi ve birleşik demokratik siyaset yürütme kararlılığını ortaya koyan HDP’nin tüm kurullarında “anti-faşist bloğu güçlendirme” tartışması yürütülüyor. Binlerce üyesi gözaltına alınan ve yüzlercesi cezaevinde tutulan bir parti olarak “faşizme boyun eğmeyeceğiz” mesajını her fırsatta tazeleyen HDP, gençlere, kadınlara emekçilere ve tüm toplumsal kesimlere “birlikte mücadele edelim” çağrısında bulunuyor. 

HDP Sözcüsü Ebru Günay ile partisinin 8’inci yılını, HDP’nin Türkiye siyasetine kazandırdıklarını, “anti-faşist bloğu güçlendirme” tartışmalarını ve gündemdeki konu başlıklarını konuştuk.

HDP tüm baskı ve ablukaya rağmen 8’inci yılını geride bıraktı. Peki bunlara karşı HDP 8 yılda neyi başardı? Türkiye siyasetine ne kazandırdı?

 

HDP, 8 yılda çok şeyi başardı, çok şeyi değiştirdi. Biliyorsunuz, Halkların Demokratik Kongresi’nden (HDK) süzülerek gelen bir parti. 15 Ekim 2012’de kurulduğunda Türkiye siyasetine kazandırılmış bir renk oldu. HDP bu zaman zarfında farklı bir siyasetin ve üçüncü yolun mümkün olduğunu herkese gösterdi, ezberleri bozdu. Özellikle Meclis’e taşıdığı renkler, sesler ve farklılıklar Türkiye’de bir çığır açtı. Başka bir siyasetin mümkün olduğunu gösterdi. HDP’nin aldığı politik kararlar, yaptığı stratejik hamleler özellikle AKP iktidarına karşı insanların umudunun tükendiği noktada, umudun yeniden yeşermesine neden oldu. Bunu 7 Haziran’da, 1 Kasım’da, 24 Haziran’da, 31 Mart’ta gösterdi. HDP Türkiye’nin yarattığı demokrasi rüzgarının, ittifak ruhunun, birleşik demokratik siyaset cephesinin aslında Türkiye siyasetinde değişime yol açtığını gösterdi.

HDP, kaybedilemez denilen yerde kaybettirdi, başarılamaz denilen yerde başardı. Bu anlamıyla büyük bir mücadele tarihi yazdı ve kuşkusuz bunu yaparken de çok bedeller ödedi. Seçim mitinglerindeki patlamalar, yüzlerce insanımızın yaşamını yitirmesi, yine eş başkanlarımız dahil olmak üzere, çalışma yürüten aktif siyaset içerisinde yer alan birçok yol arkadaşımızın tutuklanması baskı ve gözaltılara maruz kalması bu bedellerden yalnızca birkaçı. HDP tüm bu zorlu koşullarda mücadeleyi gerçekleştirdi. Türkiye’de herhangi bir parti bu denli baskıya maruz kalsaydı şimdiye kadar yerle yeksan olmuştu. HDP hala büyük bir kararlılıkla mücadele azmi ile siyaset yapmaya, üçüncü yolu inşa etmeye, alternatif ve umut olmaya devam ediyor.

Tüm yönelimlere inat HDP yolundan vazgeçmedi. Son Parti Meclisi’nizde de bu kararlılık ortaya çıktı. Parti Meclisi’nde Türkiye ve Ortadoğu’daki gelişmelere karşı nasıl bir tutum alınması öne çıktı? 

Parti Meclisi (PM) ve Kadın Meclisi sonuç bildirgemiz geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Her iki bildirgede de kararlılık ve yeniden mücadele azmi ortaya çıktı. Özellikle kendini her gün daha da kurumsallaşmaya çalıştıran ve faşizmini baki kılmaya çalışan iktidara karşı mücadele kararlığı yeniden ortaya çıktı. Daha öne MYK toplantımızda ortaya çıkan kararlılık ve faşizme karşı anti-faşist blokla mücadele etme ruhu bir kez daha teyit edildi. Tüm PM üyesi arkadaşlarımız, bu kararlılığa ve umuda karşı duruşunu tekrardan ifade etti. Bütün parti organlarımızla daha önce ifade ettiğimiz gibi meydan okumaya devam ediyoruz.

1 Haziran’da Demokratik Mücadele hamlesi başlattınız. Son olarak 1 Eylül’de “Barış Deklarasyonu”nu açıkladınız. Bunun devamında PM ve MYK’da yeni yol haritanıza dair nasıl tartışmalar öne çıktı? Bir planlama var mı?

HDP aslında bütün çalışmalarında ortak demokrasi cephesi ve anti-faşist blok çağrısını güçlendirerek yeniliyor. Türkiye’de bazı şeyleri değiştireceksek toplumun bütün kesimlerinin bir araya geldiği, Türkiye’yi ayakta tutan temel dinamiklerin, toplumsal muhalefet hattı ile ortak mücadele yürütmenin önemli olduğunu görüyoruz. Anti-faşist blok çağrısı, Türkiye’deki haklara, inançlara, gençlere, kadınlara, derdi demokrasi ve Türkiye’nin geleceği olan, iş ve aş olan herkese bir çağrı niteliğindeydi. Biz anti-faşist blok derken bunu kastediyoruz.  Çünkü şöyle bir gerçeklik var; AKP iktidarı küçük ortağı MHP ile Türkiye’nin ana damarlarına müdahale edip baskılamaya çalışıyor. Yani Türkiye’de barış ve demokrasi isteyen bütün kesimlere yönelik amansız bir saldırı yürütüyorlar. En son çoklu baro sistemi ile bunu gördük. Temel insan hakları alanında en temel kuruluşlardan biri olan barolara müdahale ettiler. Yetkileri olmamasına rağmen baro genel kurullarının yapılmasını ertelediler. Yine özellikle pandemi döneminde önemi bir kez daha ortaya çıkan Türk Tabipleri Birliği’ne (TTB) yönelik söylemleri ve saldırıları aslında bunu ifade ediyor. Toplumsal muhalefete ve toplumun tüm değerlerine saldırıp yok etmeye çalışıyorlar.

Öte yandan geçtiğimiz günlerde iktidar AYM hakimleri ve üyeleri ile kimi tartışmalar yürüttü. Bu tartışmalar esasında şunu söylüyor: ‘Bizim yanımızda değilseniz karşımızdasınız ve düşmanımızsınız. Dolayısıyla sizi biz atamış olsak dahi yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı söz konusu olmasa bile yanımızda değilseniz, karşımızdasınız. Ve karşımızda olan herkes bizim için düşmandır ve biz onlara nefes alacak alanlar bırakmayacağız.’ Bu şekilde bu ülkeyi idare etmeye çalışıyorlar. Bizim de bu duruma karşı tüm kesimlere ortak mücadele çağrımız var. Biz, HDP olarak üzerimize düşen her türlü sorumluluğu yapmaya hazır olduğumuzu bir kez daha söylüyoruz.  ‘Nasıl daha güçlü mücadele ederiz’ tartışmalarını tüm kurullarımızda devam ediyor.

Anti-faşist blok çağrınız ardından partinize yönelik Kobanê operasyonları gelişti. Muhalefetten de bu kapsamda beklenenin üstünde bir dayanışma çıkması iktidarın beklentilerini ne düzeyde etkiledi? Bundan sonra muhalefetin birlikteliğine ilişkin size ve diğer kesimlere nasıl bir rol düşüyor?

Sadece Kobanê operasyonlarında değil doğru yerde doğru zamanda ve doğru stratejiyle hareket ettiğimizde tabanın dayanışmaya ne kadar açık olduğunu birçok kez gördük. Edirne’den Hakkari’ye yürüdüğümüzde, geçtiğimiz bütün kentlerde halkın gösterdiği ilgi ile tabanda güçlü bir olgunlaşmanın olduğunu gördük. Biz bu tartışmaları yürütürken elbette bir siyasi okuma yapıyoruz. Sonuçta toplumun ne istediğini ve neyi arzuladığının farkındayız. Çünkü halkımızla birlikteyiz, onlarla sokakta ve alanlardayız. Neyin ihtiyaç olduğunu görebilecek bir yerden siyaset kurmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla bizimle gerçekleştirilen dayanışma ağları da kamuoyunda yürütülen tepkiler de bir kez daha haklı olduğumuzu ve mücadele zeminlerinin gerçekten olgunlaştığını gösteriyor. Gerçekten çok büyük bir destek ve dayanışma gösterildi.  Herkes Kobanê operasyonunun bir intikam operasyonu olduğunu çok iyi biliyordu. Bu operasyon bize yürütülen intikamın yanı sıra aynı zamanda HDP’nin demokratik birleşik mücadelesine de müdahale biçimiydi. Ancak dayanışma, destek ve tepkiler ile iktidarın tüm bu hedefleri bir kez daha boşa çıkarıldı.

İktidarın 2021 bütçesi Meclis’e geldi. Önümüzdeki günlerde içeriği de ortaya çıkacak. Parti olarak “saraya değil halka bütçe” teklifinizi açıkladınız. Gelen bütçede Türkiye halklarını ne bekliyor? HDP’nin karşı çıktığı noktalar neler?

Bütçe görüşmelerinde bunu daha detaylı paylaşacağız. Daha özel konular üzerinden tartışacağız ama sadece son bir yıla bile baktığımızda iktidarın bütçelemeyi yaparken kendi yandaşlarını koruyan, sermayedarları koruyan ancak bir o kadar da işçiyi emekçiyi, kadınları ve gençleri yoksullaştıran bir yerde durduğunu çok net görüyoruz. Pandemi sürecinde açıkladıkları ekonomi pakette, küçük esnafa, yoksula, emekçiye dair hiçbir şey yoktu. Kendi etrafındaki yandaşları koruyarak saraya bir bütçe yapıyorlar. Hem içeride hem dışarıda kendisini tamamen savaş üzerinden kurgulayan ve ülkedeki ekonomik krizi, merminin, topun, silahın fiyatıyla hatırlatan bir iktidar var. Bununla ekonomik krizi, toplumun yoksullaşmasını kamufle etmeye çalışan bir iktidar gerçekliği var. Dolayısıyla biz “savaşa saraya değil halka ayrılacak” bir bütçeden bahsediyoruz.

Savaşa ayrılan bütçenin eğitime ayrıldığı takdirde güçlü bir eğitimin ortaya çıkacağını biliyoruz, sağlığa ayrıldığında çok daha güçlü bir sağlık sistemi ortaya çıkacağını biliyoruz. Biz pandemi sürecinde esasında bu durumu çok daha yakından gördük. Uzaktan eğitim hakkına erişemeyen, evinde internet bulamayan çocuklarımız vardı. Ya da EBA’yı açacak televizyon bulamayan milyonlarca insan olduğunu biliyoruz. Böyle bir gerçeklik var. Ama öbür taraftan da her koşulda sınır ötesinde, Suriye’de, Lübnan’da, Doğu Akdeniz’de şimdi ise Ermenistan ve Azerbaycan’da güçlü bir savaş politikası yürütülüyor. Dolayısıyla bütçenin savaşa değil toplumsal barış ile beraber toplumun huzur ve refahına ve halka ayrılması gerekir.

Kadın Meclisi’niz de bir araya geldi ve yeni dönemde “öz savunma ve örgütlenme seferberliği” başlatılması yönünde tartışmalar yürütüldü. Kadın kazanımlarına saldırıların had safhaya çıktığı ve neredeyse her gün bir kadının katledildiği dönemde nasıl bir örgütlenme ve özsavunma gerekli? 

Teklik ve bir de bunun üzerine erkeklik algısı eklendiğinde kadının daha çok mağdur edildiği ve saldırıya uğradığı toplumsal bir sorun ortaya çıkıyor. İstanbul Sözleşmesi Türkiye’de şiddete karşı kadınlara en büyük koruma sağlayan temel sözleşmelerden biri. Ama bunu dahi kaldırmayı gündemine alan bir iktidar var. Kadına yönelik her saldırıda, faillerin yakalanmadığı, hesap vermediği yargının bir haliyle serbest bıraktığı ve faillerin cezasız kalarak ellerini kollarını sallayarak dolaştığı bir durum ortaya çıkıyor. Bu siyaset iktidardan bağımsız değil. Dolayısıyla biz özsavunma derken bu değerlerimizi yeniden savunmayı önümüze koyuyoruz. Bugüne kadar kazanımlarımızdan asla taviz vermedik. Daha büyük kazanımları elde etmek için örgütlülüğü büyüterek her evde her sokakta, kadın arkadaşlarımızla sürekli temas ederek, kadın dayanışma ağlarını yaratarak bunu yapacağız.

Çok kritik zamanlarda kadın dayanışma ağlarının ne kadar hayat kurtardığını ne kadar büyük kazanımlara vesile olduğunu hepimiz birlikte gördük. Yeniden öyle bir dönemdeyiz. Dolayısıyla birbirini savunan, birbirinin hakkını koruyan, bir yerden kadın mücadelemizi büyütüp devam edeceğiz. Evlerimizde, özel alanlarda dahil, gündelik hayatlarımız da her bir kadın arkadaşımız büyük bir kadın mücadelesi veriyor. Çünkü iktidarın yarattığı erkek algı kadını her alandan silmeye çalışıyor.

Özellikle Kürt illerinde kadına yönelik özel bir politika uygulanıyor. Bunun en somut örneği de uzman çavuş Musa Orhan’ın cezasız bırakılması oldu. Bu kapsamda bölge kentlerinde nasıl bir politika devrede? 

Kürt illerindeki politikalar doğrudan Kürt düşmanlığı ile bağlantılı. Sonuçta iktidar kendi siyasetini yürütürken bütün düşmanlığını Kürt politikası üzerinden yürütüyor. Dolayısıyla kadınlar üzerinden de bir politika yürütmüş oluyor. Özellikle Kürt kadın hareketi mücadelesinin dünya kadın hareketine kazanımını düşündüğümüzde, daha özel bir saldırı ve yönelim alanına dönüştü. Bu konuda Kürt kadınına yapılan her türlü tacizi, tecavüzü, katletmeyi meşru gören ve bu suçları cezasız bırakan bir anlayış var. Musa Orhan olayında da öyle oldu.  Bütün çabalara rağmen hesap sorulmayan bir uzman çavuş, kadınların ortak tepkisiyle ortak mücadelesiyle tutuklandı ve yalnızca bir hafta sonra serbest bırakıldı. Burada çarpıcı olan durum failin “Ben daha önce bunu yaptım ve kimseye hesap vermem bana bir şey olmaz” demesi oldu. 

Mesela bu gücü nereden alıyor, bunu nasıl bu kadar rahat söyleyebiliyor. Asıl problem şu: Kışkırtılmış bir erkeklikle Kürt illerinde özel görevlendirilen ve Kürt kadınına her türlü taciz ve tecavüzü meşru gören bir algı yaratılıyor. Mesele sadece Musa Orhan meselesi değil. Şırnak'ta bir uzman çavuş küçük bir çocuğu taciz edebildi. Şırnak halkının tepkisi sonucu gündem oldu. Hatırlarsınız, geçen yıl Mardin kayyumunun işe aldığı Ercan Uysaler’in kadınları işe almak için cinsel saldırı ve tacizde bulunduğu ortaya çıkmıştı. Yargı karar verdi ama Ercan Uysaler yakalanma kararı olmasına rağmen hala yakalanmadı. Ancak aynı kişiyi kendi rant kavgalarında yolsuzluk iddialarıyla eliyle koymuş gibi buldular.

Aslında “Kürt illerinde kadınlara yönelik yapılmış suçlar cezasız kalabilir” mesajını veriyorlar. Dersim’de bir yılı aşkın bir süredir kayıp olan Gülistan Doku’dan bir haber alınamıyor.  Öve öve bitiremedikleri güvenlikçi politikalarından bahsedilirken, “Dersim’de kuş uçsa dahi bizim haberimiz olur” diyen iktidar, Gülistan Doku’yu bulamıyor. Bulamadığı gibi, baş şüphelinin kaçmasına ve kaybolmasına olanak sağlıyor. Ailesinin çırpınışlarına rağmen, Kürt düşmanlığı politikalarının devamı olarak temel saldırı alanlarından biri olarak Kürt kadınlarına özel bir savaş harbi yürütüyorlar.

İktidar her savaş hamlesini İmralı’dan başlatıyor. Keza partinize yönelik operasyon öncesi de kaldırılmayan yasakların yenisi ilk olarak İmralı’da devreye konuldu. Bu politikayı nasıl okumak gerekiyor? Bu kapsamda tecride karşı mücadele Türkiye halkları için ne anlam ifade ediyor?

İmralı tecrit sistemi savaşla çok doğru orantılı. İktidar esasında Kürt sorununun çözümüne, Sayın Öcalan’a yaklaşımına, savaşa ve barışa yaklaşımının mesajlarını en çıplak haliyle İmralı adasına yönelik politikalarında gösterdi. Geçmişte de hep böyleydi. Sayın Öcalan’la sadece fiziki temasların sağlandığı durumlarda görece olarak Sayın Öcalan’ın da önemli katkılarıyla büyük çabalarıyla daha barışçıl bir ortam vardı. Hatırlarsanız, geçen yıl ciddi bir açlık grevi süreci yaşandı. Ardından avukatların gidişi için yasal bir engelin olmadığını Adalet Bakanı çok rahat bir şekilde söyleyebildi, resmi olarak, ‘yasal bir engel yok’ diye açıklama yapmıştı.  Ondan sonra yine nedensiz bir şekilde avukat görüşünü engelleme sürecini başlattılar. Bu aslında tecritte de savaşta da Kürt sorununun çözümsüzlüğüne ısrarı ifade ediyor. Çünkü Sayın Öcalan’ın bu zaman zarfında geliştirdiği demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigma bütün Ortadoğu halkları için etkili ve tüm Ortadoğu halklarına barış ve kardeşlikten yana bir hayatı inşa ediyor. Dolayısıyla içeride ve dışarıda Ortadoğu’da, Doğu Akdeniz ve bir çok alanda savaş siyaseti yürüten bir iktidar, tecritte de ısrar ettiğini gösteriyor. Aslında bunun mesajını veriyor ve ilginç olan Türkiye’nin üye olduğu Avrupa Konseyi’nin bir mekanizması olan CPT’nin raporunda, avukatlarla görüştürülmesi gerektiği, yine buna dair düzenli olarak Türkiye’den aylık rapor istemesi kararına rağmen Türkiye’nin bu yasakçı anlayışı, savaşta ve tecritte ısrarcı olduğu anlamına geliyor.

Pandemide artan ekonomik kriz, yoksullaşma, şiddete karşı bir hareketlilik var. Madenciler haklarını aramak için Ankara’ya yürüdü kadınlar hep bu süreçte sokakta oldu. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

İktidar her kriz anını fırsata çevirmeye çalışarak, başarısızlıktan bir başarı öyküsü yarat(mış) gibi bir algı yaratarak toplumu kandırmaya çalışıyor. Ama aslında bu hareketlilikler, işçilerin tepkisi, kadınların tepkisi ve sokaktaki halkın tepkisi artık bunun işe yaramadığını gösteriyor. Türkiye toplumu hakikatleri görmeye başladı ve artık tepkisini daha açık ve net bir şekilde gösteriyor. Ve aslında bence iktidarı en çok korkutan da tabanda güç kaybediyor olması… Kendilerinin yarattıkları algının artık bir işe yaramadığını görmeleri onları panikleten ve saldırganlaştıran temel şeylerden biri. Artık Türkiye toplumu hakikatin farkında, bu iktidarın ülkeyi yönetemediğini, bir başarı öyküsü yaratamadığını,  yoksulu, işçiyi, emekçiyi daha da yoksullaştırdığının farkında ve bunun tepkisini gösteriyor.

Röportaj: Habibe Eren

22 Ekim 2020